1925 Hareketi neden milli karaktere sahiptir?

Tahsin Sever

Tarih yazmak bir emanettir. Bu emanete riayet etmek gerekir. Özellikle bu alanla ilgilenenlerin, bu prensibi hiçbir zaman göz ardı etmemeleri bir zorunluluktur. Gerçekleri saptırmak, tarihsel gerçekleri tersyüz etmek ihanetin ta kendisidir.” Mesut BARZANİ

Sayın Barzani’nin işaret ettiği gibi kendisini yönetme hakkından yoksun bırakılmış milletler için tarihini sahiplenmek, saptırmadan, tersyüz etmeden bugüne aktarmak oldukça meşakkatlidir ancak zorunludur. Nedenine gelince tarihte yaşananların gelecek kuşaklara aktarımı ne yazık ki mağdur edilen milletler veya toplumlar açısından “adil” değildir. Egemen olanlar, mağdurlar için de tarih yazmayı ihmal etmezler. Mağdurlar için “Yazdırılan tarih”, tıpkı diğer icraatları gibi “acımasız” ve “ahlâksızca”dır. Kendileri için yazılan abartılı hikayeler, mazlumların içinde ‘kibirli ve çarpıtılmış resmi tarihten’ ibarettir. 

Bununla yetinmezler. Siyasal sorunlara bakışta olduğu gibi tarihsel olaylara bakışta da gayrinizâmî faaliyetleri kesintisiz kullanırlar. Bize atfedilen tarihi, imha ve inkâr politikasının ayrılmaz bir parçası olarak hep devam ettirdiler. Bundandır ki bizi ‘nefret’, ‘kin’ ve ‘kanla’ yönetenlere direnmemizi veya ayaklanmamızı ‘beğendiremeyiz’. Kürt halkının hakkını, hukukunu azimle, inançla savunarak dar ağaçlarında can verenleri ya ‘şaki’, ‘sergerde’ olarak nitelendirirler ya da o kahramanları yok sayarlar. Okullarda okutulan ders kitaplarında, geçmişte kurulan cemiyetler sınıflandırırken, 1918’de İstanbul’da kurulan Kürdistan Teali Cemiyetini “zararlı cemiyetler” arasına yazdırırlar. Kürdistan’da kurulan Kürdistan İstiklal Cemiyetinin (Azadi) ve Xoybun’un isimlerini anmazlar. Resmî ideolojinin son yüz yıllık “zoraki” tarihsel romanı aşındıkça, yeni aktörler ile bayat senaryolarını sürdürme gayreti içindeler. Buraya kadar elbette şaşılacak bir durum yoktur.

Geçtiğimiz günlerde Rudaw’ın internet sitesinde Sayın Kawa Emin'in, Abdullilah Fırat Bey’le yaptığı söyleşiler yayımlandı. Abdülillah Bey’in 1925 Hareketi’ne dair düşüncelerini anlatması kendi hakkıdır, ancak hayallerini kurgulayarak senaryolaştırması ve tarihe mal olmuş şahsiyetlere çamur atma gayreti içine girmesi Kürdistan tarihine saygısızlık, Sayın Mesud Barzani’nin tabiri ile “…emanete ihanettir.” Söyleşi, hem çelişkilerle dolu, hem de 1918-1925 dönemini ve sürecin tüm aktörelerini inkâr ediyor ve  Şeyh Said Efendi’nin mahkeme ifadelerini yok sayıyor. Meselenin detaylarına girmeden, süreci kısa özetleyip bazı kritik hususlar üzerinde duracağım.

 1915-1930 dönemi Kürdistan tarihindeki en kritik dönemdir. Osmanlı İmparatorluğu’nun dağıldığı, Ortadoğu’nun yeniden paylaşıldığı ve Kürdistan’ın parçalandığı dönemdir. 1. Dünya Savaşı’nın akabinde Kürt siyasal örgütlenmelerinin aktif olarak tarih sahnesine çıktığı döneme tekabül eder. 1918’de İstanbul’da Kürdistan Teali Cemiyeti, 1920’lerin sonunda Erzurum’da Kürdistan İstiklal Cemiyeti ve 1927 yılında Xoybun Cemiyeti kurulur. Bu üç Cemiyet Kürt milli taleplerine sahiptirler ve Kürt toplumunda karşılıkları vardır. Söz konusu cemiyetlerden Kürdistan İstiklal Cemiyeti, en etkili olanıdır. Kürdistan merkezli olması, lideri Halit Bey’in etkili ve güven veren bir şahsiyet olması, Cemiyetin ciddi siyasi-askeri-diplomatik kadrolara sahip olması, Kürt muhafazakâr kesimine hitap edebilme kabiliyetinin olması kısa zamanda bir çekim merkezi olmasını sağlamıştır. 1920 yılının son aylarında Cibranlı Halit Bey’in başkanlığında 24 Kürt subayının Erzurum’da kurduğu Kürdistan İstiklal Cemiyeti; 1923 yılına kadar illegal faaliyetlerini yürütür. Cemiyet, Rus devlet arşivlerindeki belgelerde ‘Erzurum Kürt Komitesi’, İngiliz belgelerinde ‘Milliyetçi Kürt Komitesi’, Fransız belgelerinde ‘Erzurum Milliyetçi Kürt Komitesi’ diye geçer. Kürdistan İstiklal Cemiyeti, 1922 yılında, şubeleri 1920 yılında kapatılan Kürdistan Teali Cemiyeti ile birleşir. Cemiyet, 1923 yılında Lozan Anlaşmasının imzalanmasından sonra, genel bir ayaklanma hazırlığı içine girer. Bu hususta ulaşabildiğimiz bütün kaynaklar örtüşmektedir, ancak herhangi tarih vermek zorlamadır. Bundan hareketle 1923 yılından sonra kitlesel çalışmaya yönelir. Kürdistan’da aşiret reisleriyle ve dini şahsiyetlerle ilişkiye geçerler. Çalışmalar birkaç koldan yürütülür. Cemiyetin merkezi kadrolarından Kemal Fevzi, Sımko’nun (İsmail Ağayê Şıkaki) desteğini sağlamak amacıyla kendisinin yanına gönderilir. Cemiyetin önemli kadrolarından Yusuf Ziya Bey, Serhat bölgesini dolaşırken, Cemiyetin merkezi kadrolarından Mela Abdurrahman (Şırnaki) Botan bölgesinde görevlendirilmiştir. Ayrıca Cemiyetin kurucularından Yüzbaşı İhsan Nuri (İhsan Nuri Paşa) ve arkadaşları ordu içindeki faaliyetleri yürütmektedirler. Cemiyetin Lideri Cibranlı Halit Bey, diplomatik faaliyetleri yürütürken aynı zamanda Kürdistan’da etkili olabilecek şahsiyetlerle bir bir görüşmeler gerçekleştirir. Devletin istihbarat raporlarına göre Halit Bey, 5 Ağustos 1924 ve 24 Eylül 1924 tarihinde Erzurum’da iki kez Mela Said-i Kurdi ile görüşür. Ayrıca 1924’ün sonbaharında Erzurum’da Şeyh Said Efendi ve Mela Abdulhamid’le görüşür. Bütün bu görüşmelerin amacı, hazırlığı yapılan kitlesel bir ayaklanmaya söz konusu şahsiyetlerin desteğini sağlamaktır. Azadi kadroları şartların kendi lehlerine olgunlaşması için çabalarken, Devlet yapılan hazırlıkların önünü almak, sekteye uğratmak için harekete geçer. İsrailli istihbaratçı Şalom Nakdimon, ‘Irak ve Ortadoğu’da Mossad’ adlı kitabının tanıtım yazısında şöyle bir tespit yapar:

Oysa olup bitenin öylesine çarpıcı ve bir o kadar da bilinmeyen bir perde arkası var ki çoğu kez gelişmelerin hızı geriye dönüp ‘niçin’ sorusunu sormaya fırsat bırakmadığı için görmekten yoksun kalıyoruz.”[1]

1924’ün sonbaharında tam da Nakdimon’un işaret ettiği gibi baş döndüren bir trafik yaşanmaktadır. Azadi, çalışmalarını yoğunlaştırmakta, devlet Azadi’nin çalışmalarını olgunlaştırmadan önünü alma operasyonlarını başlatır. Bu amaçla Mustafa Kemal Paşa, Eylül 1924 tarihinde başlayan Ekim ortalarına kadar süren Erzurum-Sarıkamış gezisinde durumu yerinde görmek için bir gezi düzenler. Mustafa Kemal, gezinin Sarıkamış durağında Karakurt Nahiye Müdürü Hüseyinzade Halil Bey ve  kardeşi Abbas Bey’i evinde ziyaret eder ve kendilerinden Cıbranlı Halit Bey’le görüşmelerini, ‘ Halit Bey’i faaliyetlerine son vermesi konusunda ikna etmelerini’ talep eder. Abbas Bey’in ailesinden Muhsin Karakurt şöyle yazar: “Nitekim Reisicumhurun gidişinden hemen sonra Hüseyinzade Halil Bey ile Cibranlı Halit Bey Karakurt Nahiyesinde buluşmuşlar ve düşünülen isyan hakkında konuşmuşlardır. Ancak her iki taraf birbirlerini ikna edememişlerdir. Bu konuşmadan yaklaşık  iki ay sonra tutuklanıp Karapınar köyüne getirilen, Cibranlı Halit Bey’i, Abbas Bey de tüm ısrarlara rağmen ikna edememiştir.” [2]

Mustafa Kemal, “ Halit Bey’in liderliğinde beklenen ayaklanmanın, alınacak tedbirlerle başlamadan bitirmek.” için sahaya inmiştir. Mustafa Kemal 7 Ekim 1924 tarihinde Sarıkamış’tan Erzurum’a döner ve Halit Bey’le görüşür, ancak görüşme son derece gergin bir ortamda geçer. Mustafa Kemal Paşa ile Halit Bey’in Erzurum’daki görüşmesi Sovyetler Birliği’nin devlet arşivindeki raporlarda yer alır. Görüşme şöyle aktarılmaktadır:

 “Xalid Cıbranlı amacını da hiç kimseden gizlemiyor ve herkese de açık açık söylüyor. Türk hareketine hiç katılmadı ve ayrı hareket etti. Özgür bir şekilde sosyal ve toplumsal faaliyetlere kendini vermek istediğinden dolayı birçok defa işinden ayrılma isteminde bulundu. Fakat şimdiye kadar bu amacına ulaşamadı. Çünkü Halit Bey’in siyasal faaliyetleri Türk devletinin gönlüne göre değildi. Onlar, Halit Bey’in uzaklaşmaması için ve onu denetlemek için askeri kurum ve kuruluşlar içinde tutmaya çalışıyorlardı. Deniliyor ki Mustafa Kemal Erzurum’a yaptığı son gezide Xalid Bey’i ziyaret etmiş ve kendisine işinden ayrılmamasını ve bunu düşünmemesini istemiştir. Xalid Bey son dönemlerde bazı faaliyetler örgütledi.”[3]

Mustafa Kemal, Erzurum’dan Ankara’ya döndükten sonra son kez Muş Mebusu İlyas Sami’yi aracı olarak Halit Bey’e gönderir. Halit Bey, İlyas Sami ile Erzurum’da yaptığı görüşmede kendisine yapılan tüm teklifleri reddeder. Bunun üzerine İhsan Nuri liderliğindeki Beytüşşebap Ayaklanması bahane edilerek, önce Yusuf Ziya Bey, Teğmen Ali Rıza Bey, Faik Bey ve Mela Abdurrahman tutuklanır. Akabinde 20 Aralık 1924 tarihinde Azadi Lideri Halit Bey Erzurum’da tutuklanarak Ağrı-Patnos üzeri Bitlis cezaevine gönderilir. Halit Bey’in tutuklanmasından dört gün sonra 24 Aralık 1924 tarihinde Şeyh Sait Efendi Hınıs’ta ifadeye çağrılır. İfadesi alındıktan sonra serbest bırakılır. Şeyh Sait Efendi, serbest bırakıldıktan üç gün sonra 27 Aralık 1924 tarihinde Karlıova üzeri Diyarbakır’a doğru seyahate çıkar. Başta Halit Bey olmak üzere Cemiyet yöneticileri yaptıkları çağrılarda paniğe kapılmamasını, tahriklere cevap verilmemesini ve sakin durarak hazırlık yapmalarını dile getirirler. Azadi yöneticilerine göre devlet, bir an önce olayları başlatmak ve hareketi vaktinden önce ‘patlatarak’ boğmayı hedeflemektedir. Ne yazık ki Şeyh Sait Efendi’nin gezisi Piran’da kontrolden çıkmış ve devlet istediği fırsattı yakalamıştır.

PİRAN VAKASI NASIL GELİŞTİ?

Daha önce kaleme aldığım “ 1925 Hareketi Azadi Cemiyeti”[4] adlı kitabımda ve akabinde Nerinaazad adlı sitede yayınlanan “1925 Kürt Milli Hareketi I,II,III”[5] başlıklı makalelerimde süreci detaylarıyla anlatmaya çalıştım. “1925 Kürt Milli Hareketi, ‘Piran Vakası’ndan Mahkeme Safhasına-III” başlıklı makalede ise Piran’dan meydana gelen gelişmeleri aktardım. Söz konusu makaleden şunları söylemiştim;

Hareketin patlak verdiği ve genişlediği bölge Diyarbakır-Bingöl-Elazığ üçgenidir. Kuzey-doğuya Karlıova, Varto ve Hınıs hattına kadar yayılması Cıbranlıların ve Hasenanlıların “mecburi” katılımdan kaynaklanır. Üçgene dönersek engebeli, sarp arazi koşullarına sahip bir iç bölgedir. Ağırlıkla Zaza Kürtleri yaşarlar. Sosyolojik yapıları kendine has özellikler taşır. Büyük aşiret örgütlenmeleri yoktur. Daha çok küçük aşiretlerden oluşurlar ve aralarında aşiretsiz yaşayanlar da vardır. Bölgenin arazi yapısı da dikkate alındığında daha kontrolsüz yaşarlar. Oldukça muhafazakâr sayılırlar ve bölgede etkin olan tamamı Nakşibendi tarikatına mensup ailelere ( Palu-Piran, Çan, Melekan, Genç şeyhlerine) bağlıdırlar. İç bölge olması, küçük aşiretlerden oluşması, bölgenin sarp ve kontrolünün zor olması nedeniyle Hamidiye Alaylarına alınmamışlar. Bu nedenle de askeri tecrübeleri son derece kısıtlıdır. Bölgeyi iyi tanıyan bu konularda araştırmaları olan Sosyolog Yusuf Ziya Döger, bölgenin sosyolojik yapısıyla ilgili şunları söylemektedir:

“ Şeyh Said Başkaldırısının gerçekleştiği yöresel alanın toplamına bakıldığında Varto, Karlıova ve Hınıs’ın belli yerleri dışında geçmişte Hamidiye Alaylarının oluşturulmadığını görmekteyiz. Bingöl, Palu, Lice, Piran, Ergani ve Genç gibi yerler Hamidiye Alaylarının oluşturulmadığı alanlardır.

Devlet aklının Şeyh Said’i Piran’da başkaldırıya zorladığı dikkate alınırsa, seçilen yerlerde askeri deneyime sahip olmayan küçük aşirlerin yerleşik olduğunu görebiliyoruz. Yine Şeyh Said Başkaldırısının gerçekleştiği tüm alan dikkatle incelendiğinde seçilen –kıyama zorlanan- bölgenin Kırd/Zaza bölgesi olmasına özel bir alam yüklemenin mümkün olup olmadığını da düşünmek zorundayız. Eğer bu mümkün ise acaba devlet aklının –kıyama zorlanan- bu alanı seçmesinde hangi argümanlarını aramak gerekir?”[i]

Piran bölge olarak bilinçli seçildiyse yukarıda belirtilen hususların (dağınık, kontrolü zor, askeri bilginin yetersizliği, dini hassasiyetin yüksekliği) planlanmamış, organize edilmemiş bir hareket vuku bulduğunda, devlet lehine bir avantaj olacağı açıktır. Nitekim Şeyh Said Efendi, söz konusu hususlara ısrarla dikkat çeker ve şunları söyler:

“Çevremde bulunan halkın yeni fenni ilimden yoksun oldukları için akaid, fıkıh ve hadisten başka bir şey bilmezler. Bu sırada medreselerin, şeyhülislam ve şeriat mahkemelerinin içki yasağı kanununun feshedilmesi ve nikâh ve talakın bazı hükümlerinin değiştirilmesi ve durdurulması haberleri ahalinin kalbinde büyük bir tesir uyandırmıştı.”

“…İş bu müfreze, mahkumları görürler ve Muhammed Ağanın hanesini basarlar. Mahkumlar da yemin edip teslim olmayacaklarını söylerler. Haber aldım, zihnim karıştı. Bir karışıklık çıkmasın diye bir iki adam ricacı gönderdim. Bir mülazım geldi, ayağa kalktım. İki defa rica etsem de kabul buyurmadılar. Derhal hayvanları hazırlamalarını söyledim. Hazırlandılar, o sırada silah sesi geldi.  Galiba bir yaralı Kürtlerden, iki de jandarmalardan vaki oldu. Biz de Piran’dan çıkıp Hınıs’a doğru yola düştük. Hani’ye uğramayarak ikinci gün Kağlik köyüne ulaştım. Her taraftan Kürtler galeyan ve heyecana geldiler, önünü alamadım.”[ii]

Şeyh Said Efendi, kitlenin oldukça muhafazakâr bakış açına sahip olduğunu, Türkiye’de meydana gelen bazı gelişmelere aşırı tepki verdiğini, kendisinin de kitleyi kontrol edemediğini dile getiriyor. Şeyh Said Efendinin dile getirdiği bir başka husus var ki bundan kendisin de etkilendiğini söylüyor. Nedir Şeyh Said Efendinin dile getirdiği bir başka husus:

“ Bir de bu hadisenin yayılması ve genişletilmesi yalan haberlerdi, yani o gün de Lice tarafından gelen ve Lice katırcılarından tanımadığım bir adam, Elaziz tarafından gelmişlerdi, Elaziz’in Dersim’in aşiretler tarafından işgal olunmuştur diyordu. Silvan tarafından da bir adam gelmişti, o da Bitlis vilayetinin aşiretler tarafından işgal olunduğunu söylüyordu. İki gün önce de Piran’dan bir adam geldi, Maden’in işgal edildiğini söyledi ve ondan birkaç gün sonra da Gaziantep ve Maraş’ın aşiretler tarafından işgal edildiği söyleniyordu. Muş’un Nuh Bey, Halit Bey ve aşiretler tarafından işgal edildiği, Erzincan’ın Dersimliler tarafından işgal edildiği, Trabzon’un Lazlar tarafından işgal edildiği söyleniyordu. Ver hasıl hayretler içinde kalmıştım, taacube düçar olup düşünüyordum. Dünyamız tamamen bertaraf olmuştu.”[iii]

13 Şubat 1925 günü olayların Piran’da patlak vermesi üzerine, 16 Şubat 1925 tarihinde İçişleri Bakanı Cemil Ubaydın imzasıyla bölge illeri valiliklerine ve askeri birimlere gönderilen talimatlarda şu tedbirlerin alınması istenmektedir.

“ Bitlis Harp Divanı tarafından çağrılan Şeyh Sait ifadeye gelmeyerek, Piran’da iki jandarmayı yaraladığı, diğerlerini esir aldığı, telgraf hatlarını kestiği tespit edilmiş. Sabık Cibranlı ve Hasenelı Halit’lerle irtibatlıdır. Erzincan, Erzurum ve Muş’tan birliklerin bölgeye kaydırarak telgraf hatlarının onarılmasını, hareketin genişlemesine engel olunması, Hasenenlı Halit ve arkadaşlarının takip ve tenkil hareketi için 3. Ordu Müfettişi Kazım Paşa’ya yetki verilmesi, Bitlis’te Özel Harp Divanı’nca tutuklanan şahısların kurtarma teşebbüslerine mâni olmak üzere Diyarbakır’a nakillerine lüzum olup olmadığına dair kararın Kazım Paşa ile Özel Harp Divanı’na bırakılması…”[6]

Bütün söylenenleri bir araya getirip değerlendirirsek, şöyle bir tablo ile karşılaşırız. Şeyh Said Efendi, 27 Aralık 1924 günü Şuşar’dan yola çıkıp yaklaşık 45 gün sayısız yerleşim yerine uğramış, sohbet toplantıları yapmış en nihayetinde 350-400 km yol kat ederek Piran’a varıncaya kadar devletin hiçbir müdahalesine uğramamıştır, ancak Piran’da adi mahkumlar üzerinde meydana gelen basit bir müsademe sonucu tabir caizse ‘kıyamet kopuyor’ ve buna engel olmak mümkün olmuyor. İşin en ilginç tarafı bu baş döndürücü trafik içinde kimsenin tanımadığı aktörler, her tarafın ele geçirildiğini (hatta Trabzon’un) geriye kalan Diyarbakır’ın ele geçirilmesi artık ‘vacip’ oluyor. Kabul etmek gerekir ki devlet açısında oldukça başarılı bir operasyondur. Olayların başlamasından sonra, Bitlis’te tutuklu bulunan Halit Bey ve arkadaşlarının kurtarılması ihtimaline karşı özel tedbirlerin hemen alınması dikkat çekicidir. Elâzığ-Bingöl-Diyarbakır üçgeninin seçilmesi ve Şeyh Said Efendi’nin ‘kıyama zorlanmasının’ destekleyecek başka argümanlar var mıdır? Bunlara bakalım:

 Bunlardan birincisi Diyarbakır-Bingöl-Elâzığ üçgeni, dünyada sayılı maden yataklarına ev sahipliği yapmasıdır. Ergani-Maden mıntıkasındaki bakır-krom maden yataklarının hikayesi uzundur. 1924 yılında modernize edilerek yeniden işletilmesi gündeme gelir. Bunun için yabancı sermaye ortaklığı gereklidir.1. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında özellikle Alman uzmanlar maden yataklarını incelemiş, madenlerin sanayileri için önemini raporlarla hükümetlerine sunmuştur. Bu nedenle başta Alman olmak üzere, Fransız ve İngiliz şirketleri bölgeye gelmeye hazırdırlar.

Bu amaçla 17.01.1924 tarihinde TBMM’ye sunulan ve Meclis’in 85 nolu oturumda görüşülen Kanun teklifinin gerekçesinde şunlar yazmaktadır:

 “Dünyanın en zengin bakır madenlerinden biri olan ve kütle madenyesi Harbi Umumi zamanında Almanya’dan celp edilen Heyeti fenniye vasıtasıyla icra edilen keşif raporu mucibince Elli milyon altın lira kıymetinde bulunan Ergani bakır madeni % 20 yakın saf cevhere ve % 7 miktarı ile cürufa maliktir.”[iv]

Ergani bakır madenlerinin işletilmesini öngören kanun teklifi 1 Nisan 1924 tarihinde görüşülerek kabul edilmiştir. Daha önce imtiyaz hakkı, 14 Ağustos 1917 ve 18 Ağustos 1918 tarihli mukavele ile İtibari Milli Bankasına verilen maden sahası, 3 Mayıs 1924 tarihinde Ergani Bakırı Türk Anonim Şirketi adıyla yeni bir şirket kurularak, İtibarı Milli Bankasının imtiyaz hakkı, Ergani Bakırı Türk Anonim Şirketine devir edilmiştir. İtibari Milli Bankası 1928 yılında Türkiye İş Bankasıyla birleşmiştir. İşin en dikkat çekici yanı Şirketin idare meclisi ilk toplantısını 5 Şubat 1925 tarihinde yapılır ve iştirak, iştirak edenlerin sermaye katkıları belirlenir. Mediha Muzaffer Baysal’a göre iştirak taksimatı 1924 yılında yapılmıştır. Şöyle diyor Baysal:

“…1924 yılında banka imtiyazı yenilenmiş ve beş muhtelif müessese ile iştirak ederek şirketi tesis etmeye teşebbüs etmiştir. Bu müesseseler: 1- Syndicat d’Entrprleses d’Orient(Fransız), 2-Socite Schrader(İngiliz), 3-Kreditanstalit(Alman), 4- Deutche Bank(Alman), 5- Baron Hirsch (Avusturya).”[v]

Şirketin kayıtlarına göre Şirketin sermayesi 3.000.000 Türk Lirasıdır ve bu sermayenin yarısı Deutche Bank’a aittir. Hissedarlar prensipte 1924 yılında anlaşmış olsalar da ortaklığın resmileştirilmesi ve ilanı 5 Şubat 1925 tarihli toplantıda gerçekleştirilmiştir. Bir başka anlatımla Piran’da başlayan Hadisenin bir hafta öncesine denk gelmektedir. Ayaklanmanın ayak seslerinin duyulduğu bir dönemde, tam da ayaklanma bölgesinde uluslararası şirketlerle oldukça önemli bir yatırıma imza atılmış olması herhalde tesadüfi değildir. Şirketin belgelerine göre,

“6 Nisan 14 Mayıs 1925 tarihli içtihatlarımızda tetkik edilmiş ve Şirket işlerinin İstanbul’da birlikte Umumi Müdür ve Ergani’de Umumi Müdürlüğe bağlı olmak üzere İşletme Müdürlüğü tarafından ve Berlin’de mesai Encümeni teşkili suretiyle ifa ve idaresi kararlaştırılmıştır.

…Büyük Harp yıllarında ve uzun müddet vazife ile Ergani madenin’de Fenni teşebbüsler bulunmuş olan Mühendis Mösyö Müller Hering dahi, ayda üç bin altın mark tahsisat almak ve her yıl sonunda temettü hisselerinden de müstefit olmak şartıyla, 1 Nisan 1925 tarihinden itibaren Umumi Müdürlüğe tayin olunmuştur.”[vi]

Bütün bu iştirak ve paylaşımlar Ayaklanmanın ‘patlak’ verdiği 13 Şubat 1925 tarihinde bir hafta öncesinde yapılıyor, Şirketin Türkiye ve Almanya’da teşkilatlanmasına ve yöneticilerin atanmasına Piran’da başlayan Hareketin başarısızlığa uğradığı Nisan 1925’e denk gelmesi de bir başka tesadüf müdür?

 İngiliz istihbaratının Azadi’nin ayaklanma hazırlığı içinde olduğunu 20 Şubat 1924 yılında öğrenip Londra’ya bildirdiğine göre, uluslararası sermaye bu denli büyük bir yatırımı yapmaya nasıl ikna oldu? Dr. İhsan Şerif Kaymaz’ın aktardığı belgelere göre bilinenin aksine İngiliz istihbaratı 1924 yılının başında Azadi’nin çalışmaları hakkında detaylı bilgiye sahiptir. Dobbs’ın 20.02.1924 tarihinde  “çok gizli” ibaresiyle Londra’ya iletilen ve iki bölümden oluşan raporlarda bölgedeki gelişmeler detaylı olarak anlatılmaktadır. “Türk Seferberliği” ve “Türkiye’de Kürtlerin Durumu”.[vii]Rapordaki bilgilerin Türk ordusundaki bir subaydan temin edildiği belirtilmektedir. Söz konusu raporda şu bilgiler verilmektedir:

 “…Türkiye’deki Kürtler arasında çok yaygın bağımsızlık propagandasının sürdürülmekte olduğunu ve hareketin başına geçmişte Hamidiye Alaylarında komutanlık yapmış olan Cibranlı Aşireti’nden Miralay Halit Bey’in çektiğini belirtiyordu. Türk Hükümetinin, onu göz altında tutmak için Erzurum’da edilgen bir göreve getirdiği, buna karşın Halit Bey’in eylemlerini sürdürdüğü kaydedilen raporda, Hasenan Aşiretinden Kaymakam Halit Bey, Balki (Batki olabilir T.S.) Aşiretinden Hasan Ağa, Haydaran Aşiretinden Şeyh Abdurrezak ile Hüseyin Paşa’nın oğlu Salih Bey ve diğer bazı aşiret şeflerinin de onunla birlikte olduklarını anlatıyordu. Raporun yazarı, bu kişileri, eylemlerinin Türkler tarafından bilindiği ve izlendiği konusunda uyarıldığını, bunun üzerine onların da, askere alma çağrılarını dikkate almamak suretiyle Türk Hükümetine karşı pasif direnişe geçtiklerini öne sürüyordu. Eğer dışardan bir yardım sağlanabilirse, hareketin Türkiye’ye karşı ayaklanmaya hazır olduğunu ve bir Türk düşmanı olan Sımko’nun da bir yandan Türklerle iyi geçindiği görüntüsü verirken, diğer yandan bu grupla ilişki içinde bulunduğunu ifade ediyordu. Buna karşın Mirza Bey oğlu Hacı Musa Bey gibi bazı kişilerin, Türk Hükümeti işbirliği içinde olduğu belirtiliyor.”[viii]

Söz konusu raporlardan, bölgede olup bitenlerin Türk Hükümeti tarafından dikkatle izlendiği, Azadi’ye yönelik operasonel faaliyetlere geçildiğini anlıyoruz. Dr. İhsan Şerif Kaymaz’a göre Azadi’ye yönelik adımlar üç koldan yürütüldü. 01.08.1924 tarihinde Diyarbakır’da Türk-Kürt kongresi adıyla bir kongre tertip edip Azadi’nin etkisini sınırlandırmak, ikinci olarak Örgütün lider kadrosunu devre dışı bırakmak, üçüncüsü, casuslar vasıtasıyla hedef ve faaliyetlerini izlemeye alarak, en uygun zamanda ve en uygun yerde patlamasını sağlamak. Meselenin üstünde bu kadar titizlikle duran Türk Hükümetinin Şeyh Said Efendi’nin Hınıs’tan çıkmasından sonra neden geziye müdahale etmediği hususu, İngiltere’nin raporlarına yansımıştır. İngiliz Dışişleri Bakanlığı görevlilerinden James Morgan tarafından hazırlanan 4. 3. 1925 tarihli raporda, ayaklanmanın Türkiye tarafından planlanmış olabileceği olasılığına dikkat çekmektedir.[ix]

Farklı raporlarda ise kendisi planlamasa bile kendisine fayda sağlayacak bir zemine gelmesini bekledi. Başka bir anlatımla Türk Hükümetinin Kürt cenahındaki mevcut zayıflıkları bildiğini, Piran’da baş gösteren ayaklanmanın ciddiyetini abarttığını, askeri operasyonlara geç başladığını, ayaklanma başladıktan sonra askeri yığınak yaptığını ve muhalefeti bastırmak için kullandığını söylerler. Türk Hükümetinin tutumu dikkatle incelendiğinde bir tedirginlik havası izlenmediğini, TBMM ancak olayların patlak vermesinden 10 gün sonra toplandığını görüyoruz. 23.02.1925 Pazartesi günü toplanan ancak Başvekil Ali Fethi Bey’in hazır bulunmaması üzerine oturum 25.02.1925 Çarşamba gününe ertelenmiştir. Meclis’in 25.02.1925 Çarşamba günkü toplantısında Başvekil Ali Fethi Bey (Okyar)  yaptığı konuşmada söyledikleri hayli dikkat çekicidir.

“Malumu alinizdir ki, geçen yaz ortalarında Nasturi harekâtı icra edilmiş ve bu harekât esnasında bazı zabitan ecnabi tezviratına kapılarak hududun Cenup cihatine geçmişlerdir. Hıyaneti vataniyeyi işaret eden bu harekâtın, dahilinde bulunan müşevvikleri hakkında elde ettiğimiz delail ve emaret üzerine bazı zevat Bitlis Divanı Harbinde muhakemeleri icra olunmak üzere tevkif edilmişlerdir. Bu tevkif edilen zevat ile uzaktan ve yakından münasebeti olan ve Divanı Harpçe istinabe tarikiyle şahadetlerine lüzum görülen Nakşibendi şeyhlerinden Şeyh Sait namında zat vardır.

…Buna dair Heyeti Celilerinize malumat vermek için yine ussat yedinde bulunmuş olan vesikadan istifade etmek isterim. Elde edilen bu vesikada ve maktullerin üzerinde bulunmuş[x] olan mektuba nazaran, güya Türkiye Cumhuriyeti, o havalide sekiz yüz kişinin katiline emir vermiş ve bu katil olunacak zevat arasında Şeyh Sait bulunmakta imiş. Bu malumatı para mukabilinde elde etmiş ve bundan kurtulmak için zaten muzber olan, mürettep olan isyanı şimdi yapmaya mecburum…

…Ancak bu, umumiyet içinde fiiliyat Piran’da vakitsizce infilak ettiği için, kuvvetsiz bulunan Piran, Lice, Genç muhiti havzasına mahsur kalmıştır. Halen Lice ve Piran hattının az Cenubu ve Genç’e kadar imtidat eden Şimali-arz ettiğim propaganda levsine fiilen kapılmış gibidir. Kuvvet bulunan menatıkta  ise maruz propagandanın yalnız kavliyatı mesmundur ve  fakat mütemadiyen öteden ötede beride dolaştıkları işitilen ve kanunen tutulamayan Kürtçü tanınmış zevat tarafından fiiliyatta teşviki vardır.”

Başvekil Ali Fethi Bey’in 25.02.1925 tarihinde Mecliste yaptığı konuşmadan dikkat çeken üç önemli husus vardır. Birincisi Şeyh Sait Efendi’nin ‘bazı emarelere’ binaen Bitlis Harp Divanınca tutuklanan ‘zevat’ la ilişkisi vardır. İkincisi: Bitlis’te tutuklanan ‘ Kürtçü zevatın’ ve ‘kanunen’ tutuklanmasını gerektirecek delil yoktur. Üçüncüsü; Hareket ‘Piran’da ‘vakitsiz’ infilak etmiştir’ ve buna Şeyh Sait Efendi’nin eline geçen (ya da geçmesi istenen T.S.) devlete ait bir belgenin sebep olduğudur.[xi]  İngiliz İstihbarat raporlarından ve Başvekil Ali Fethi Bey’in konuşmasının satır aralarından devletin ‘acil’ bir ayaklanma çıkmasına ihtiyaç duyduğu aşikârdır. ‘Acil’ ayaklanmanın Kürtlerde ‘baş’ olabilecek herkesin tasfiyesine imkân verecek, aynı zamanda Diyarbakır-Elâzığ-Bingöl üçgeninin ‘terbiye’ edilerek, güven içinde uluslararası sermayenin yatırımlarına açılmasını sağlayacaktır.

Yukarıda işaret ettiğimiz tabloyu doğrulayan, Hareketin bastırılmasından sonra hazırlana ve 07 Mayıs 1926 yılında ilgili makama sunulan değerlendirme raporu var. Rapor 1924-1925 yıllarında Başbakanlık Özel Kalem Müdürü Necmettin Sahir Sılan’ın arşivinde çıkmıştır. Raporu hazırlayanın ismi belirtilmemiştir ya da çeviriyi yapanlar ismi yazmayı uygun görmediler. Kendisi Maarif Vezaretinde çalıştığını söylese de bütün askerî harekâtların içindedir. Kendi kaleminden yazılanlara bakılırsa olayın Piran’da patlak verdiği gün Elazığ’dadır. Kürt kuvvetlerinin Elazığ’a girdiklerinde şehirdedir ve subaylarla beraberdir. Şehir geri alındığında Elazığ’ı, bütün çevresini dolaşır ve Malatya, Muş ve Bitlis’i dolaşarak Diyarbakır’a gelir. Bitlis Dava Dosyası hakkında bilgi sahibidir. Bütün Mahkemelerde hazır bulunur ve idamların tamamını izler. Rapor “HÜLASA: KÜRTLERE DAİR”[xii] başlığını taşımaktadır. Raporda iki bölüm aktaralım:

“Hadisede ilk kıyam edenler Zazalardır. Bunlar Şafii mezhebinden Nakşi tarikatından ve Halidi kolunda bulunuyorlar. Hemen hepsi de şeriat istiyoruz diyerek medreselerin tekrar açılmasını, padişah ve halifenin iadesini, mekteplerde yalnız Kur’an ve din dersleri okutulmasını musırrane talep ediyorlardı.

…Biraz sonra Diyarbakır, Bitlis ve Muş vilayetlerini de şümul-i dairesine alan bu hadise bütün üryanlığıyle mahiyetini gösterdi ve hariçten idare edilen bir hareket olduğunu ortaya koydu. Bu iş İran’dan, Irak’tan ve Suriye’den idare edilmekte idi.[xiii] Belki Şeyh Sait’in ve avenesinin işin iç yüzünden haberleri yoktu; lakin asılan Doktor Fuat’ın ve  asılan sabık Bitlis Mebusu Yusuf Ziya’nın, biri asılan ve öbürü İran’a kaçan Cibranlı, Hasenanlı iki Halidin ve daha bunların arkadaşı olan birtakım Kürtçülerin maksadları bir Kürt istiklalinden başka bir şey değildi.”[xiv]

Raporda, Ayaklanmaya ilk katılan kitlenin tahlili yapılırken, Şeyh Said Efendi’nin Mahkemede yaptığı değerlendirmeye paralellik arz ediyor. Hadise yayıldıkça işin mahiyetinin değiştiğini söylüyor, Şeyh Said ve arkadaşlarının olup-bitenlerden pek de haberdar olmadıklarını belirtiyor. Ayrıca ilerleyen bölümde yukarıda sayılan “hakiki Kürtçülerin” yanı sıra Mondros Mütarekesi’ni müteakip olası gelişmelere tavır belirleyen, ‘Kürt ekseriyetine istinad ederek’  ‘mevki ve menfaat’ temini gayeli Kürtçüler olduğunu söylemekten geri durmuyor.

Farklı kaynaklardan ve farklı tarafların sürece dair yaptıkları değerlendirmelerde üzerinden üstünde hem fikir olunan hususların başında Piran Vakasının Kürtler açısından ‘vakitsiz’ olduğu, Devlet açısından ‘fırsat’ yarattığıdır. Şark İstiklal Mahkemesi Başsavcısı Ahmet Süreyya Örgeevren, “Fırsat bu fırsattı. Sonra bir mecburiyet de hasıl olmuştu. Çünkü: “ Bitlis Divan-ı Harbi Mahsusu” öteden beri –Şark vilayetlerinin mühim bir kısmında- için için işlenip beslemekte olan Kürt milliyetçiliği hazırlıkları ve tertibatını örten perdeyi yırtmış bulunuyordu. Daha geç kalmakta fayda yoktu, zarar olabilirdi.”[xv]

Devlet cenahında dört gözle beklenen, geç kalmasında büyük zararların olabileceği düşünen devlet aklı Piran’ı ‘hayırlı’ vaka olarak karşıladı. Piran, yer, zaman ve söylem olarak çok uygundu. Sadece dini retorik üzerinden patlayan bir ayaklanmanın, dünya kamuoyunda Türkiye’nin elini rahatlatacak ve destek olarak geri dönecektir. Zira 1. Dünya Savaşı sonrası Ortadoğu’yu paylaşan İngilizler ve Fransızlar Türkiye Cumhuriyeti’ne desteklerini sunarken, Halifeliğin kaldırılmasını, Müslüman dünyasının liderliğini düşünmemesini ve Batı dünyasının bir parçası olarak kalmalarını şart koşmuşlardı. İngilizler üç ana karargâh ( Kahire, Bağdat, Yeni Delhi) üzerinden Müslüman dünyasının yeni lideriydi. Öte yandan Doğunun yeni gücü Sovyetler Birliği’nin isteyebileceği en son  şey yanı başında bir Şeriatçı ayaklanmanın boy göstermesidir. Uluslararası konjonktür dikkate alındığında Türkiye Cumhuriyeti’ne göre olası bir ayaklanmanın  ‘erken’ olması kadar, ‘şeriatçı’ formatında olması da hayati önemdedir. Oysa Halit Bey’in 1923 yılında Binbaşı Kasım’a gönderdiği mektuplarında bu hususta (hareketin niteliği) ciddi tespitleri ve ikazları vardır. Söz konusu ikazlar Kürt cenahına yöneliktir. 29 Mayıs 339 (1923) tarihli mektubunda: “Din ve millet hususunda hiç kimsenin mazeretini kabul etmem. Benimle hemfikir oluşunuz yahud kat-ı alaka ederiz. …Benim tabiatım doğru yoldur Riya, rekapu ( dalkavaluk) vesaire yoktur. Başım din ve milletim uğruna fedadır.” Halit Bey, din ve millet konusunda hassasiyetlerini dile getirirken ve 7 Temmuz 339 (1923) tarihi mektubun da ise meseleye bakışını çok net biçimde ortaya koyar. Şöyle demektedir Halit Bey: “ Türk mefkûresi bizim için muhaldir (olamaz).Fakat mefkûremizin (Kürtlük) ifrat ve itidalini tevhidi mümkündür. Kavmiyet mefkûresine muhalif olanlar milleti meyanda menfur olur.” Halit Bey, ‘mefkûremiz’ diye tanımladığı anlayışını Nisan 339 (1923) tarihli mektubunda; “…bu zaman Kürdlük cereyanı zamanıdır. Bizim hakkımızda daha iyidir.” Ve mektubun sonunda, “ Siz rahat oturuyorsunuz. Uyuşukluk doğru değildir. Hatta meydan-ı faaliyetde  şerefle ölmek gerekir.”[xvi] diye tamamlar. Halit Bey’in mektuplarında vurgu yaptığı hususlar, aynı zamanda Kürt dini kesimlerinde sürmekte olan tartışmalara da işaret etmektedir. Halit Bey, ısrarla kavmiyetçiliğin ( milliyetçiliğin) İslamiyet’e aykırı olmadığını, kendi kavmine sahip çıkmayanların ‘milletin meyanında menfur’ olacağını söyler. Bu nedenle Halit Bey’in 1924 yılı içerisinde değişik tarihlerde Mela Said (Kurdi), Şeyh Said Efendi, Mela Abdulhamid Efendi, Şeyh Abdullah Efendi gibi şahsiyetlerle yaptığı görüşmelerin içeriği söz konusu hususları kapsamakta, milli ve manevi değerlerimize saygılı bir hareketin önemine atıf yapılmaktadır. Cemiyetin (Azadi) yaptığı diplomatik temaslarda (Bolşeviklerle- İngilizlerle) kendileriyle beraber hareket eden dini şahsiyetlerin varlığının milli bir hareket olmalarından kaynaklandığını, Kemalist rejimin anti propagandalarına itibar edilmemesi gerektiği söylerler. Ancak Cemiyetin siyasi ve askeri liderleri devre dışı kalmalarından sonra, Şeyhlerin liderliğinde başlayan hareketin ‘vakitsiz’ olduğu kadar, ‘şeriatçı’ söylemlerin ağırlığı, devletin elini oldukça kuvvetlendirir. Bu nedenle Mahkeme safhası bu formata uygun dizayn edilmiştir. Şöyle ki:

Devletin ısrarla aralarında bağ mevcuttur denmesine rağmen, Hareketin siyasi liderleri Bitlis Harp Divanında, geri kalanlar Şark İstiklal Mahkemesinde farklı tarihlerde ‘yargılanmışlardır’. Örneğin Dr. Fuat Diyarbakır’da tutuklu olmasına rağmen bekletilmemiş, 14 Nisan 1925 tarihinde aceleyle Mahkemeye çıkarılıp idam edilmiştir. Ayrıca Seyyid Abdulkadir ve arkadaşları, Şeyh Said Efendi beklenmeden Mayıs 1925 tarihinde idam edilmeleri, geriye Piran sonrası Şeyh Said Efendi ile hareket etmek zorunda kalan din adamları (şeyh, mela), bazı aşiret reisleri kaldılar. ‘Yargılamalar’ üç aylık kısa bir zaman diliminde olmasına rağmen ayrı ayrı yapılır. Devlet aklı, bir arada yapılması halinde düşünülen planlamanın tutmayacağının farkındaydı. Milli siyasi talepler temelinde bir savunmanın riskini göze alamazlardı. Tarihe miras olacak belgelere devletin bekasına halel getirecek ifadeler yer almamalıydı. Duruşmalar ayrı ayrı yapıldı, mizansene dönen Mahkeme salonlarındaki havanın değişmesine ve diğerlerini etkileme ihtimaline imkân verilmedi.

Şeyh Said Efendi ve arkadaşlarının bir mühendislik harikası olan Mahkeme sürecine bakalım. Mahkeme derken hukuksal bir süreçten söz etmiyoruz. Kararların önceden alındığı, sadece infaza memur edilen bir ekibin, infazlardan önce şahsiyetleri rencide etme, bir birine düşürme çabaları en nihayetinde istediği formata dönüştürme gayretlerinin sergilendiği bir ortamı kast ediyoruz. Süreç iki yönlü yürütülmüştür. Hapishane görüşmeleri ve duruşma safhaları. Hapishane görüşmeleri Ali Saip (Ursavaş), Ahmet Süreyya (Örgeveren) ve Mazhar Müfit    ( Kansu) tarafından bire bir formatında yürütülür. Sayısız görüşme yapıldığını biliyoruz. Bunlardan sadece Ahmet Süreyya (Örgevren) anılarında kendisinin yaptığı görüşmelerden bir kaçını aktarır. Yapılan görüşmeler duruşmaların yol haritasını belirleme amacı taşır. Ahmet Süreyya anılarında Hapishane görüşmelerinin amacını şöyle ifade ediyor: “ Şeyh Sait ile gayri resmi – yani Şark İstiklal Mahkemesinin Müddeiumumisi sıfatı ve salahiyetimi bir yana bırakarak- birçok konuşmamız oldu.

Ben, maznun Şeyh ile yaptığım birçok konuşmaları, onun benim resmiyet dışındaki şahsiyet ve insani duygu ve dürüstlüğüme karşı, her ne sebep ve mülehaza ile olursa olsun, gösterdiği itimat ve emniyetten faydalanarak ondan öğrenebileceğim bazı hakikatleri zamanında milletime ve milli inkılap ve ihtilal tarihimize arz ve tevdi etmek maksadıyla yapıyordum.”[xvii]

Savcı, konuşmalarının amacının kendisine ‘güvenmesini’ sağlayarak ‘milletim’ için ‘faydalanmayı’  sağlamaktır, der. Söz konusu ‘fayda’ ileride sıkıntı yaratacak söz ve mülahazalara fırsat verilmemesi, ‘milli inkılaba’ hizmet edecek şekilde duruşmaların dinsel retorik üzerinden görülmesinden başka bir şey değildir. Söz konusu Hapishane konuşmalarından sadece bir örnek aktaracağım:

Ahmet Süreyya :“- Maslup Yusuf Ziya ve Cibranlı Halit size kıyam için teklifte bulunmuşlar ve Bitlis’teki askerlere ait cephaneliği ele geçireceklerinden falan da bashsetmişler. Yusuf Ziya size gelir gidermiş. Muşlu Nuh Bey falan da böyle bir hareket taraftarı imişler. Siz bunlardan haberdar olduğunuzu da inkâr etmemişsiniz ya..

Şeyh Said Efendi: -Onların fikri, davası başka idi.

Ahmet Süreyya: -Ne gibi bir dava?

Şeyh Said Efendi: -Kürdistan davası.. Kürt Hükümeti kurmak istediklerini Yusuf Ziya Bey’den duymuşem…

Ahmet Süreyya: -Bu bashi daha genişletip derinleştirmekten bir fayda umulmazdı. Şeyh Efendi kendisinin apaçık meydanda olan ihtilal hareketlerinin Piran’a ziyaret seyahatinden önce tertip ve tasmin edilmiş olduğunu bile katiyen ve külliyen inkâr ediyordu. Nerede kaldı ki Kürtlük davasında müşterek ve henfikir olduğunu söylesin bana…”[xviii]

Devlet aklı, Hapishane sohbetlerinde bile ‘tehlikeli söylemlere’ anında müdahale ediyor, ‘bu bahsi genişletip-derinleştirmeyelim’ deyip sınır çizmeyi ihmal etmiyor. Sınır nedir? Piran öncesi yok sayılmalı, örgütsel bir çalışma olduğu inkâr edilmeli, Kürt ulusal taleplerinin esamesi bile okunmamalıdır. Mahkeme ifadelerinde iki kişinin ifadesi önem arz etmektedir. Şeyh Said Efendi ve Binbaşı Kasım. Diğer Şahsiyetlere ait ifadeler bir birine benzerdir. Tek elden çıkmış gibidir. Şeyh Said Efendi’nin ifadesinde ve yöneltilen sorulara verdiği cevaplarda Hareketi savunma söz konusu değildir. Sadece Piran’da başlayan ayaklanmayı ‘zorunlu’ kabullenme söz konusudur. Şeyh Said Efendi, ‘önünü alamadım’ der ve ‘ne önündeydim ne arkasındaydım’ ifadesini kullanır. Bir örgütsel faaliyet olup olmadığı sorularına cevap verilmez. Genel telaffuz ‘Şeri hükümlerin’ uygulamasını istedikleri yönündedir. Bu gidişatın tek istisnası Binbaşı Kasım’ın ifadesidir. Söylenenlerin aksine Binbaşı Kasım; ‘..fakat asıl sebep Kürdistan istiklali idi. Kürdistan Cemiyeti nihayet Kürdistan İstiklal ve İstihlas Cemiyeti’[xix] adını kullanır. Binbaşı Kasım, Cemiyet’in faaliyetlerine katılmadığını ancak yakından izlediğini, yapılan çalışmaları devlet yetkililerine sözlü ve yazılı olarak rapor ettiğini ve tedbir alınmasını istediğini belirtir.

Sonuç itibariyle;

-1925 Hareketinin karakteri örgütlü ve millidir.

-Dini şahsiyetlerin yer alması milli bir hareketin amacıyla uyumludur ve genel karakterini değiştiremez.

-Piran Olayı planlanan ve kararlaştırılan bir hadise değildir. Piran vakası Azadi’nin kararı değildir ve Azadi’nin ikazlarına rağmen gerçekleşmiştir. Ayrıca Şeyh Said Efendi’nin de kararı değildir. Bundan hareketle Abdullilah Bey’in söylemleri gerçeklerle örtüşmemektedir. Hareketin devam ettiği bir dönemde Bağdat’ta bulunan Kürdistan İstiklal Cemiyeti kurucularından İhsan Nuri Bey, 1925 Hareketi ile ilgili yapılan yanlış değerlendirmelere dikkat çekerek şunları söyler:

“Kürtlerin ideali kendi ülkelerinde bağımsız özgürce yaşamak, kölelikten kurtulmak ve bundan sakınmak üzerine kuruludur. Fark ettik ki bu anlamlı ve güzel dava yanlış yorumlanıyor. Bu bağlamda, şehitlere karşı işlenen hataları düzeltmeyi görev edindim.”[7]

Resmi tarihten bağımsızlaşmak, yakın tarihe eleştirel bakma basiretini ortaya koymak, yanlışlarımızla yüzleşmek, Kürt tarihini saptırma ve geçmişe dönük algı oluşturma çabalarının karşısında olmak, şehitlerimize saygı göstermek hepimizin ortak görevidir. Ayrıca tarih ulusun müşterek ortak bir alanı olduğuna göre, en azında yakın tarihin sadeleştirilmesi, yanlışlardan arındırılması için siyasi partilerimizin, sivil toplum kurumlarımızın veya tarih çalışmalarına emek veren aydınlarımızın müşterek çalışmasına ihtiyaç olduğu açıktır.  30.01.2024 Saygılarımla.

(Yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Rûdaw Medya Grubu'nun kurumsal bakış açısıyla örtüşebilir ya da örtüşmeyebilir.)

[1] Şalon Nakdimon. Irak ve Ortadoğu’da Mossad, Elips Yayınları, 1.Baskı Temmuz 2004, s: Arka kapaktan

[2][2] Karakurt Muhsin, Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal ve Sarıkamış, Eğitimedair.net

[3] Xalid Bey Hakkında Bir Değerlendirme ve Bir Belge(10), Çev. Aris Arda, http: www.newroz.com

[4] Sever Tahsin, 1925 Hareketi, Azadi Cemiyeti, Nubihar Yay.

[5] Sever Tahsin, 1925 Kürt Milli Hareketi I, II, III, m.nerinaazad2.com

[6] TBMM Zabit Ceridesi XII. İkinci Dönem, s:134

[7] İhsan Nuri Paşa, 1925, Bağdat El-İstiklal Basımevi(



[i] Yusuf Ziya Döger, Şeyh Said Hareketi Sonrası, Peçar Tenkil Harekâtı/1927, Nübihar Yay. S:31

[ii] Kerem Serhedi.Serhıldana Şex Seid, Payiz Yay.s:279

[iii] A.g.e.s:280

[iv] Necmettin Sahir Sılan, Ergani Bakırı İşletme İşlerine Ait Safhalar(1917-1932) s:3

[v] Mediha Muzaffer Baysal, Ergani Bakır Yatağı, 1935, s:27

[vi] A.g.e. s:11

[vii] Dobbs-Thomas, FO371/10076, E2766/7/65

[viii] Dr. İhsan Şerif Kaymaz, Musul Sorunu, otopsi yay. S: 470-471

[ix] James Morgan, FO371/10867, E 1360/1091/44, Aktaran Dr. İhsan Şerif Kaymaz. A.g.e. s:487

[x] Elde yeterli bilgi olmamakla beraber söz konusu belgenin infial ve panik yaratmak amacıyla Şeyh Said Efendi’ye ulaştırılması kuvvetle muhtemeldir.

[xi]İttihatçılar iktidara geldikten sonra, Osmanlı bankasına tepki gösterirler ve 1917 başında Osmanlı İtibar-i Milli bankasını kurarlar. Yönetimde Maliye Nazırı Mehmet Cavit Bey, Hüseyin Cahit Bey ve Tevfik Bey vardır.

[xii] Necmettin Sahir Sılan Arşivi( Fon kodu: NS 03, Dosya No: 2 Belge No:5) S Seri No: Kürt Sorunu ve Devlet, Tarih Vakfı Yay. S:40

[xiii] İran’da Sımko’nun, Irak( Bağdat)ve Suriye’de (Halep)İhsan Nuri Paşa’nın öncülüğünde oluşturulan Kürdistan İstiklal Cemiyeti’nin şubeleri kast ediliyor.

[xiv] Raporun bu kısmına bir not düşülmüş. “Not: Aslında iki sahifa eksiktir.”

[xv] Ahmet Süreyya Örgeevren, Şeyh Sait İsyanı ve Şark İstiklal Mahkemesi, Temel Yay. S:38

[xvi] M.Maalmisanıj, 1925’ten Önce Ayrılmadan Taraftarı Kürt Örgütleri, Wate Yay. S:143-145-146

[xvii] A.g.e. s:14

[xviii] A.g.e. s:16

[xix] Mahmut Akyürekli, Binbaşı Kasım’ın Hatıraları, Avesta Yay. S:102