Şükrü Mehmed Sekban’ın Kürd ulusal mücadelesindeki 35 yıllık yürüyüşün hazin sonucu: “La Question Kurde”- 9

  • 3-Mevzubahis broşürü yayınlamadan on yıl önce, “Türkler ne derlerse desinler ve ne düşünürseler düşünsünler biz Kürtler de lisan-ı millimize hâkim ve mahsul saimize [emeğimizin mahsulünü] mutasarrıf [kullanan] olmak istiyoruz” diyen doktor, bugün fikrini değiştirip de Kürtleri milli lisanlarını terk etmeye ve Tûranîyü’l-asl olmak itibarıyla o camiaya isteyerek dahil olmaya teşvik ederse de, bundan Kürtlerin akidelerine zerre kadar halel geleceği tasavvura bile şayan değildir. Irk, lisan ve an’anat itibariyle Farslara pek yakın bir millet iken binlerce sene İran devlet medeniyetinin taht-ı tesirinden Farslarla bile kaynaşmayarak milli lisanlarını tamamen muhafaza eden Kürtler; kendilerinden ırk, lisan ve an’anat noktayı nazarından pek çok farklı olan milletlerle hassaten şu milliyet asrında zûban ederek [eriyerek] yeni bir millet vücuda getirebilirler mi? Elbette hayır.”[1]
  • 4-Biraz da Doktor Bey’in Kürdistan’ı ve bu lisanla yapılacak terdrisat [eğitim] hakkındaki mütalâatını tedkik edelim. Doktor Bey diyor ki: “Mütarekeden beri Irak’ın Süleymaniye livasında ve sekiz seneden fazla bir zamandan beri memleketin (Irak’ın) Kürtçe konuşan bilumum nahiyelerinde lisan-ı tedris Kürtçedir. İşbu vasıta-i tedrisiyeden iktisab olunan netaic suret-i kati’yeden hiçtir.” İktisab olunan netayicin ehemmiyetsizliğine ben de kaniyim. Ve hatta böyle bir hüküm vermeleriyle Irak’ın Kürt inkişaf-ı millisinde en az bir hisse-i iftihara malik olduğu hakkında dermeyan etmiş bulunduğum önceki mülahazatımı temin te’yid ettikleri için kendilerine medyûn-u şükranım. Ancak mumaileyhin teyid edemeyeceğim bir nokta varsa o da Kürtçenin vasita-i tedrisiye olmasından faide görülmediği hakkındaki kanaatleridir. Çünkü Süleymaniye livası namına küşad edilen mekâtip birkaç sen sırf Süleymaniye kasabasına hasredilmiş bir iptidai ve bir de iki sınıflı Evveli Mektebinden ibaret idi. Halepçe ve Çememal kaza merkezlerinde de muhharen birer Evveli mektepleri küşad etmiş ise de adı geçen mekteple 1919 senesi ile 1930 seneleri arasındaüç defa zuhura gelen müsellah [silahlı] ihtilaller dolayısıyla alelekser muntazam tedrisattan, kitap ve diğer lavâzım-ıtedriseden, matlub miktardan mualimlerden, murakabe ve teftişten hülasa Hükümet’in her türlü ihtimam ve muavenetinden ve saireden tamamen mahrum kalma itibarıyla mektep unvanına lâyık sıfatlara haiz değillerken yine fırsat bulunup da tedrisat yapıldığı müddetlerde ana lisanın, evet Kürdçenin lisan-ı tedris olarak istimal edilmiş olmasındandır ki az çok muvafık neticeler elde edilebilmiştir.”[2]
  • 5-Osmanlı ve Kürd ilişkilerinin tarihsel boyutuna dair ise, “Kürdistan’ın meşhur İdris Bitlisi vesatetiyle tavan [aracılığıyla isteyerek] Yavuz Sultan Selim’in havza-i hükümraniyesine duhulünden [hakimiyet alanına girmesinden] sonraki hal ve vaziyetine gelince, bu bapta Doktor Bey’in irad etmiş olduğu [söylediği] beyanata iştirak benim değil, münfis [insaf sahibi] hiçbir kimsenin imkânı dahilinde değildir. Bu benim şahsi bir akidem [fikrim olmayıp] tarih ve müverrihlerin [tarihçilerin] itiraf ettikleri öyle pek acı bir hakikattir ki inkarına kadir olmak için her şeyden evvel vicdana veda etmek lazım gelir. … Osmanlı devletine bağlanmasından sonra Kürtler şan ve şöhret, lezzet ve heyecanlarını tatmak değil, bilakis zillet ve sefaletin öyle elemnak[elem verici] acılarını emdiler, öyle zehirli tokatların haysiyetşiken [onur kırıcı] darbeleri altında ezildiler ki Sultan Selim ile Kürt hükümet ve emaretleri arasında İdris Bitlisi aracılığıyla yapılan malum anlaşmanın daha yazısı kurumadan Kürdistan ümera ve beyleri arasına şeytani desaisle [hilelerle] fesad ve tefrika tohumları saçıldıktan sonra, tevcih edilen [yönlendirilen] barbar orduların irtikap ettiği [işlediği] fezayih [rezalet] ve cinayetler tüyler ürpertiyor… İşte Osmanlılarla ittihaddan [birlikten] Kürt ve Kürtlük namına ortaya çıkan netice!

Kürt-Türk hayat-ı müştereke-i siyasiyesi [siyasi birlikteliği] Doktor Bey’in dediği veçhile, “Harb-ı Umumiye kadar dünyanın en iyi denebilecek şeraiti tahtında [şartları altında] …” değil, belki bilakis dünyanın en nâ-muvafık [uygun olmayan] denebilecek şeraiti altında devam etti demek daha doğru olur…”[3]

Bu konuda daha fazla bilgi edinmek için Mehmet Bayrak ve Refik Hilmi’nin adı geçen kitaplarına bakabilirsiniz.

Kısacası şahsiyetlerin fikirlerindeki değişimleri ve eylemlerini değerlendirirken elbette ki öncelikle yaşadıkları dönemi ve koşulları göz önünde bulundurmak gerekir. 1925 Kürd Milli Ayaklanmasından sonra, kuzey Kürdistan coğrafyasını terk etmek durumunda kalan birçok Kürd siyasetçi ve aydını bölgeden uzaklaşmayarak Suriye, Irak ve Lübnan gibi çevre ülkelere yerleştiler. Diğer bir kısmı da Yunanistan, Bulgaristan ve bugünkü diğer Avrupa ülkelerine iltica etmek zorunda kaldılar. Bu ülkelerde dağınık halde bulunan Kürdlerin başta Memduh Selim Bey ve diğer arkadaşlarının girişimleriyle 1927’de Xoybûn (Hoybun) Partisi bünyesinde yeniden bir araya gelip örgütlenmesi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni oldukça tedirgin etmişti. Bu nedenle bölgede bulunan diplomat ve istihbaratçılarıyla sıkı bir şekilde Hoybun’un çalışmalarını takip ediyordu. Bu mücadele ve çalışmaları sekteye uğratmak, 1925 Kürd hareketiyle ilişkili olarak komşu ülkelere geçmek durumunda kalan Kürdleri geri getirmek amacıyla, 1928’de bir kısmi af yasası çıkarıldı. Bu af yasasının çıkarılmasından sonra, Hoybun üyeleri de dahil bir kısım Kürd aşiret liderleri, ulema, aydın ve siyasetçileri Türkiye’ye döndü. Daha sonra Hoybun’un desteğiyle İhsan Nuri liderliğinde sürdürülen Agirî Hareketi’nin başarıya ulaşmaması ve Hoybun içerisinde de çekişme ve ayrışmaların başlaması, örgütün kurucu ve öncü kadroları üzerinde olumsuz etkiler yapmıştır. Bu koşullarda duyguların, ihtirasların, kararsızlıkların, zaafların, iç çatışmaların kimde nasıl bir tutum ortaya çıkaracağını kestirmek çok zor. İşte Şükrü Mehmed Sekban da böyle bir tarihsel süreçte ve koşullarda, “uyduruk” ve “inanmadığım şeyler yazmak zorunda kaldım” dediği La Quastion Kurde kitapçığını kaleme almıştır. 

1933 senesinde Fransızca olarak yayınladığı La Quastion Kurde adlı kitapçıkla yaşamında büyük bir değişim olmuş, birçok arkadaşı tarafından doğrudan ya da dolaylı olarak eleştirilmiş, davadan dönmekle suçlanmış ve böylece Kürd ulusal mücadelesi içerisindeki siyasi yaşamını sonlandırmıştır. Adı geçen kitapçıkla ilgili, hem Kürdler hem de Türkler tarafından olumlu ya da olumsuz birçok şeyler yazıldı. Mehmet Ö. Alkan’a göre, “Türklerin gerçeği görmek, Kürtlerin ise döneklik olarak nitelediği bu değişim gerçekten ilginçtir. Aslında değişimin nedeninin ne “milli hidayete ermek” ne de “teslimiyet” veya döneklik olduğu anlaşılıyor. Amacı daha fazla Kürdün ölmesinin ve öldürülmesinin önüne geçmek gibi insani bir hassasiyettir.[4]

Doktor Şükrü Mehmed Sekban, birçok eleştiri ve tartışmaya konu olan La Quastion Kurde kitapçığını yayınladıktan altı yıl sonra çıkartılan “Yüzellilikler Affıyla” 1939’da Türkiye’ye dönebilmiştir.  Türkiye’ye dönmüşten sonra, İstanbul’a yerleşmiş ve tekrar mesleğine dönerek serbest hekimlik yapmaya başlamış. Dönüşten yaklaşık yedi yıl sonra, Ethem Ruhi Balkan başkanlığında 17 Haziran 1946 tarihinde İstanbul’da kurulan Türkiye İşçi ve Çiftçi partisinin kurucu üyeleri arasında yer almış ancak parti çalışmaları çerçevesinde aktif bir etkinliğine rastlayamadık. Parti, 21 Temmuz 1946 seçimlerine girmiş ancak elle tutulur bir başarı sağlayamamıştır. Ethem Ruhi’de sonra Suavi Reşidoğlu başkanlığında 1950 seçimlerine de katılmış fakat yine bir başarı elde edememiştir. Adı geçen parti gün geçtikçe zayıflayarak CHP’ye yanaşmış ve 1961’de feshedilmiştir. Torunu Faruk Birtek’in aktarımına göre, “kendisi Halk Partiyi sevmezdi ve İsmet İnönü’ye de karşıydı.”[5] 

Netice itibarıyla; Dr. Mehmed Şükrü Sekban, 20. Yüzyılın başlarından itibaren gelişen Kürd ulusal mücadelesi içerisinde ön saflarda yer almış ve yaklaşık olarak ömrünün yarısını bu mücadele saflarında geçirmiş önemli Kürd şahsiyetlerinden biridir. İkinci Meşrutiyet’ten başlayarak gerek Osmanlı ya da daha sonra Türkiye sınırları içerisinde ve gerekse dışarıda belirtilen zaman dilimi arasında kurulan hemen hemen tüm Kürd örgütleri içerisinde yer almış. Kürdleri temsilen bu örgütler adına farklı zamanlarda oluşturulan heyetler içerisinde yabancı misyonların elçilikleriyle yapılan görüşmelere katılmış, farklı tarihlerde bahsedilen misyon temsilciliklerine Kürd meselesine dair mektuplar göndermiş aktif Kürd milliyetçi şahsiyetlerinden biriydi.

Yaklaşık olarak hayatının yarısı Kürd ulusal mücadelesi içerisinde geçen Şükrü Mehmed Sekban’ın en çok eleştirilen La Quastion Kurde kitapçığının yazılış hikayesiyle ilgili, gerek Musa Anter’e ve gerekse de Naci Kutlay’a anlattıklarından öyle anlaşılıyor ki adı geçen kitapçığı yazmasının amacı tam da Kürçedeki şu deyimle açıklanabilir: “Bi destê min bû lê ne bi dilê min bû.” Kendi deyimiyle yaşamının yaklaşık “otuz yedi senesi” siyaset yapmakla geçmiş. Kendisi “Yüzellilikler” listesinde olmamasına rağmen 1939’da çıkartılan “Yüzellilikler Affı”yla Türkiye’ye dönebilmiş. Dönüş sonrası yaşamını, İstanbul’da gözetim altında ağırlıklı olarak mesleğini icra etmekle geçirmiş. Ancak okuldan arkadaşı olan dönemin Irak Başbakan’ı Nuri Sait Paşa’nın ricası ve isteği üzerine Başbakan Menderes, Şükrü Mehmed Beyi çağırıyor ve İstanbul Elektrik-Tünel ve Tramvay idaresinde doktor olarak görevlendiriyor. Aynı zamanda Nuri Sait Paşa her İstanbul’a gelişinde onu da kendisiyle havaalanına götürüyordu.[6]

Torunu Prof. Faruk Birtek, bahsedilen dönemi ve dedesinin mücadelesini değerlendirirken: O dönem Osmanlı parçalanıyor, aynı Atatürk’ün dürtüleri bunlarda da var, o Ankara’da devlet kuruyor bunlarda Diyarbakır’da kurmak istiyor. Şükrü Mehmed Bey Atatürk'le aynı şeyi yapmak istiyor. Kısacası bunlar hepsi Osmanlı'nın çöküşü ardında yeni bir devlet kurma çabası. O kazanıyor, öbürü kazanamıyor.

Dedem Şükrü Mehmed Bey: Benim hatırladığım, dünyanın en hoş, çok mert, eli açık ve çok insancıl biriydi. Başta Irak’tan olmak üzere çok dostları ve ziyaretçileri gelirdi, çok muhterem insanlar yanına gelirdi. Toplumsal bilinci çok yüksek bir insandı, tarihe çok meraklıydı ve fevkalade siyasi idi. Dünyadaki gelişmeleri titizlikle takip ederdi, her gün Fransızca gazeteleri takip eder ve okurdu. Bir Kürt ayrımcılığının farkındaydı ve onu Kabul etmiyordu. Kimse Kürt dilini yok edemez, insanları dillerinden koparamaz diyordu. Kürtlüğünden hiçbir zaman vazgeçmedi, Kürt doğdu ve Kürt öldü.”[7]

 

 

[1] Refik Hilmi, Kürt Meselesi Safahatından, s. 57-58

[2] Mehmet Bayrak, Ateş-Kan-Barut Günlerinde Kürt Diplomasisi, Xoybûn Broşürlerinin Sunduğu Gerçekler, Özge Yayınları, Ankara, 2021, s. 479

[3] Refik Hilmi, Kürt Meselesi Safahatından, s. 29-30-31

[4] Mehmet Ö. Alkan, Kürtlerin Türklüğü ya da “… patlıcandır ama sen kabak diyebilirsin!”, Birikim, Sayı: 295, Kasım 2013

[5] Prof. Faruk Birtek, Özel Röportaj, İstanbul, 20.06.2024

[6] Musa Anter, Hatıralarım, Aram Yayınları, İkinci Baskı, 2011, s. 71

[7] Prof. Faruk Birtek, Özel Röportaj, İstanbul, 20.06.2024

 

(Yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Rûdaw Medya Grubu'nun kurumsal bakış açısıyla örtüşebilir ya da örtüşmeyebilir.)