Hemşerim Missak Manouchian’a mektup
Geçen şubat ayında, 21 Şubat 1944’ın 80. yıldönümünde (21 Şubat 2024) sen ve eşin Mélinée naaşlarınızla Pantheon’a defnedildiniz. Bu münasebetle tekrar dünya gündemine girdin. Seni bilenler mücadelenin daha iyi anladı, tanımayanlar tanıdı. Bir Adıyamanlı olarak senin gibi biriyle aynı topraklarda doğmuş olmak, beni ziyadesiyle onurlandı. İlk defa bir hemşerimle gururlanıyorum, bu sensin Missak. Bizi bizim topraklarımızda bir araya getiren de anti-faşist olmaktır. Faşizmle çok iyi mücadele ettiğin için hemşeri olmak apayrı mana kazanıyor.
Şimdiye kadar hiç yapamadığım bir şeyi yapıyorum, bir hemşerimle gururlanıyorum, senin faşizme karşı verdiğin mücadeleye tutunuyorum. Utanıyorum ama senin gibi faşizmle cesaretle mücadele edemediğim için.
Bazı kaynaklarda ailenin Besnili olduğunu öğrendiğimde daha çok şaşırtmıştım. İlk gençliğimin geçtiği sokaklarda belki de senin çocukluğun geçmiştir, kim bilir. Hakkında fazla bilgi bulamıyorum. Keşke senin yakından tanıtan bilgilere sahip olabilseydim. Öğrendiğim kadarıyla 1906’da Adıyaman’da dört kardeşin en küçüğü olarak doğmuşsun. Çiftçilik, bağ ve bahçe işleriyle uğraşan Ermeni bir ailenin çocuğusun. Baban Kevork, 1915’teki tehcir olaylarında hayatını kaybediyor, annen tehcir edilirken Deyrizor çölünde kayboluyor. Nasıl bir kayboluş? Annen hakkında hiçbir bilgi yok. Belki de açlıktan ölmüştür. Muhtemelen hayatını kaybetmiştir sahipsiz biçimde. İnsan yerinden yurdundan edilince kimliksiz kalıyor, kaybolup gidiyor. Ne hazin bir son, diğerleri gibi.
Seni ve kardeşin Garabet’i Kürt bir aile saklıyor, bu sayede hayatta kalabiliyorsunuz. Sonra Fransa mandasındaki Suriye’de Cuniye şehrindeki bir yetimhanede kalıyorsunuz bir müddet. Yetimhanede marangozluk öğreniyorsun.
1925’te Suriye’de daha fazla kalmanın bir anlamı olmadığını görüyorsunuz, iki kardeş Marsilya’ya gitmeyi kafanıza koyuyorsunuz. Mültecilerin, işçilerin şehri olan Marsilya’da hayatta kalmaya çalışıyorsun. Sonra Paris’te Citroen fabrikasında çalışmaya başlıyorsun. 1929’da kardeşin Garabet’i kaybediyorsun, artık ailenden kimse kalmıyor.
1930’lardaki ekonomik krizden dolayı seni içten çıkarıyorlar ama sen anlayacağını anlamış oluyorsun, sömürü düzenini tanıyorsun, kapitalizmin gerçek yüzünü görüyorsun ve gerçek bir devrimci olup çıkıyorsun, Göçmen İşçi Grubu’ndaki yerini alıyorsun.
Ekmeğini kazanmak gerek. Yakışıklı olduğun için heykeltıraşlara ve ressamlara modellik yaparak ekmeğini kazanmaya başlıyorsun bir dönem. Sen şair kalpli güzel bir insansın, herkes seni şairliğinle tanımaya başlıyor. Tchank ve Machpagouyt dergilerinde çevirilerin, sol düşünce ve Ermeni kültürünün korunması hakkında yazıların çıkıyor.
HOG’ta (Ermenistan’a Yardım Komitesi) senin gibi yetim olan İstanbullu Ermeni Mélinée ile tanışıyorsun, sonra da evleniyorsun “küçük yetimin”le.
Stalinist Fransız Komünist Partisine katılıyorsun. İkinci Dünya Savaşında bir lider olarak ortaya çıkıyorsun. Göçmen işçilerden ve direnişlerden oluşan FTP (Keskin Nişancılar ve Partizanlar)-MOI (Göçmen İşgücü) adlı yeraltı direniş örgütüyle Nazilere yönelik birçok saldırı yapıyorsunuz. Haziran 1941’de tutuklanıyorsun ama hakkında herhangi bir kanıt bulamadıkları için serbest bırakılıyorsun.
Paris’te Temmuz 1942’den Kasım 1943’e kadar işgal güçlerine karşı el bombasıyla, silahla, trenleri raydan çıkarmak gibi 200 kadar saldırı yapıyorsunuz. Böylece Gestapo’nun en çok korktuğu silahlı gruplardan biri oluyorsunuz. 1943 mayısında FTP-MOI’nin “komandolar üçgeni”nin birinci şubenin lideri oluyorsun. Bu dönemde 115’e yakın eylem yapıyorsunuz, bunların içinde 28 Eylül 1943’te öldürdüğünüz Nazi general Julius Ritter de var. Bu olaydan iki ay sonra sen ve bazı arkadaşların yakalanıyorsunuz ve günlerce işkenceden geçiriliyorsunuz.
Senin yakalanman çok ilginç. Şöyle ki 16 Kasım 1943’te Evry-Petit-Bourg garının çıkışında Albay Gilles (Joseph Epstein) ile buluşacaktın. Saat 15:15’te Paris’ten gelen trenden iner inmez garın dört bir yanına gizlenmiş polisler üzerine çullanıyor, oracıkta kelepçeleyip bir arabanın içine koyuyorlar. Sonra araba büyük bir hızla Paris’in yolunu tutuyor, içinde senin ölüm fermanınla birlikte.
22 arkadaşınla beraber 21 Şubat 1944’te Boulogne Ormanı’nın kuzeybatısındaki Mont-Valerien hapishanesinden alınıp Valerien Tepesi’ne götürülüyorsunuz. Sen ve arkadaşın Celestino Alfonso gözlerinizin bağlanmasını istemiyorsunuz. Eşine yazdığın gibi “Güneşe ve güzelim tabiata bakarak ölmek” istiyorsun. Mahkeme başkanı af dileyip dilemeyeceğinizi soruyor. Siz hiç tereddüt etmeden, hep bir ağızdan “Hayır!” diyorsunuz. Kurşuna diziliyorsunuz ve ölümsüzleşiyorsunuz.
Mélinée senin için şunları söylüyor: “Bitmemiş bir senfoni, bazen birkaç yanlış notayla, bazen bir orkestrayla birlikte; kâh Mozart’ın yumuşaklığı, saflığı, kâh Beethoven’in gücü, uğultusu… Bu senfonin nasıl biteceğini kimse söyleyemez.”
Louis Aragon senin ve 22 arkadaşın için “İstediğiniz ne zaferdi ne gözyaşı,
Ne hüzünlü org ne papazın son duası” diye başlayan, “Kızıl Afiş” şiirini yazıyor:
Nasıl bir insandın? Kalbi insan sevgisiyle dolu bir şairdin. Her şeyden önce emekten ve mazlumdan yanaydın. Bu yüzden zulmün her türlüsüne karşı geldin. Cesur ve fedakardın. Özgürlük ve adalet aşığıydın. Özgür bir dünya için hiç korkmadan Hitler faşizmiyle savaştın. Sonuna kadar savaştın. Ölümünün gözlerinin içine bakarken huzurlu ve özgürdün; çünkü faşizm ve kapitalistlerle sonuna kadar savaşmıştın. Güzel bir insandın. Dünyada hoş bir seda bırakarak gittin. Bugün her kesin takdirini kazanmıştın. Ailecek faşizmin kurbanı oldunuz. Ama onurlu ve özgür oldunuz her daim. İnsanı insan yapan onuru ve özgürlük tutkusudur. Sen hiç korkmadan adalet ve özgürlük için savaştın ve öldürüldün, şahit/şehit oldun davana. Senin gibi bir insanla hemşeri olmak büyük bir şans. Biz de senin onuruna ve özgürlük tutkuna ortak oluyoruz. İnanıyorum ki zamanla senin hemşerilerin seni daha iyi tanıyacak. Adıyaman aslına dönecek, özgürlüğün ve adaletin şehri olacak.
Sen geçen yüzyılda bu yolun yıldızı, Adıyaman’dan Fransa’ya uzanan 38 yıllık yolculuğun zirvesisin. Seni yine saygı ve sevgiyle selamlıyoruz.
Ölümünden birkaç saat önce sevgili eşin Mélinée’ye yazdığın mektup hala köklerini yakmaktadır. Mektubunda senin en çok üzen şeyin Mélinée’ye Mélinée gibi bir çocuk vermemek olduğunu yazıyorsun. Çocukların dünyanın her yerinde köklerini yeşertiyor, büyütüyor sevgi ve minnetle. Aradan 80 yıl geçmiş, yeni kök-damarlar filizleniyor mücadelenin uzak diyarlarında. Emeklerin boşa gitmedi. Sen adil, özgür ve barış dolu bir dünya için mücadele ettin. Çocukların dünyanın her yerinde verdiğin mücadeleye sahip çıkıyor. Biz emekçi ve anti-Faşist doğduk ve öylece öleceğiz. Hiçbir zaman zulme, sömürüye ve faşizme boyun eğmedik/eğmeyeceğiz. Çocukların Panteon’dan Adıyaman’a yürüyecekler, yürüdükçe çoğalacaklar, güçlenecekler, büyüyecekler. Seni hep devrimci şair olarak hatırlayacaklar.
(Yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Rûdaw Medya Grubu'nun kurumsal bakış açısıyla örtüşebilir ya da örtüşmeyebilir.)