Kobani’nin durumu üzerine yazıp, PKK Abdullah Öcalan’la ya da onsuz, acilen Türk devletiyle ilişkilerin bir süreliğine de olsa durdurulması gerektiğini belirtecektim.
Türk devletinin IŞİD’e destek verdiği artık çok açık ve Kürt karşıtlığını da yine belli etti.
Bugün bütün Kürtler’in kendilerini yok etmek isteyen bu teröristlere ve dostlarına karşı birlik olup, geleceklerini gayret ve şerefle koruması gerekiyor.
Fakat İstanbul ve diğer bazı Türkiye kentlerinde gördüğüm Rojavalı mültecilerin durumu beni derinden üzdü. Bu konuyu yazmaya karar verdim.
İstanbul Gezi Parkı’nda bir kadın dört çocuğuyla oturmuş, birkaç kuruş için insanlara avuç açıyor. Kadın ve çocukları çok çaresiz ve perişan görünüyorlardı. Elbiseleri eski ve yırtıktı. Dilenen bu kadının Kürtçe konuştuğunu duydum. Kadının ve yaşları 2 ile 6 arasında değişen çocuklarının yanına gittim. Gülo Hanım selamımı çekinerek aldı. Kürtler’in onu bu durumda görmesini istemiyor gibiydi.
Sonra yaşam öyküsünü uzun uzun anlatmaya başladı…
Gülo Hanım, Suriye’deki savaştan dolayı eşi ve çocuklarıyla Urfa’ya kaçmış. Sonra Mardin’e, en sonunda da İstanbul’a. Urfa ve Mardin’de hiçbir yardım alamamışlar ve yüzlerini İstanbul’a çevirmişler. Bir yıla yakındır Gülo Hanım’ın eşi hasta ve bir odada yatalak durumda.
O da her gün çocuklarıyla dileniyor, restaurantlardaki atık yemekleri toplayıp eşi ve çocuklarına böyle bakıyor.
İstanbul’da 3-4 milyon Kürt var, neden kimse yardım etmiyor sorusu üzerine Gülo Hanım’ın gözlerinden yaş geldi ve şöyle dedi:
“Allah’a ve peygambere yemin olsun ki hiçbir Kürt bize yardım etmiyor. Bir Türk restaurantı bize arta kalan yemekleri veriyor, Kürtler de bizden uzak duruyor. Bu bir şey değil, Suriye’de gerilla olan oğlum sağ olsun da ben bu halime razıyım. Allah bize yardım eder.”
Sonra farkettim ki Gezi Parkı’ndaki çay bahçesinde oturup birbiriyle Kürtçe konuşan birçok Kürt var ama kimse Gülo Hanım’a ve tatlı çocuklarına dönüp bakmıyor bile.
İstanbul’da akşam oldu ve ben Fatih’teki Mehmet Sultan Camii yakınlarında bulunan bazı dostlara söz vermiştim. Caminin karşısında bazı restaurantların yakınında yalnız bir çocuk dikkatimi çekti. Yere çökmüş mendil satıyordu. Mendil paketlerinin tanesini bir liradan satıyordu. Çok tatlı ve güzel bir çocuktu. Bilemiyorum “kan çekti” sanki. Ben de ondan bir mendil alıp adını sordum. Adının Mahsum, yaşının da 4 olduğunu söyledi.
Öyle görünüyordu ki Mahsum Kürt’tü. Onunla Kürtçe konuştum. Gözleri açıldı ve sordu: “Sen Kürt müsün?” Sonunda ikimizin de Kürt olduğu ortaya çıktı.
Yaklaşık 10 metre ileride annesi oturmuş, kimse oğlu Mahsum’a zarar vermesin diye gözetliyordu. Mahsum’un annesi de savaştan, ölümden ve göçüten bahsetti. Onlar da çaresiz İstanbul’da kalmışlar. Mahsum’un babası Suriye’deki savaşta hayatını kaybetmiş.
Onlar, bazı Kürtler’in sayesinde kalacak bir yer bulmuşlar. Mendil satıp, dilenerek hayatta kalmaya çalışıyorlar. Peki yarın yiyecek bir şeyler bulabilecekler miydi?
İstanbul’daki birkaç günde, bunun gibi birçok hikayeyle karşılaştım ve duydum. İstanbul’da yaşayan Kürtler, İstanbul’da bulunan Rojava Kürtleri’yle ilgili beni ikna edecek bir cevap ve çare belirtmediler.
Halkımıza karşı Kürdistan’da yapılan bu soykırım dışında birçok plan, düşünce ve umutla İstanbul üzerinden Avrupa’ya döndüm.
Fakat İstanbul’da, 4 yaşındaki Mahsum’un yarını ne olacak sorusuyla burkuldum.
Yorumlar
Misafir olarak yorum yazın ya da daha etkili bir deneyim için oturum açın
Yorum yazın