Bu yaşanan bir devrim değil!

‘’Tıkanma noktasına gelen bir dünya, tepkisizliğe mahkûm edilmektedir.’’ diyor Baudrillard. Bu, tarihin tümden anlamını yitirdiği çağın da bir özeti. Yaşanmakta olan her şey, artık sadece görüntülerden ibaret. Ve bu her şey cisimleştirilme kaygısı ile yaşandığı için, acılarımız, herhangi bir duyma merkezine bağlı değil.

 

Bu yüzden incinmiyoruz; sadece bakıyor, söylüyor, yüzümüzü ekşiterek vurguluyor ve sonra unutuyoruz.

 

Biz, ‘artık hiçbir sonuca yol açmayan olaylar’ ve ‘sonuç vermeyen kuramlar’ çağındayız ve bu, bizleri anlamsız, sadece kütle olarak bir şey ifade eden yığınlar haline getiriyor. Bize yaşatılan şey, bir amaçları yok etme biçiminden başka şey değil.


Bir kelime. Güçlü ama kaba, çirkin, kanatıcı ve tastamam. Duyarsızlaşmak; artık gerçeğe dokunan bir kelimeden çok daha ötesidir bizim için. Çünkü hayatımızın anlamının yerini alarak, yeni bir anlam oluşturmaya muktedir olmuştur. O, olup bitenlerin, gerçekte hiç olup bitmemiş olması için hiç kimsenin bir şey yapmadığı; dahası olup bitenin, henüz olup biterken bir malzemeye çevrildiği bir zamanın, mucizeden uzak, büyüsüz, instagram ya da retrica efektlerine uğramamış normal hali.

 

Bu yüzden çıplak, hiçbir şey değiştirmeyen ama yine de en güçlü kelime olarak, söylenmek isteneni açığa çıkarmanın en kolay yolu. Duyarsızlaştık çünkü bir akıl tarafından bilinçlice tıkanan her şey, bizi artık ona mahkûm ediyor. Bu, yönetenlerin bilerek başvurduğu bir yol. Ve onlar bizi başkalaşmadığımız, yok olmadığımız, hala bir anlama sahip olduğumuz ve hantal bir cesede dönmüş olsak dahi sinir uçlarına dokunulduğunda hala tepki verdiğimiz sürece, anlamsızlığa itmeye devam edecekler.

 

Kürdistan’da da yaşanan -aslında gerçekte bir tarihsel deneyim olarak yaşanmayan- şey tam da budur. Her gün ülkemiz bir baştan diğer başa ölüm ile konuşuluyorken, toplumsal hiçbir refleksin ortaya çıkmamasının başka bir izahı yoktur.

 

Politik olan ile toplumsal olan her gün daha fazla iç içe geçiyor ve “Kürtler”, bir millet toplumunu değil, yığın anlamında, kendi temsilcilerini olumlamak ve onlara karşı itiraz eden olmamak üzere kurgulanmış ve itiraz edenleri de susturan, bir yok-nesne olarak varlık gösteren “kitle”ye dönüşüyor. Çünkü ancak içinde, kabul etmek istediği şeyler bulunan her şeye tapıyorlar ve böylece köksüzleştikleri için tarihsel gerçekliklerini yitiriyorlar. Öyleyse bu yaşanan ne bir devrim, ne de tarihsel bir olaydır.

 

Artık millet olmamanın felaketine ya da temsil edilme biçimleriyle birlikte toplumsal bir çöküşün simgesine dönüşen bu şey, Kürtlerin içinde bulunduğu durumun ta kendisidir. 


Korkunçtur ama gerçektir. Kuzey’deki Kürtler, millet olmaktan çıkarılıp bir parti kitlesine dönüştürülüyor. Hatta toplumsal olarak felce uğratıldıkları için de artık kitlelik görevlerini bile ifa edemediklerini birlikte izliyoruz. Örneğin; son birkaç ayda yaşanan tahribata zemin hazırlayanlara ve fiiliyatta tahribatı gerçekleştirenlere toplumsal ya da kitlesel olarak itiraz etmedikleri gibi (elbette bu salt bir korkudan ibaret değil) iki tarafın da çağrılarına kulak asmıyor ama fanatik tarafgirliklerini de koruyarak buyurulana inanmaya devam ediyorlar.

 

Televizyonundan maç izleyen birinin spor yaptığını sanmasına benziyor Kürtlerin yaşadığı şey ve ruhsal bir obezite ve hantallığın da belirtisi olarak arzı endam ediyor. Zira Kürtler açısından, neredeyse yirmi yıldır hayatlarımıza sokuşturulan, milletleri var eden sembol ve ortak duygu ve tepkimelerin ortadan kaldırıldığı bu son süreç, neticede Sur’da Kürt gençleri öldürülsün diye bombalar patlarken, iki sokak ötesinde yılbaşı programı kutlayabilen ve havai fişek patlatan Kürtlerden oluşan bir ahlaksız güruh meydana getirdi. 


Tam da burada bir Kürt milletvekilinin, seçim öncesinde, parti programını savunurken “Biz aslında Kürtleri ulussuzlaştırmak istiyoruz” demesini ve en az son iki yüzyılını ulus mücadelesi ile geçiren ve bu uğurda neredeyse her şeyini feda etmiş bir ulus olan Kürtlerin buna rağmen bu kişiyi coşkuyla tekrar milletvekili seçtiğini hatırlayalım.

 

Gerçekte olan şudur: politik olan, toplumsal olana önce tecavüz etmiş ve kendini var etmiş olanı öldürmüştür. Bu tecavüzden doğurduğu kitle ise olanı alkışlamış ve partinin resmi tarihi bu pespaye seyirden galip olarak çıkmıştır. Nesnel olan bize bir bilgelik değil trajedi sunmaktadır oysa ve artık duyarsızlaşmış olan toplum, bunu özdevrim sanmakta ve sloganlarla alkışlamaktadır. 


Yine son günlerde, varlığını Sur, Cizre, Silvan ya da başka bir yerde ölecek insanlara borçlu olan bir TV kanalı, doğal olarak savaşın sürdüğü yerlerle ilgili yıkım, talan ve katliam haberlerini sıklıkla verip durdu. Ne var ki sık sık haberlerin arasına Diyarbekir’deki beş yıldızlı lüks otellerin, yeni yapılmış ve konfor sunan konutların, huzur içindeki hesaplı alışveriş merkezlerinin reklamlarını serpiştirdi.

 

Yıkılmış, tanklarca bombalanmış ya da patlayıcı yerleştirilmiş evlerinden bilinmezliğe doğru göç edenler ile çoğu o şehrin yöneticilerine ait bu otel ve konutların artarda verilen karelerde bir araya gelmesi, onların aslında gerçekte aynı tarafta yer almasına yetmiyorsa da iki taraf da birbiriyle kurduğu ilişkiden oldukça memnun. 

Son birkaç ay içinde, şehirlerde süren özyönetim savaşında, çoluk çocuk, sivil ve milis iki bine yakın Kürdün öldürüldüğü söyleniyor. Şeylerin içinden çıkılmaz bir hal aldığı bu zaman diliminde Kürtlerin ölümünün, örneğin Artvin’deki birkaç ağacın taşıdığı gibi bir anlama sahip olmadığını hep birlikte gördük.

 

Dahası, Cizre ve Sur’da en çok ölümlerin olduğu anların birinde bile Kürtlerin başına eşbakan olmuş birinin “Herşeye rağmen cumhuriyete sımsıkı sarılacağız” dediğini gördü halk. Zaten varlığı yakılıp evi yıkılan, göçertilen, çocuğu öldürülen ve temsilcisi tarafından sımsıkı bir iple insanlıktan çıkarıldığı sisteme bağlanan Kürt, duyarsızlaşmanın verdiği uyuşuklukla bunun zaten böyle olduğunu sanmaya sebep olacak öğrenilmiş bir çaresizliğe terkedilmiştir. Ki artık parti kitlesi olduğu için de bu durumu iyi bir şey olarak tevil edecek, buna alışacak ve hatta olabilecek şeyler içinde en iyi şeyin, olmuş olan olduğu konusunda kendini inandıracaktır. 


Burada yine Baudrillard’tan alıntılayarak söyleyecek olursak parti “… bu konuda [düşmanmış gibi göründüğü] sistemle suç ortaklığı yapmıştır. Bu, politik anlamda bir suç ortaklığı değil, insanların olaylara karşı duyarsızlaşma sürecini hızlandırma yöntemiyle gerçekleştirilen bir suç ortaklığıdır.”

 

Aynı suçun ortaklarından birini düşman, diğerini kurtarıcı sanarak korkunç bir illüzyonun kurbanı olanlar ise hala sebeplerini bilmedikleri (ya da bildiklerini sandıkları) bir savaşın mağduru olmaya devam etmektedirler çünkü, artık ne ağıtlara konu olacak bir anlamları kalmıştır ne de bu oyundan çıkabilecek bir refleksleri.

 

Öyle ki bunca zamandır o kadar çok üst üste dehşetle yüzleşip bu dehşetlere karşı yalandan reaksiyonların parçası olmuşlardır ki artık başkaldırı da hem anlamsal olarak varlığını hem de simgesel olarak anlamını yitirmiştir. 


Asıl mesele şimdi başlamaktadır: Bunca yıldır, özgürlük ve bağımsızlık için çabalayan bir millet, kendisini millet yapan refleksleri kaybedince nasıl bir döngünün parçası olacaktır ve bu çağda yaşadığı tahribatı üzerinden nasıl, ne kadar sürede atacaktır? 

 

Twitter: https://twitter.com/ibrahimhbaran


(Yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Rûdaw Medya Grubu'nun kurumsal bakış açısıyla örtüşebilir ya da örtüşmeyebilir.)