Küba lideri Fidel Castro’nun ölümünün ardından iki Kürt örgütü onu öven mesajlar verdiler.
Halkların Demokratik Partisi (HDP) ve Kürdistan Topluluklar Birliği (KCK), Castro’nun gerçekleştirdiği özgürlük mücadelesine ve hayata geçirdiği demokrasiye hayranlıklarını dile getirdiler.
Peki gerçekten öyle miydi?
Onların bahsettiği Castro ile dünyanın bildiği Castro aynı mıdır?
Castro, yüzlerce kişiyi kurşuna dizen ve binlerce kişiyi hakim yüzü görmeden zindanlara atan bir iktidarın adı değil midir?
Yandaşları, du-va-ra (İspanyolcası: Paredon) diye bağırınca, kurşunlar, yargıç yüzü görmemiş insanların üstüne, yağmur gibi yağmıyor muydu?
Özgürlük mücadelesi veren Kürtlerin, özgürlüğe işkence eden bir kişiyi anması, ölümsüz kılması, doğru mudur?
HDP mesajında, Fidel Castro’yu “Kendini tüm mazlum dünya halklarının bağımsızlık, sosyalizm ve devrim mücadelesine adayan” kişi olarak niteledi.
Aynı mesajda Che Guevara’ya da övgüler vardi: “Efsanevi devrimci Che Guevara'nın en yakın yol arkadaşlarından Fidel Castro, sadece Küba halkı için değil, diktatörlüklere ve faşist yönetimlere karşı direnen tüm halklar için ilham kaynağı olmuştur.”
PKK’yi içeren KCK ise daha da ileriye giderek 2 sayfalık bir bildiride Fidel’e övgüler üstüne övgüler dizdi.
Bu bildiride, Fidel Castro’nun Küba’da “demokrasiyi savunduğuna” dikkat çekti.
Küba’dan Kuzey Kore’ye kadar uzanan ve ille de sosyalizm denildiği için başarısız olan sistemi bir tarafa bırakırsak, asıl sorulması gereken şu: Fidel Castro ve Che Guevara, gerçekten Küba’ya demokrasi getirdi mi?
Castro’yu 47 yıl Küba’ya başkan seçen halk mıydı?
Fidel Castro artık hükmedemeyecek duruma geldiğinde, kardeşini iktidara çıkaran Kübalılar mıydı?
Bu saçma sapan hikayeye çok az kişi inanıyor, HDP ve KCK de malesef, bunların içerisinde yer alıyor.
Bizim Kürt örgütleri Kuzey Kore’nin sonsuza kadar başkani Kim Jong-Un yanında kendilerini buldular ki bu Koreli diktatör, Fidel Castro için ülkesinde zorla 3 günlük yas ilan etti.
KCK’nin bildirisinde böyle bir paragraf da yer alıyordu: “Kübalılar gibi, Kürt Özgürlük Hareketi de ispat etmiştir ki özgürlük ve demokrasi tutkusu önünde hiçbir engelin duramayacağını, düşman ne kadar büyük ve engel ne kadar çok olursa olsun mücadele edip büyük başarılar elde etmiştir.”
Başarılar elde etmiştir?
Acaba PKK’nin Amed’deki zafer gösterisini ben mi kaçırdım?
Yoksa, kasıtlı olarak, Küba’nın başkenti Havana’da bu başarıyı destekleyen dayanışma yürüyüşlerini görmemezlikten mi geliyorum?
Bitmek üzere olan nefret dolu bu yıl içerisinde, Şırnak, Cizre, Amed, Farqin, Nusaybin ve Gever yoğun bir şiddete maruz kaldı.
Ancak hala molozların üstünde uçan bayrak Kürtlerin üç rengini içermiyor, kendilerini hor görenlerin iki rengini içeriyor.
Fidel Castro, aslında, sonsuza kadar bir diktatör olmayı planlamamıştı.
Hatta başlangıçta özgürlük ve demokrasiyi savunuyordu. Üstelik anti komünist Partido Ortodoxo’dan Havana’nın bir fakir mahellesinde milletvekili adayı bile oldu. Ancak hiçbir zaman Kongre üyesi olmadı.
Küba’nın bir önceki Cumhurbaşkanı General Fulgencio Batista, seçimleri iptal etmişti.
O zamanlar Küba sembolik bile olsa özgür sayılırdı. Ancak Amerika ve Avrupa’nın çıkarları ülkeyi istila etmişti.
Castro bir yazısında o zamanları şöyle anlatıyordu: “Oriente gibi en büyük eyaleti düşünün.Orası United Fruit ve West India şirketlerinin hakimiyeti altında. Bu eyalet Küba’nın kuzey ve güney yakasını birbirine bağlıyordu.”
Kennedy döneminde görev alan Amerikalı tarihçi Arthur Meier Schlesinger adeta Castro’yu destekleyen bir demecinde, “polis şiddeti, sosyal adaletin yokluğu, halkın ihtiyaçları karşısındaki kayıtsızlığın devrim için açık bir çağrı olduğunu” söylemişti.
İşte bu devrim Castro başkanlığında, seçimler iptal edildikten bir yıl sonra başladı. Castro kardeşler (Fidel ve Raul), Fulgencio Batista hükümeti tarafından yakalanınca, devrim durduruldu.
Arkadaşlarının çoğu kurşuna dizildi ancak Castro kardeşler 1 yıl sonra hapisten çıkıp Meksika’ya gitti ve devrime ikinci bir sanş çıktı.
1950’lerde Castro daha Küba’dayken, kendini temize çıkarmak için “Tarih Beni Beraat Edecek” başlıklı bir savunma yapmıştı. Akla Cicero’nun “Philipics” veya Platon’un “Müdafaa” savunmalarını getirecekti.
Konuşmasının bir bölümünde şöyle diyor:
“Savunma konuşmam bitmek üzere ancak ben konuşmamı sanıkların serbest bırakılmasını isteyen avukatları gibi bitirmeyeceğim... Yoldaşlarım zindanlarda acı çekerken ben kendim için özgürlük isteyemem... Beni de onların yanına götürün, onlarla aynı kaderi paylaşmak istiyorum... Cumhurbaşkanı suçlu ve hırsız olan bir cumhuriyetin dürüst insanları, ya zindanda olurlar ya da ölürler.”
Savunmalarindan sonra, Cicero ve Sokrates Roma ve Atina'da öldürüldüler. Ancak Castro 63 yıl daha yaşadı ve Kuba adasinda o sözünü ettiği özgürlük ve demokrasiyi savunmaktansa, gömmeyi tercih etti.
Che Guevara annesine yazdığı bir mektupta, “devrimci şiddeti kucakladığını ikna ile bir yere gidilemedigini” söylüyordu.
Keşke biri çıkıp kendisine ve Fidel’e şiddetle sürdürülen mücadelelerin de bazen hüsranla bitttiğini söyleseydi. Nitekim 1965 yılında o bahsettiği mücadele sürecinde Bolivya'da öldürülmüştü.
İncil’de “Kötüye karşı direnmeyin” (Matta 5:39 bölümü) denilir.
Ya da Gandi’nin yaptığı gibi şiddetsiz efsanevi bir mücadele verin ve en az kan ve en az gözyaşı ile bir ülkeyi, Hindistan’ı, başka bir ülkenin, İngiltere’nin, işgalinden çıkarın.
Bu örneğe Kürtlerin de ihtiyacı var.
Şiddete başvurmadan mücadele edip çocuklarımıza ve dünyaya böylesi bir mirası biz de bırakabiliriz.
Halkların Demokratik Partisi (HDP) ve Kürdistan Topluluklar Birliği (KCK), Castro’nun gerçekleştirdiği özgürlük mücadelesine ve hayata geçirdiği demokrasiye hayranlıklarını dile getirdiler.
Peki gerçekten öyle miydi?
Onların bahsettiği Castro ile dünyanın bildiği Castro aynı mıdır?
Castro, yüzlerce kişiyi kurşuna dizen ve binlerce kişiyi hakim yüzü görmeden zindanlara atan bir iktidarın adı değil midir?
Yandaşları, du-va-ra (İspanyolcası: Paredon) diye bağırınca, kurşunlar, yargıç yüzü görmemiş insanların üstüne, yağmur gibi yağmıyor muydu?
Özgürlük mücadelesi veren Kürtlerin, özgürlüğe işkence eden bir kişiyi anması, ölümsüz kılması, doğru mudur?
HDP mesajında, Fidel Castro’yu “Kendini tüm mazlum dünya halklarının bağımsızlık, sosyalizm ve devrim mücadelesine adayan” kişi olarak niteledi.
Aynı mesajda Che Guevara’ya da övgüler vardi: “Efsanevi devrimci Che Guevara'nın en yakın yol arkadaşlarından Fidel Castro, sadece Küba halkı için değil, diktatörlüklere ve faşist yönetimlere karşı direnen tüm halklar için ilham kaynağı olmuştur.”
PKK’yi içeren KCK ise daha da ileriye giderek 2 sayfalık bir bildiride Fidel’e övgüler üstüne övgüler dizdi.
Bu bildiride, Fidel Castro’nun Küba’da “demokrasiyi savunduğuna” dikkat çekti.
Küba’dan Kuzey Kore’ye kadar uzanan ve ille de sosyalizm denildiği için başarısız olan sistemi bir tarafa bırakırsak, asıl sorulması gereken şu: Fidel Castro ve Che Guevara, gerçekten Küba’ya demokrasi getirdi mi?
Castro’yu 47 yıl Küba’ya başkan seçen halk mıydı?
Fidel Castro artık hükmedemeyecek duruma geldiğinde, kardeşini iktidara çıkaran Kübalılar mıydı?
Bu saçma sapan hikayeye çok az kişi inanıyor, HDP ve KCK de malesef, bunların içerisinde yer alıyor.
Bizim Kürt örgütleri Kuzey Kore’nin sonsuza kadar başkani Kim Jong-Un yanında kendilerini buldular ki bu Koreli diktatör, Fidel Castro için ülkesinde zorla 3 günlük yas ilan etti.
KCK’nin bildirisinde böyle bir paragraf da yer alıyordu: “Kübalılar gibi, Kürt Özgürlük Hareketi de ispat etmiştir ki özgürlük ve demokrasi tutkusu önünde hiçbir engelin duramayacağını, düşman ne kadar büyük ve engel ne kadar çok olursa olsun mücadele edip büyük başarılar elde etmiştir.”
Başarılar elde etmiştir?
Acaba PKK’nin Amed’deki zafer gösterisini ben mi kaçırdım?
Yoksa, kasıtlı olarak, Küba’nın başkenti Havana’da bu başarıyı destekleyen dayanışma yürüyüşlerini görmemezlikten mi geliyorum?
Bitmek üzere olan nefret dolu bu yıl içerisinde, Şırnak, Cizre, Amed, Farqin, Nusaybin ve Gever yoğun bir şiddete maruz kaldı.
Ancak hala molozların üstünde uçan bayrak Kürtlerin üç rengini içermiyor, kendilerini hor görenlerin iki rengini içeriyor.
Fidel Castro, aslında, sonsuza kadar bir diktatör olmayı planlamamıştı.
Hatta başlangıçta özgürlük ve demokrasiyi savunuyordu. Üstelik anti komünist Partido Ortodoxo’dan Havana’nın bir fakir mahellesinde milletvekili adayı bile oldu. Ancak hiçbir zaman Kongre üyesi olmadı.
Küba’nın bir önceki Cumhurbaşkanı General Fulgencio Batista, seçimleri iptal etmişti.
O zamanlar Küba sembolik bile olsa özgür sayılırdı. Ancak Amerika ve Avrupa’nın çıkarları ülkeyi istila etmişti.
Castro bir yazısında o zamanları şöyle anlatıyordu: “Oriente gibi en büyük eyaleti düşünün.Orası United Fruit ve West India şirketlerinin hakimiyeti altında. Bu eyalet Küba’nın kuzey ve güney yakasını birbirine bağlıyordu.”
Kennedy döneminde görev alan Amerikalı tarihçi Arthur Meier Schlesinger adeta Castro’yu destekleyen bir demecinde, “polis şiddeti, sosyal adaletin yokluğu, halkın ihtiyaçları karşısındaki kayıtsızlığın devrim için açık bir çağrı olduğunu” söylemişti.
İşte bu devrim Castro başkanlığında, seçimler iptal edildikten bir yıl sonra başladı. Castro kardeşler (Fidel ve Raul), Fulgencio Batista hükümeti tarafından yakalanınca, devrim durduruldu.
Arkadaşlarının çoğu kurşuna dizildi ancak Castro kardeşler 1 yıl sonra hapisten çıkıp Meksika’ya gitti ve devrime ikinci bir sanş çıktı.
1950’lerde Castro daha Küba’dayken, kendini temize çıkarmak için “Tarih Beni Beraat Edecek” başlıklı bir savunma yapmıştı. Akla Cicero’nun “Philipics” veya Platon’un “Müdafaa” savunmalarını getirecekti.
Konuşmasının bir bölümünde şöyle diyor:
“Savunma konuşmam bitmek üzere ancak ben konuşmamı sanıkların serbest bırakılmasını isteyen avukatları gibi bitirmeyeceğim... Yoldaşlarım zindanlarda acı çekerken ben kendim için özgürlük isteyemem... Beni de onların yanına götürün, onlarla aynı kaderi paylaşmak istiyorum... Cumhurbaşkanı suçlu ve hırsız olan bir cumhuriyetin dürüst insanları, ya zindanda olurlar ya da ölürler.”
Savunmalarindan sonra, Cicero ve Sokrates Roma ve Atina'da öldürüldüler. Ancak Castro 63 yıl daha yaşadı ve Kuba adasinda o sözünü ettiği özgürlük ve demokrasiyi savunmaktansa, gömmeyi tercih etti.
Che Guevara annesine yazdığı bir mektupta, “devrimci şiddeti kucakladığını ikna ile bir yere gidilemedigini” söylüyordu.
Keşke biri çıkıp kendisine ve Fidel’e şiddetle sürdürülen mücadelelerin de bazen hüsranla bitttiğini söyleseydi. Nitekim 1965 yılında o bahsettiği mücadele sürecinde Bolivya'da öldürülmüştü.
İncil’de “Kötüye karşı direnmeyin” (Matta 5:39 bölümü) denilir.
Ya da Gandi’nin yaptığı gibi şiddetsiz efsanevi bir mücadele verin ve en az kan ve en az gözyaşı ile bir ülkeyi, Hindistan’ı, başka bir ülkenin, İngiltere’nin, işgalinden çıkarın.
Bu örneğe Kürtlerin de ihtiyacı var.
Şiddete başvurmadan mücadele edip çocuklarımıza ve dünyaya böylesi bir mirası biz de bırakabiliriz.
(Yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Rûdaw Medya Grubu'nun kurumsal bakış açısıyla örtüşebilir ya da örtüşmeyebilir.)
Yorumlar
Misafir olarak yorum yazın ya da daha etkili bir deneyim için oturum açın
Yorum yazın