Kıbrıs Gezi Notları (2)
Yeni güne bir çeyrek var. Akrabalarımda kaldığım için ancak şimdi müsait olabildim, yatmaya yakın. Hiçte yurtdışına çıkmış gibi hissetmiyorum kendimi. Geride bıraktığım acılar ve gözyaşları burada daha da bilenmiş ve korlaşmış olarak karşıma çıktı. Yani güncel yorumlar, sıcak haberler burada da karşıma çıktı. Bir türlü güncelliğin dışına çıkamadım. Sözde güncel yorumların ve sıcak haberlerin dışına çıkıp iç dünyama kendimce bir yolculuk yapacaktım. Ama hiç de düşündüğüm gibi olmadı, olmuyor. Tabi, bunda akrabalarımın evinde kalmamın etkisi yadsınamaz. Bir otelde kalsaydım, eminim ki böyle olmazdı.
Ön plana çıkan söz: Güncellik… Yani gündelik olayların arasında kaybolup gitmek, kendi olmadan, kendine ait bir söz söylemeden… Herkese ait yorumlardan hiç kimse olarak çıkmak... O bunu söyledi, şu böyle dedi ile birlikte bütün bir toplumun birbirine düşman kesilmesi, kutuplaştırılması. Olan bundan başka bir şey değil. Mesele memleket olunca, artık hak getire. Herkes kahraman kesiliyor.
Kalbime baktım, kanayan yaralarımı gördüm. Ama hep aynı manzara içinde: Diyarbekir ortasında vurulmuş yatarım yüzükoyun Tahir Elçi ile bir. Cizre’de sokak ortasında ölümüne utandırılmış ihtiyar bir cenazeyim, bebek bir ceset. Arayayım, soranım yok. Ben kimlere yakınayım.
Bu duygular içinde Albay Halil İbrahim Karaoğlan Oğlu Şehitliği’ni ziyaret ettik. Yine muhalif ve aykırı söylemlerin pençesinde kıvranarak... Kalbim fena kanıyordu. Bir başkası yoktu. Bir başkası hiç olmamıştı. Hep acımda kalmıştım ve acımda kalmaya mahkûmdum.
Girne Kalesine çıktık. Her yerde İngiliz rüzgârlar, Rum kalıntılar, Yunanlılaşmış taşlar. Öyle ki şimdi yattığım odamda tam karşımda küçük bir Noel Baba duruyor. Böyle bir odada namaz kılmak mecburiyetinde kaldım. Akrabama sordum. Müslüman evinde, böyle bir Hıristiyan oyuncağı ne arıyor? Komşusu, çocuğuna hediye etmiş.
Bir yerin İslam memleketi olup olmadığı, ezanın okunup okunmamasında. Duyulup duyulmamasından, ezan okunuyorsa sesinin duyulup duyulmadığından belli olur. Ben vakit ezanlarını duymuyorum. Yani burada hayat ezana göre yaşanmıyor. Cami, ezan yavru vatanda hayatın merkezinde değil. Bu gerçeği görüp buna göre konuşmak, hareket etmek gerekir. Asıl sorulması gereken soru şu. Burada neden ezan hayatın merkezinde değil. Ya da şöyle sorayım. Belki de yavru vatan Kıbrıs’ta hiçbir zaman ezanın hayatın merkezine konulması gibi bir gaye yoktu, olmamıştı.
Her yerde yabancılar. İslamiyet’i yaşayanlar o kadar az ki. Ama sevki ilahi ile çalışan müezzin horozlar hiç aksatmadan her gün görevlerini ifa ediyorlar. Türkiye ile Kıbrıs arasında pek bir saat farkı yok ama namaz vakitleri arasında küçük farklar var. Bir de ortam değişliği yüzünden sabaha namazına kalkmakta biraz sıkıntı yaşıyorum. Vakit girdi mi, girmedi mi, tereddüdü yaşıyorum. Sonra horozların sesini duydum, bütün sıkıntılarım, tereddütlerim bitti.
*
Nedense garip rüyalar görüyorum. Garip değilim, belli bir konusu, manası, mesajı, amacı olan rüyalar. Uyandığımda etkisi hala devam eden rüyalar. Uyandığımda yeryüzlü bir uykuda olduğumu hatırlatan rüyalar. Birbirini arayan iki insan burada karşılaşıyorlar. Oğlunu arayan bir baba, babasını arayan genç bir adam… Hatırlıyorum, ikisinin belgelerini alıyorum, bilgilerini karşılaştırıyorum ve birbirlerini aradıklarını görüyorum, hayret ediyorum. Tabi, bundan yine de emin olamıyorum. Bunu onlar da görüyor ve söylüyor. Ama içten içe üçümüz de biliyoruz ki onlar birbirini arayan baba ile oğul. Nasıl oluyor da burada karşılaşıyorlar.
Buranın Türkiye için önemi stratejik, yani askeri, üs, güç. Zaten yerli halkın İslam’dan bir hayli uzak yaşadığı aşikar. Yerli halk ile adanın öbür tarafında yaşayan Rum halkı yaşantı olarak birbirlerine çok benziyorlar. Bu yaşantının merkezinde de gününü gün etmek felsefesi var. 1974’teki çıkarma ile milliyetçilik duyguları gelişen yerli halk, biraz kendine gelir gibi olmuş ama sonra yavaşça Rumlaşmış, Rumlar gibi yaşamaya başlamış. Son nesil, yani iki bin ve sonrasında doğan Kıbrıs Türklerinin İslam ile alakaları hiç yok denecek kadar az. Sonradan Türkiye’den KKTC’ne bir hayli göç eden oluyor ama bunlar oturma hakkı olmaksızın ayaklar altında eziliyorlar. Tek hakları, çalışmak, köleler gibi. İnanç ve fikir olarak Rumlara benzeyen yerli Kıbrıs Türklerine hizmet etmek... Yani yerli halkın bütün ağır işleri, sonradan gelen Türkiye göçmenlerinin omuzlarında… Benim yanında kaldığım akrabalarım da bu ailelerden biri. On-on beş senedir buradalar, ailede herkes çalışıyor, ev hanımdan çocuğuna kadar. Buna rağmen kirada kalıyorlar. Ne ev alma hakları var ne de ev alacak kadar paraları. Evinde rahat edip oturan yok. Evde kalıp oturmak, dinlenmek, ‘keyif çatmak’ lükse kaçıyor. Hayat koşulları herkesi çalışma mecburiyetinde bırakıyor. Üniversite okuyan, harçlığını çıkarmak için çalışmalı, anne ailenin geçimine katkıda bulunmak için çalışmalı, baba zaten çalışmak zorunda.
Kaç gündür hep doksanlı yıllara yolculuk yapıyorum kendi içimde. Görüştüğüm akrabalarım da hep o yıllardan kalma nedense. Elimdeki fotoğraf 1 Eylül 1996’da çekilmiş. Akrabaların çoğu aynı karede çıkmış, çocuğuyla ihtiyarıyla. Bir ikindi vakti, halalarımın damında oturulmuş. Belki yirmi kişi var. Şimdi bakıyorum, her biri bir yerde. Belki yarısı, dünyanın çeşitli ülkelerinde... Zaman böyle bir şey sanırım. Yirmi senede böyle… Bir yirmi sene daha geçse, çoğu ölüp gitmiş olacak. Geride kalan çok az kişi olacak. Sadece çocuklar kalacak.
*
Yine bir rüya… Rüyamda dokuz-on yaşlarında esmer ikiz çocuğum var. Sonradan bir başka kadından beyaz tenli bir başka çocuğum oluyor.
Sabahın ilk ışıklarıyla beraber evden üç kişi işe gitti. İki kişi kaldık, diğeri de birazdan işe gidecek. Ben evde tek kalacağım yine. Son kişiyle çıkıp gidebilirim. Ama nereye? Ne diye? Sonra soğuk algınlığım geçmiş değil, burnum akıp duruyor. Bu demektir ki yol göründü.
KKTC’yi resmi olarak hiçbir ülke tanımadığı için başka bir ülkeye deniz seferleri yok. Başka bir ülkeye gitmek için Rum kesimine geçmek gerekir ama sorun da burada işte. Rumlar, bu taraftaki geçişlerde sorun çıkartıyorlar. Geçip de ne yapacağım? En iyisi geri dönmek uçakla… Yük gemileriyle dönebilirim ama seferler çok uzun sürüyor, en az dokuz-on saat.
Dün güzeldi.
Otuz yıldır burada yaşayan Trabzonlu biriyle öğle namazını kılıyoruz. Deniz kıyısında gezindim. Denizin aşırı tuzlu suyuyla şekilden şekle girmiş kayalar dikkatimi çekti. Sonra sahabelerin gölgesine uzanıp Akdeniz’in enginliğine dalmak… Biliyorsun, sahabeler burada, uzak denizlere açılmak parmaklarının ucunda. Ayağa kalksam deniz yürünecek kadar mesafede, ufaklar kabaracak kadar yakın. Ayağa kalksam, uzak seferlere saldığım bütün gemilerim geri dönecek, ben bir başka olacağım, bir başka öleceğim, bir başka dirileceğim. Ayağa kalksam, büsbütün tanınmaz biri olacağım, yanımdakilerden hepten kopacağım, cümle kapısında bütün kelimelerimin başı vurulacak. Oturuyorum Akdeniz’in kıyısında, uzanıyorum sahabelerle bir.
*
Melcom ve Ferit
Sonra eski rallici İngiliz Melcom’un evine gittik akrabadan arkadaşımla. Sipariş edilmiş telefonu almak için. Bölgede evlerin neredeyse tamamında yabancılar oturuyorlar. Bilhassa da İngilizler her yerde ev almışlar. Evler de çok lüks. Melcom yetmişine merdiven dayamış bir adam. Sol kolunu rahat kullanamıyor, kaza yaptığı için.
Evine baktık. Her şey vardı evde ve her şey doğaldı. Emekliliğin tadını çıkıyordu Melcom. Karısıyla boşanmış. Çocukları, torunları, kendisi ve eski karısı, her biri bir yerde. Duvarda bir sürü fotoğraf ile bahçesinde limon ağacı dikkatimi çekiyor nedense.
Mutlu, huzurlu değil Melcom. Büyük bir yalnızlığın, terk edilmişliğin içinde ölümü bekliyor. Acıdım adam. Böyle dört dörtlük görünen bir hayattan sonsuz yoklukmuş gibi görünen ölüm ülkesine geçmek. Gerçekten zor olmalı, ona göre. Aslında suç kendisinde yine. Maddi mükemmelliğe kapılıp gittiği için ölümü sonsuz yoklukmuş gibi görüyor.
Sonra açık olan televizyon, internet bağlantılı bilgisayar, telefon, gazeteler, dergiler, bütün bir dünya. Sonra sakat bir kol, mütemadiyen titreyen, sızlayan kemikler, küçülen ihtiyar beden. Bütün bu mükemmel maddi cenneti bırakıp sonsuz yoklukmuş gibi görünen ölüm ülkesine geçmek. Sıfırın zirvelerinden, hiçliğin dibine savrulmak… Melcom’un neler hissettiğini gerçekten merak ediyorum. Ölümü, sonsuzluğu nasıl algılıyor, nasıl görüyor?
Ve Ferit. Melcom’dan Ferit’e, iki üç örnek ama bir o kadar da gerçek, can yakıcı. Sahile inmiştik. Bir banka oturmuştuk, dinlenmek için. O anda yanımıza kırmızı çiçekler satan iki çocuk geldi, on üç-on dört yaşlarında. Tanıştık. Kardeşlermiş. Kaçtığım yaralar, hiç ummadığım yerlerden kanamaya başladılar. Ferit ile konuştuk. Aklıma Melcom geldi. İkisini de karşılaştırdım zihnimde. Bir yanda her şeyi fazlasıyla olan İngiliz Melcom, öte yandan gidemediği okulun harçlığını çıkarırcasına kim bilir nereden tedarik ettiği kırmızı gülleri satarak ailesinin geçimine katkıda bulunmak isteyen Kürt Ferit. Bütün bunlara rağmen Ferit’in Melcom’dan daha mutlu ve huzurlu olduğunu da biliyorum ve bütün oyunların arkasında Melcom’un atalarının olduğunu. Yani Melcom’un her şeyi olduğu için Ferit’in hiçbir şeyi olmadığı, okuluna dahi gidemediğini.
Aklımızı başımıza almazsak, daha çok çiçek satarız. Artık çiçek satmak değil, çiçek olmak, çiçekleri hediye etmek, çiçekleri koklamak, çiçek gibi kokmak, çiçek gibi yaşamak zamanı. Bir halk olarak artık çiçek satmasın çocuklarımız. Çiçek gibi yaşasın çocuklarımız. Çocuklarımıza bunu çok görmeyelim.
*
İkindi namazını camide kıldık. Sonra yemek yedik bir lokantada. Bir kedi geldi yanıma, arkadaş olduk. Ona da yedirdik. Akşam namazının vakti gelmişti. Tekrar camiye gittik, cemaatle namazımı kıldık, evin yolunu tuttuk.
Hasta ve yorgun düştüm Boğazköy’de. Herkes işe gitti. Hala hastalığı atlamış değilim. Bu da evde kalmam için iyi bir bahane. Oturdum evde, yaralarımı kanırtmaya başladım bir başıma. Bilmiyorum artık kim geride kalır, kim ötelere açılır zaman gemisinde. Ben mi geride kalmıştım yoksa bir başkası mı gitmişti hep. Sonra giden de kalan da ruhunun köklerinde ağrılar duyuyorsa, demek ki gidenle kalan arasında hiçbir fark yok gerçekte. Yani acılarımdan başka kaybedeceğim bir şey yok. Ki acılar asla kaybedilmez. İnsanı kendisi yapana, kendinde bırakan acılarıdır. İnsan, acılarını kaybettiği gün bitmiştir. Doğrusu, acılarımı göstereceğim bir başkası hiç olmadı, hiç olmayacakta. Ben acılarımla geldim ve acılarımla gideceğim bir başkası hiç olmaksızın. Bu yüzden dünya sürgünlüğü dokunmuyor bana. Çünkü hakikati, beni neyin beklediğini (beklemediğini) ve arkamda neler bıraktığımı (bırakmadığımı) biliyorum.
(Yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Rûdaw Medya Grubu'nun kurumsal bakış açısıyla örtüşebilir ya da örtüşmeyebilir.)
Yorumlar
Misafir olarak yorum yazın ya da daha etkili bir deneyim için oturum açın
Yorum yazın