Her yerde ölülerimle yürüyorum; dirilerimi hiç göremiyorum. Perdenin arkasındaki suretlere dokunamıyorum. Yalnızlığım cehennem gibi yakıcı, bir meteor taşı gibi dışlak, kenar mahalle umutları gibi yıkıcı.
Sen neredesin, ben neredeyim; birbirimizi tanıyamıyoruz. Aramızda sadece darağaçlarında sallanıp duran pirlerimiz, mirlerimiz, gelinlik kızlarımız, genç adamlarımız... Onlar da olmasa hepten kopacağız birbirimizden. Arada sadece zindanlarımız, koğuşlarımız, hücrelerimiz, ölüm oruçlarımız, açlık ve susuzluklarımız, bedenlerimizdeki işkence izleri ve ruhumuzdaki yanık izleri var. Onlar da olmasa hepten yitireceğim bir yerlerde seni ve kendimi.
Patlamış çıplak ayaklarla tuzlu tarihe basıp yürüyorum, boynumda ilmik ağrısı, yarım kalmış hayatların ağırlığı, ucu yakılmış adressiz mektupların sızısı; hepten aklımı yitirmekten korkuyorum.
Kırılmış dallarına tutunup yürüyorum, sonrasını hiç düşünmeden. Alıp başını gidiyor ölülerim. Surlardaki çatlaklardan sızan kan göz bebeklerime doluyor. Ağlamayacağım, kanlı gözyaşları akıtmayacağım, bir başkası olmayacağım, bir başkası olarak düşmeyeceğim kalkmayacağım. Yeni bir yüz çizeceğim suretine. Adını kazıyacağım surlarına Rojen Barnas’ın kanayan kalbiyle, hep de kürdilihicazkâr makamında, Ciwan Haco’nun sesiyle. Yeni bir baharı bekleyeceğim Adiloş Bebeyle.
Seni hiç unutmadım; acını ve umutlarını içimde taşıdım. Acını 33 kurşuna, umutlarını dört kapına kazıdım. Anladım acından öte köy, dört kapından öte yol, ölülerinden ayrı bir hayatım yok. Sen yeter ki üzülme, karalar bağlama, doğmamış ve ölü çocuklarını düşün. Onları yarı yolda bırakma. Sen olmasan nerede yatacak ölü çocukların, sen dik durmasan nasıl gün yüzü görecek doğmamış çocukların.
Ölü ve doğmamış çocuklarının arasında sallanıp duruyorum, ayaklarımın altında ölü çocukların, başımın üzerinde doğmamış çocukların, hesap soruyorlar benden. Görüyor musun? Senin mirasın. Mirasınla yaşadım, mirasını her yere götürdüm. Çoğu zaman mirasının ağırlığı altında ezildim kaldım. Beni ellerimden tutup ayağa kaldıran ölü çocuklarındı, dört kapı ağzında beni bekleyen doğmamış çocuklarındı.
Yalnız ve terk edilmiştim, en az surların kadar. Kırık dökük, mahzun melül aynasını tutuyor yüzüme Dicle. Bin yıllık yorgunluğum hesap soruyor bana senin ölülerinle. Dirilerinin sözlerini duyuyorum ama ne dediklerini anlamıyorum. Anadilimin şah damarı kopmuş, anadilim dirilerle aramda bir bağ kuramıyor. Bilmiyorum buna sebep; benim yetimliğim onların acizliği mi yoksa benim kifayetsizliğim onların uzaklığı mı?
İçimde tarifsiz bir sürgünlük duygusu, senden bana kalan, benden beni alan. Yüzü gülmüyor Rewşen’in. Yüzü hiç gülmedi kızlarının, bahtı açılmadı evlatlarının. Bir yerlerde ömür törpülüyorlar tarihin kirli çakısıyla. Bir yerlerde umutlarını diri tutmaya, hayallerini yeşertmeye çalışıyorlar; ama olmuyor. Tarihin kirli çakısı yakıyor ellerini, yüreklerini, sinelerini.
Kimse kimseye yetmiyor, kimse kimseye yetişemiyor, kimse kimseyi tutamıyor. Herkes bir başkasının yalnızlığında yitip gitmekten korkuyor. Başkalarına kalbinin yaralarını göstermekten korkuyor Rewşen; kalbindeki ölüleri taşıyamıyor. Ölülerin ölçülmeyen ağırlığı altında dizlerinin bağının çözülmesinden, bir daha ayağa kalkıp yürümemekten, surlarına bakıp efkarlanmamaktan korkuyor.
Ulu Cami’nin önünde ulularını bekliyorum. Ölümün her rengini tanıyorum; kış karasını, Newroz kızılını, safran sarısını, bağ bozumunu. Yaşamın bütün kıyılarını bitirdim, yaşamak ve ölmek arasındaki ince çizgiyi yitirdim, ayağı kırılmış minarelerden güç devşirdim.
Yüzümü hepten ölülerine dönüyorum, Osman Sabri’nin yorgun bakışlarıyla. Osman Sebri, oğlu Welat’ı bir daha beklemeyecek şehrinin eski mezarlığında. Bir daha kalbi kalbinde yanmayacak. Ölülerinden bir ölüyüm artık tarihin kirli çakısıyla surlarına kazınmış.
(Yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Rûdaw Medya Grubu'nun kurumsal bakış açısıyla örtüşebilir ya da örtüşmeyebilir.)
Yorumlar
Misafir olarak yorum yazın ya da daha etkili bir deneyim için oturum açın
Yorum yazın