Gürültü Yok Almanların Kültüründe

Almanya Gezi Notları (10)

K Saint Magnus Kilisesindeyim. Dokuz buçukta içeriye girdiğimde benden başka içeride kimse yoktu, görevlilerden başka. Sonra önümde oturan genç adam geldi. Kiliseye benim yaşlarımda genç bir adamın gelmesi beni şaşırtmıştı açıkçası.

Saat ona geliyor, millet de yavaş yavaş kiliseye doluşuyor. Gelenler daha çok yaşlılar. Girişte musluktaki suya dokunup Hristiyanlara has teslisi yapıyorlar, bir İncil alıp geçiyorlar.

İlk defa bir çocuk gördüm. 13-14 yaşlarında bir kız çocuğu annesiyle gelmiş.

Kilise görevlisi olduğu anlaşılan genç bir kadın mumları yakıyor.

İlk defa bu kadar çok Alman’ı bir arada görüyorum.

Üç genç siyah rahibe beyaz elbiseleriyle içeriye girdi, muhtemelen Afrikalılar.

Ayin bir, bir buçuk saat sürdü. Ben dokuz buçuk gibi gelmiştim. 11 çeyrekte gibi bitti, millet kiliseden çıkmaya başladı.

Rahip uzun bir vaaz verdi, org müziği, ilahiler eşliğinde. Cemaatin hissiyatı müziğe göre değişiyordu. Aşağı yukarı 100 kişi vardı. Ayinin sonunda rahibin çocuklara ekmek vermesi ilginçti. Ben iyilik nedir? İyi insan nasıl olunur? Sorularına cevaplar arıyordum aklımda. Kendimce cevaplar buldum da. İyi insan bilerek, isteyerek başkalarına zararı dokunmayan, tam tersine her daim insanlara yardım edendir. Allah vardı kilisede ve vicdanlarda; ama araya/kiliseye/kalplere İsa Allah’ın oğludur, İsa Tanrıdandır, İsa Tanrıdır gibi düşünceler girdiği için sorunlar çıkıyordu. İsa Allah’ın bir “kul elçi”si olarak değil, bir “kutsal kurtarıcı” olarak kilisedeydi/kalplerdeydi.

*

Koluna dedesinin resmini dövme olarak yaptıran Tolga evinde büyük yılanlar, timsahlar besliyor, satmak için. “Hayvanları evimde çiftleştiriyorum, sonra da yavrularını satıyorum; bu işte iyi para kazanıyorum. Geçenlerde bir yılanın yavrusu 700 Euroya sattım.” Merak ettim, ilk defa böyle bir insanla karşılaşıyordum. Telefonundan evinde beslediği hayvanlarını fotoğraflarını gösterdi; hayretim daha da arttı. Çünkü o cam bölmeler içinde gördüğüm yılanlar, timsahlar gerçekten çok ürkünçtü.

*

Radyoda yine Sezen Aksu var. Bu sefer Kaybolan Yıllar. Eskiye gidiyorsun, tepetaklak. Yıllar geri gelmiyor, zamanın önüne geçemiyorsun. Minik Serçe de yaşlanmış, eskisi gibi değil. Zaten eskisi gibi ortalıkta görünmüyor; kendi köşesine çekilmiş, herkese, her şeye küsmüş gibi. Belki de bana öyle geliyordun; bilmiyorum. Şarkılar ona ne vaat etmişti, o ne bulmuştu? Hep hüsran mı? İnsan olmak bu kadar zor mu? Kilisede hemen önümde oturan o genç adamı unutmayacağım: Basit ve sade, içi dışı bir, bir Hristiyan.

*

Gürültü yok Almanların kültüründe; her şey sessizce olup biter, kimse kimseyi rahatsız etmez. Her kesin arasında görünmez sınırlar vardır, kimse bu sınırları ihlal etmeyi aklından dahi geçirmez. Saygı var. Saygının ete kemiğe bürünmesini bu ülkede gördüm, tabi gördüğüm bildiğim kadarıyla. Nihayetinde dünyanın çoğunu gezmiş, görmüş, tanımış değilim. Japonya’da, Hindistan’da, Afrika’da, Amerika’da yaşamak, onların hayatlarına karışmak, onları birebir tanımak isterdim. Anlıyorum ki dünyadaki en zor şey bir insanın bir başka insanı tanımasıdır, bundan daha zoru da insanın kendini tanımasıdır. İnsanın kendini tanıması için de kendisinin dışına çıkması, başka insanları tanıması gerekir. Başkalarının gözüyle bakmak için, başkalarının gözünün bir parçası olmak, gözünün eti, kanı, damarı olmak gerekirmiş, diyorum; zira hala kendimi ve başkalarını tanımaktan uzağım.

*

Anne yüreği olarak çocuklarına iyi bir kader çizmeye çalışırsın ama eskiler boşuna dememişler. Evladının tahtını yapabilirsin ama bahtını yapamazsın. Çocuklarına ulaşmaya çalışırsın ama ulaşamazsın; çünkü zaman geçtikçe ellerin kısalmış evlatların uzaklaşmıştır. Zamanla ellerinin ve evlatlarının arasındaki mesafe artmıştır. Elinde değildir evlatlarını bir araya getirmek. Dualarınla onlara ulaşmaya, onları kucaklamaya, onların kalbinde bir arada tutmaya çalışırsın. Duaların olmasaydı belki de çıldırırdın. Oturursun kalkarsın Allah’ına dua edersin. “Allah’ım” dersin, “çocuklarımı koru. Onlara güzel bir taht ve baht ver. Ben acizim, benim merhametim senin sonsuz merhametinin yanında bir damla bile değil. Bu rahmet damlasının yüzsuyu hürmetine çocuklarımı koru, onlara yardım et Allah’ım..!”

*

Kardeşimin yeni aldığı arabayla gezmeye çıktık akşamüzeri. Kirchheim Teck’e gittik, köfte-ekmek yedik. Sonra Plohicgen’e dükkana uğradık. Döner işi sıkıntılı; herkes bir başkasının ayağını kaydırmak istiyor. Her millet kendi milletine gidiyor. Tarafgirlik var, milliyetçilik var. Türkler Türkleri, Kürtler Kürtleri, Araplar Arapları tutuyor. Döner işini genellikle Türklerle Kürtler yapıyor. İnsanlar neden ekmeği bu kadar zorlaştırıp kirletiyorlar; hiç anlamıyorum. Burada çalışmak isteyen herkese ekmek var, o zaman neyin peşindeler; gerçekten anlaşılır gibi değil. Bu kadar hırsa hiç gerek yok. Çok yalan-dolan dönüyor.

*

Eren 1992’de buraya gelmiş. Babası, annesi daha önce Almanya’ya gelmiş. Eren burada doğmuş ama ilkokulu kadar Tekirdağ’da kalmış. Üç çocuğu var, boşanmış. Nedenini soruyorum. “Yapamadık, yürütemedik evliliği; çok zor evlilik.”

Eren’in işi düğünlerde, özel günlerde fotoğraf çekmek, kamera çekimi yapmak, albüm, video hazırlamak. Bugünlerde Polonya’ya çekime gidecekmiş, üç bin beş yüz Euro karşılığında, masrafları da düğün sahiplerine ait.

*

Bugünün şiiri Yılmaz Odabaşı’nın “Bir Aşk Bir Yara” şiiri.

Kim bilir, kaç bin defa bu şiirde öldüm, dirildim; kaç bin defa kendimi yitirdim, yeniden buldum. Her hecesinde bir anım, her kelimesinde bir acım...

10-13 yıl öncesi. Yaralı bir hayvan gibi odama kapanmış ya da yürüyorum bir başıma dağ bayır demeden. Hep kendimden kaçmışım, seni aramışım; kendimle karşılaşır gibi olduğum her yerde seni yitirmişim.

Hep iç birikimlerinden yedim; ev barktan yüz çevirdim. Dönüp dolaşıp hep aynı sözlerle güne başladım, aynı sözlerle günü uğurladım: “Ben şu kısa boylu hayatta uzun boylu keder”dim.  Umutla geldin, kederini bırakıp gittin. Hep seni bir başkasında buldum kaybettim, yaşadım öldürdüm. Bitmedi kederin, gitmedi sevdan.

“Eski bir aşk, yeni bir ayrılıktır her zaman.

Bunu kuşlar sorar, yıldızlar da anlatır.

Kimse bilmez be canım, bir yara bir ömrü nasıl kanatır…”

Aşk, eşittir yara. Yaralarını kanırttıra kanırttıra varırsın aşkın kapısına; başka da yolu yoktur, bilirsin. Aşkın kapısından içeriye girmek yok. İçeri giremezsin. Aşk, kanırttırılmış yaralarla kapıda beklemektir. Umutsuzluğa, sabırsızlığa yer yoktur aşkın kapısında. Gerekirse bir ömür boyu bekleyeceksin. Ne mutlu o bir ömür boyu kanırttırılmış yaralarla aşkın kapısında bekleyenlere.

“Ben seni hep ayrılıkla anmışım.” Satır aralarında hep ayrılıkları biriktirmişim de hiç kimseye söylememişim. Başı sonu olmayan bir ayrılıktan başka bir şey değildin ve hep de öyle kalacaktın.

 

 Faik Öcal

 

(Yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Rûdaw Medya Grubu'nun kurumsal bakış açısıyla örtüşebilir ya da örtüşmeyebilir.)