Adıyaman ve Hatay’ı kardeş kılan acılarının kimsesizliğidir

Almanya Gezi Notları (14)

Yuhanna’ya göre İsa, hem Yahudilerin var olan düzenini bozuyor hem cumartesi gününün kutsiyetini ihlal ediyor. Esasında Yahudiler İsa’nın kendisini Tanrı’nın oğlu olarak görmesine karşı çıkıyorlar, diyor Yuhanna. Yahudiler sadece maddi düzenleri için İsa’ya karşı çıkmıyorlar, aynı zamanda dinlerine zarar verdiğini düşündükleri için de İsa’ya karşı çıkıyorlar. Gerçekten de bir peygamberin babasız doğması öyle kolay anlaşılır ve kabul edilir bir durum değil. İsa’ya tabi olan 12 havari dahi tam olarak İsa’nın yoluna girmiş değilken (Yehuda’nın ihbarı, Petrus’un inkarı) Yahudilerden bu konuyu anlamalarını beklemek, olayları dar kalıplara sıkıştırmak oluyor. Yerleşik dini değerlere aykırı bu durum birçok olaya neden olmuştur. Bu olayları doğru anlamaktan ve yorumlamaktan çok uzağız maalesef.

Yuhanna’nın ifadesiyle İsa diyor ki: “Siz (Yahudiler) gerçekten Musa’ya inansaydınız, bana da inanırdınız; çünkü Musa benim geleceğimi söylemişti, benim hakkımda yazmıştı, benden haber vermişti. Siz onun yazdıklarına (söylediklerine) inanmazsanız, nasıl benim söylediklerime inanacaksınız ki!”

Bu da gösteriyor ki Musa’nın Eski Ahit’te söyledikleri ile Yahudilerin ondan anladıkları birbirinden çok uzak. Sonuçta her peygamber bir önceki peygamberi tamamlamak, tasdiklemek için gönderilmiştir Allah tarafından. Kuran’da belirtilmiştir ki Hazreti İsa kendinden önce inen Tevrat’ı (Musa) doğrulamış ve peygamberimizi Ahmet olarak müjdelemiştir; ama İsrailoğulları bunu kabul etmediler, büyü deyip kesip attılar.” (Saff; 6).

İnsanlar nefislerine uyuyorlar, dünyaya kapılıyorlar; yaptıklarıyla, ettikleriyle “nübüvvet halkaları”nı birbirinden koparıyorlar. Bunu sadece İsrail oğullarına mal etmemek gerekir. İlk insan ve ilk peygamber Adem’den beri böyle olagelmiştir. Nübüvvet halkasını ilk koparan Kabil olmuştur. Her devrin özelliğine göre, daha doğrusu her devrin insanları öne çıkan baskın menfaatlere göre nübüvvet halkasını koparmıştır. Şu bir gerçektir, nübüvvet halkasını koparanların ortak özelliği kibirli olmalarıdır. Ahir zamanda son nübüvvet halkasını koparan da Müslümanlar oldu maalesef.

*

Öyle hikayeler vardır ki sonlarındaki trajediyle bütün bir hayata damgasını vururlar. Aziz’in amcası bugün vefat etmiş; yakınları cenazeyle memleketin yolunu tutmuşlar. Adam 5-6 sene önce buraya gelmiş. Sonra eşini ve çocuklarını yanına aldırmış. İşler tam yoluna girecekken adam rahatsızlanmış, hastaneye götürmüşler. Doktorlar kanserin bütün vücudu ele geçirdiğini, sayılı günleri olduğunu söylüyorlar. Adam bütün borçlarını ödüyor, herkesle helalleşiyor. Ellisinde bile değil. Bugün ölmüş. Hikayesini gurbette yarım bırakarak gitti. Buralara gelirken böyle bir son aklının ucundan geçmemiştir. Kim böyle bir sonu düşünebilir ki. Ama kanser hücreleriyle gelmişsindir gurbete, süratle sonuna doğru gidiyorsundur. Sen kanserli hücreleri unutmuşsundur ama onlar seni hiç unutmamıştır, sadece son darbeyi vuracakları zamanı bekliyorlardır.

*

Genç kız salıncakta sallanıyor. Gözlerine bakıyorum, sadece mutlak amaçsızlık ve manasızlık görüyorum. Öylece bomboş gözlerle boğuyor uzaklıkları yakınlarda. Çoğu insanın bakışlarında aynı amaçsızlığı ve manasızlığı görüyorum. Sonsuzluğu sınırlayan bakışlar. Çan çalıyor yine. Kaç kişi Tanrıyı hatırlıyor, biliyor, anlıyor? İsa’nın ‘baba’sıyla onların Tanrı’sı aynı değil. İsa’nın babasıyla onların Tanrısı hiçbir zaman aynı olmadı. Genç kız sallanıp duruyor, sarkacı bozulmuş bir saat gibi gidip geliyor. Onu burada tutacak hiçbir şey olmadığı gibi, onu sonsuzluğa bağlayacak bir bağ da yok. Boşluk ve uçurum. Boşluk ve bilinmezlik. Boşluk ve sonsuzluk. Yerde kalan beden, geride kalan insan, hiç durmayansa zaman.

*

Bir film birçok yerde insanın karşısına çıkınca insanda ister istemez filmi izleme duygusu hasıl oluyor. Saeed Roustayi’nin Leylanın Kardeşleri (Leila’s Brohhers) adlı İran filmi de böyle oldu. Çok karşıma çıktı, çok kişi övgüyle bahsetti; ben de dün gece izledim. Filmi çok beğendim, çok da etkisinde kaldım. Çünkü film bizim gerçeğimizi olduğu gibi yansıtıyordu; her şey o kadar tanıdık ki… Zaten Farsça Kürtçeye çok yakın. Biz Kürtlerle Farisilerin kültürleri birbirine çok benziyor, komşuyuz nihayetinde. Filmde fakir olan bir ailenin fertleri bir dükkan açıp fakirlikten kurtulmak istiyor; ama aile bir türlü dükkanı açıp fakirlikten kurtulamıyor. Film bunun sosyolojik ve psikolojik nedenlerini iyi yansıtmış. Film bizim ailelerimizi anlatıyor. Her Kürt ailesinde benzer sorunlar var. Film de Leyla’nın etrafında dönüyor. Her kardeşin ve anne-babanın karakteristik özelliği filmin temasını daha vurgulu yapmış, film bir bütün olarak başarılı olmuş.

*

Geziyoruz, bakıyoruz, dolanıyoruz; öylesine vakit geçiriyoruz. Burada Hataylı bir bayan gördüm. Aklıma direkt deprem geldi. Hemen depremden konuştuk. O da yakınlarını kaybetmiş. Hataylı ya da Adıyamanlı olup da bir yakınını kaybetmeyen yok. İki şehir de yerle bir oldu. Adıyaman ve Hatay’ı kardeş kılan acılarının kimsesizliğidir. Ölülerimiz hala ortalık yerde, görünmez yaralarımız kanıyor hala, göz göre göre. Kimsenin umurunda değil; herkes işinde gücünde. Biz de ilk günlerdeki gibi acı çekmiyoruz ama bu depremi, kayıplarımızı unuttuğumuz anlamına gelmiyor. Ölülerimiz bizimle yaşıyor. Ölülerimizi kendimizle her yere götürüyoruz, başımızın çaresine bakıyoruz. Öyle sanıyorum ki depremden bizi kalan terkedilmiş hep bizimle olacak, hep bizi büyütecek. O terk edilmişlik duygusu bütün varlığımızı ele geçirmiş, bütün bir hayatımıza damgasını vurmuş.

*

İnsanı büyüten nedir? Eski bir yazımı gördüm, tanımadığım bir yerde. Tekrar sorguladım kendimi. Beni büyüten kayıplarım mıdır yoksa hayallerim midir? Kayıplarım hayallerimden daha çok. Her ikisini terazinin iki ayrı kefesine koyuyorum, kayıplarımın daha ağır bastığını görüyorum ama artık kayıplarım da hayallerim de bir anlam ifade etmiyor benim için. Görünmez bir yaşam dairesinin içinde tutuyorlardı beni hayallerim ve kayıplarım; o görünmez daire yok oldu gitti. Hiçbir şey yok. Öyle bir yerdeyim ki bundan sonra yapmam gereken kayıplarımı ve hayallerimi birleştirip yeni bir sonsuzluğun yolunu açmak. Ancak bu ya da böyle bir şey kurtarır beni. Eski sonsuzluklar, eski daireyi bir arada tutan kayıplarla, hayallerle beraber tükendiler. Kayıplardan ve hayallerden öte hiç tükenmeyen bir sonsuzluk lazım bana.

*

Yine bir gurbet akşamı, herkes birbirine uzak ziyadesiyle, hiç kimsenin gölgesinde bir başkasına yer yok. Herkes gurbet yarasını kanırttırarak ayakta kalıyor, yaşama mücadelesi veriyor. Aklıma Pavese’in intiharı ve İsmail’in pes edişi geliyor; ne alaka varsa artık bilincimin derinliklerinde.

Akşamın yorgunluğu bir ağırlık gibi herkesin omzuna çökmüş; gece gündüzden kopuk, bugün yarına küs. Kimse kimseyi tamamlamıyor. Pia’yı aramıyorum. Pia’yı aramayı bırakalı asırlar oldu. Hiçbir garda aramıyor gözlerim Pia’yı. Öldü Pia. Belki yanlış kişiydim ya da ben doğruydum ama yanlış kişiyi arıyordum Pia’nın şahsında.

Akşamın ayaklarına Pavese’in cesedini indiriyorum. İntihar etme isteğinden değil kesinlikle, sadece intihar edenleri anlama isteğinden dolayı. Misal Georg Trakl’ın şiirini dinliyorum kaç zamandır: Geceye Şarkı. İlk gençliğime dönüyorum. 20 sene önce de yürümüştüm Geceye Şarkı’ya, bir başıma. Şimdi de dinliyorum. Değişen ne var? 27 yaşında intihar eden Trakl neden aklıma geldi bu gurbet akşamında? Pavese’in intiharı ile Trakl’ın intiharı arasında nasıl bir benzerlik var bilinçaltımda? Arada gidip gelen İsmail’in pes edişi. Ne diyordu Geceye Şarkı’da Trakl: “Bir nefesin gölgesinden doğma bizler, dolanıp durmaktayız terk edilmişliklerde…”

Müntehir bir nefes kuşatıyor bu gurbet akşamını. Kendi garipliğimi tanıyamıyorum, tanımlayamıyorum. İki müntehirin intiharı da böyle bir şey miydi? Kendini tanımamak, tanımlayamamak, ruhun kendini intihar etmesi değil midir?

*

Nereye gidersem gideyim deprem gerçeği karşıma çıkıyor. İrfan 20 senedir buralarda. O da dönercilik yapıyor Plohicgen’de. Memleket hakkında iç açıcı olmayan haberler verdi. Depremde annesini babasını kaybeden 13-14 yaşlarında bir kız çocuğunun intihar ettiğini söyledi. Böyle bunalıma girip intihar eden çok kişi var. “Memlekete dönmeyi düşüyor musun?” diye sordum. “Dönecek memleket mi kaldı. En kötüsü de depremden sonra hayatta kalan insanların psikolojisinin bozuk olması, herkesin birbirinin dedikodusunu yapması. Deprem sanki aradaki bütün sınırları kaldırdı. İnsanlarda ne saygı ne de sevgi bıraktı” dedi.

İnsanın kaybedeceği bir şeyi olmayınca böyle mi oluyormuş, diye düşündüm.

 

(Yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Rûdaw Medya Grubu'nun kurumsal bakış açısıyla örtüşebilir ya da örtüşmeyebilir.)