Direnmek dışında yol mu kaldı?

Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü SIPRI, 2018 Raporunu yayınladı. Az sayıdaki belli ülkelere ait 100 silah şirketi 2017’de 400 milyar dolarlık silah satışı yapmış. Oranlarda önceki yıla göre %2,5, 2002’ye göre ise % 44’lük artış görülüyor.

 

 

ABD % 60 ile yanına yaklaşılmaz satış şampiyonu. Söz konusu firmaların 100’den 42’si ABD’ye ait. İlk üçünün (Lockheed Martin Corp, Boing, Raytheon) satışı sadece, 100 milyar dolar. Halkı sefil Rusya %10 ile ikinci. Onları Fransa, Almanya, Çin, İngiltere, İspanya, İsrail, İtalya, Hollanda izliyor. En büyük alıcılar: Hindistan, Suudi Arabistan, Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri, Avustralya, Cezayir, Irak, Pakistan, Endonezya...

 

 

İlginç olan silah endüstrisinde dışa bağımlı Türkiye’nin durumu. Silah satışını 1/4 oranında artırmış, iki firması da bu 100 listenin içinde yer alıyor. Milliyetçilerin övüncü! Halbuki ölüm üretmek, utanç meselesi. Türkiye’nin çevresindeki savaşlara, silah sektörünün dış ortaklarına, devletin tepesindeki akrabalıklara bakılsın; savaş kışkırtıcılığının, ırkçı propagandanın, şehit edebiyatının nedenleri çok iyi anlaşılır.

 

 

Ticaretin kuralıdır; daha fazla satmak istersin. Öncelikle pazarını korursun. 400 milyarla neler yapılır hesaplarını bırakın, bu para oldukça savaşlar biter mi hiç?

 

 

BM Göç Sözleşmesi

 

 

Göçmen sorununda global bir yaklaşımı hedefleyen antlaşma, Fas’ın Marakeş şehrinde onaylandı. Bağlayıcı olmadığı halde, redçi devletler kasıtlı “sözleşmeyle egemenlik haklarının kısıtlandığını” ileri sürüyorlar, ki bunlar (ABD, Macaristan, Avusturya, Polonya) göçmenleri öcü yapan, aşırı milliyetçiliği körükleyen devletler.

 

 

Sadece onlar mı? Almanya’dan İtalya ve İspanya’ya ırkçı partilerin yükselişi, göçmen sorununun suistimaline endeksli. Halbuki Fransa’dan belli, Avrupa’daki yoksulluk egemen politikaların ürünü. Daha net söylersek; silah satışı ve ardındaki politika, yıkımın, ölümün, açlığın, çevresel felaketin ve göçmenliğin ana nedenidir.

 

 

Göçmenliğin insanlık tarihiyle özdeş, kültürel açılım, sosyal bütünleşme yönü de var. Bu anlamda önlenemez. Hepimiz göçmeniz. Sorunlarımız ortak. Milliyetçi izolasyon çare değil, tahriktir.

Olay Kürtlerle doğrudan ilintili. Devletsiz halk, vatansız halk gibidir. Denizlerde boğulanlar, yollarda ölenler, şans görüp değerlendirenler, tersi olup yok olanlar... Kürtler özellikle göçmenleştirilmiş bir halk ama nedenlerini sonuçlarıni analiz edemeyen, hesap soramayan bir halk.

 

 

“Göç Paktına“ gelince; yasak, baskı, yıkım ve ölümle Kürtleri göç halkı yapanlar, Marakeş’te temsil gücündelerdi. Kürtler ve daha onlarca halk, cellatlarının alacağı karara tabiler. Olumlu paktın kendisiyle çelişkisi bu.

 

Olay Macron’dan büyük

 

 

Direniş kültürü güçlü Fransız yığınlar, sosyal-ekonomik haklarını istiyorlar. Kavga devam ediyor. Kafamı yoran iki sorun var: Irkçılar ve direnişin ülkelere etkisi.

 

 

1968 Fransız öğrenci hareketi, Avrupa’yı sarmış, diğer kıtaları etkilemişti. Sadece siyasal bir eylem değil, sosyal yaşam, giyim, müzik kültürüydü de o. Sınır tanımayan özgürlüklerdi. Milliyetçi sınırların aşılmasıydı. Tam da bugün ihtiyacını duyduğumuz kültür. Yoksa yükselişteki ırkçılık dünyayı felakete sürükleyebilir.

 

 

Fransa’daki yığınsal direnişin ırkçı öğesine dikkat çekenler var. Üzerinde durmak gerekir. Çünkü 1945’ten günümüze kitlesel muhalefet sol tendensli. Sendikalar sol kültürlü. Kurumlaşmış devlet ve toplum düzeninde sol parti, kültür ve kurumlar, düzenin tamamlayıcı bir ögesidirler. Değer yozlaşmasından onlar da paylarını almışlar. Muhalifler ama alternatif değiller. Irkçı partiler bu durumu kullanıyor, etkili de oluyorlar. Sol partiler geriliyor, sağ partiler güçleniyor.

 

 

Irkçı partiler, sokak gücü de olmayı deniyorlar. Göçmenleri bahane ederek Almanya’da her vesileyle bunu yapıyorlar. Fransa’daki boyut çok farklı. Endişeler doğru çıkar, başarılı olurlarsa, geleneksel sol demokratik kültürde çok ciddi bir gedik açmış olurlar.

 

 

Milyarderlerin ayrıcalıklarını kutsayan sistem, otokrat ırkçı milliyetçililik, dünyayı tehdit ediyor. Halkları bölüyor, birbirine düşman yapıyorlar. Engeller ne olursa olsun, çok dilli, çok renkli, çok inançlı, hümanist, özgürlükçü, emek ve demokrasi hareketine ihtiyaç var. Emeğin, demokrasinin rengi, dili, ırkı olmaz. Fransa’nın kan dolaşımına bir dürtü, bir çağrı...

 

 

Kürt usulü görev değişimi

 

 

Güney’in en büyük partisi KDP, Başbakanlık ve Bölge Başkanlığı görevlerinde değişime gitti. Gitti diyorum ama parlamentonun, daha doğrusu elit partilerin onayı gerekir. YNK’de de işleyiş benzer, partili isimlerle aileden isimler aynılaşmış. Bu nedenle “Kürt usulü” demem yadırganmamalıdır.

Başarı zemini var. Genç kuşak şimdi sorumlu mevkilerde. Eğitilmişler. Tecrübe sahibidirler. Şimdi olmasa ne zaman? Fakat;

 

 

Parlamento işliyor mu? Peşmerge, istihbarat birleşiyor mu? Petrol gelirleri üzerindeki şaiyalar gideriliyor mu? Ankara ve Tahran’a karşı tek politika izleniyor mu? Tabanda halk birliği sağlanıyor mu? Birlik ortak toplumsal kurumlaşmalarda ifadesini buluyor mu? Kerkük, Hanekin, Şengal ve diğer bölgelerin Kürt kimliğinde seferberlik sergileniyor mu? Bağdat’ın gümrükler, havaalanları ve diğer alanlarımıza sızmasını önleyebiliyor muyuz?.. Bunları yaparsak, başarıdan bahsedebiliriz.

 

 

Belediyeler mi?

 

 

Bunu çok önceden gündem yapan iktidar. Seçim oyunu ona iyi geliyor anlaşılan. Muhalifine oyuncağını veriyor, yoksa ‘kötü yolla’ sapabilir. Bizi bizim tercihimizle vuruyor. Demokrasinin ana kuralı, seçim değil midir? Irkçılığın çok rengi koalisyonu, sonuçtan emin. Biz kaybetmiyoruz, o kazanıyor.

 

Kafamızda eski belediyeler vardı. Kayyıma alıştık. Şimdi de saraydan yönetilme. “İstediğine para ver, istediğine kıs”. “İstediğin projeyi onayla, istediğini lağvet”. “İstemediğini görevden al, yerine istediğini ata”... 1920’lerin milletvekili ataması gibi.

 

Kürt partilerinin ortak tutumu hep talebim oldu. HDP her defasında onları kendine mahkum ederdi. Bu defa farklı olmalı. Kimse kendini diğerine mahkum görmemeli. Ama hepimiz kendimizi gerçeğe mahkum görmeliyiz. Yolu yöntemi bulunmasa belediyeleri de parlamentonun akıbeti bekliyor.

 

Önereceklerim? Şöyle diyeyim: Bir kurumda yöneticisin. Görev gereği demeç veriyor, eylem yapıyor, demokrasiyi savunuyorsun. Ama karşılığında maaş alıyorsun. Sadece inanç için yapmıyorsun. Birgün görevi devrediyorsun. Seni demeç verirken, eylem yaparken, demokrasiyi savunurken gören yok artık. Olmaz!

 

Ama çevremizden, tanıdıklarımız, izlediklerimiz var. Kıt olanakları var. Hasta. Tutuklanıyor da. İnançlı. Sergide, futbolda, insan hakları, başsağlığı etkinliklerinde, cezaevinde, nerede olsa üretmeye devam ediyor, hem de ölene kadar.

 

Yüzyüze olduğumuz böyle bir görev. Kürtsün, varlığın tehdit altında. Demokratsın özgürlüklerin, işçisin emeğin tehdit altında. Ailene, arkadaşlarına, komşuna karşı sorumlulukların var, onlar tehdit altında. Coğrafyan, tarihin, müziğin, mezarın tahrip ediliyor. İnsanlığın, onurun tehdit altında...

 

Direnmek zorundasın. Direnmeyi yaşam yapmak zorundasın. İnsan yaratıcıdır, bunun dilini ve yöntemini bulur. Yoksa mevcut sistemde hiçbir kazancın güvencesi yok. Yasaya sığınmak mı? Sakın! Asıl o zaman kaybedersiniz.

 

 

(Yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Rûdaw Medya Grubu'nun kurumsal bakış açısıyla örtüşebilir ya da örtüşmeyebilir.)