Bayrakların saygınlığı

15-12-2014
Selahattin Çelik
A+ A-

7.06.2014 tarihinde Lice bölgesinde demokratik bir gösteride Ramazan Baran isimli Kürt genci asker kurşunuyla can verdi. Olay tepkilere yol açtı, Diyarbakır’da bir Türk bayrağı direkten indirildi (8.06.2014). Fırsat bu fırsat, olay Türk basını ve bilinen toplumsal çevrelerde ırkçı bir öfkeye yol açtı. Tepki orada kalmadı, her zamanki gibi bizi de etkiledi, İmralı ve o zamanki BDP bayrak indirme olayını kınama sırasına girdiler.

 

Olaydan dolayı Kürt genci Ömer Mutlu tutuklandı. O şimdi 26 seneye kadar hapis cezasıyla yargılanıyor. Neden? Suçlama: O, “bir halkının onur simgesiyle oynamıştı!”

 

Bayraktan onur olur mu hiç diyeceksiniz? Biliyoruz ki ABD ve pek çok Batı Avrupa ülkesinde vatandaşlar bayrağı alaya alabiliyor, hatta onu yakabiliyor ve bu eylemlerinden dolayı linç edilmiyorlar. Tam aksine, eylem meşru demokratik bir tepki olarak görülüyor.

 

Konu Türk bayrağı ise, biliyoruz ki Kürtleri katliamdan geçirenler, köylerini yakanlar, hatta cezaevi işkencecileri bile çirkin eylemlerinde bayrağı örtü ve dürtü olarak kullanmışlardır. Bu yanıyla da Kürt kurbanların tepkilerini anlamak gerekir.

 

Durum bu olunca Ömer Mutlu’nun eylemini cezaya vurmak, abartılı bir tepkidir, demokrasi anlayışından uzaklaşmayı ifade etmekte ve ırkçılığı çağrıştırmaktadır.

 

Böylesi olayların çok defa gündeme gelmesi, bayrağın kötü amaçlar için simge olarak kullanıldığına dair demokratik ve bilimsel bir tartışmaya yol açabilmeliydi. Neticede Mutlu’nun eylemi çağdaş toplumlarda her gün görülebilecek insani bir tepki gibi değerlendirilmelidir.

 

Diktatörlük nedir?

 

Bundan kolay ne var, ölüm ve yıkıcılıktır diyeceksiniz. Ama diktatörlük keyfiliktir de. Biliyoruz ki çağdaş toplumlarda, devlet ve hükümetlerin baskısına karşı toplumsal tepki kanuni bir haktır. Türkiye’de ise AKP iktidarı “toplum huzuru” gerekçesiyle toplumu o temel haktan mahrum etmek istiyor, özellikle de Kürtleri.

 

Yeni baskı yasasına karşı HDP’nin tepkisi yerindedir. Hükümetin tehditleri kabul edilmemelidir. Sivil direniş insani bir haktır. Fakat HDP ikili davranmayı bırakmalıdır. Demokratik tepki bir şeydir, ama o isim altında kendinden olmayanlara saldırmak, öldürmek ve yıkmak ayrı bir şeydir. Başkalarının haklarına saygı göstermeyenlerin, demokrasi ve insan hakları üzerine demeçler verme hakları yoktur, verseler bile kimse inanmaz onlara.

 

Osmanlı dili

 

Osmanlı İmparatorluğu’nun dili üzerindeki tartışmaları bir yana bırakıyorum. Sadece şunu söyleyeceğim; bu Arapça, Farsça ve biraz da Türkçe karışımı ve Arap alfabesiyle yazılan dil şimdi Erdoğan’ın talimatıyla resmi dil oluyor.

 

Eğer yazıklar olsun bize dersem, haksızlık etmiş olur muyum? Daha çok da bu iktidardan beklentisi olanlara yazıklar olsun. Göreceksiniz, eğer güçleri yetersei Türk hükümetleri eşek anırmasını, köpek havlamasını, tavuk ve kuş seslerini resmi olarak okutacaklar, ama Kürtçe’yi hep yasaklı tutacaklardır.

 

Çok şükür, YNK ve Goran nihayet anlaştı

 

Diyeceksiniz ki zaten barışık değiller miydi? Ama önce anlaşmaları: Süleymaniye Valiliği’ni YNK, Halepçe’ninkini de Goran aldı, memurlar da %50-%50.

 

Şimdi gelelim olayın özüne: İki parti de Güney partileri, ama daha çok Soranice konuşan bölgenin partileri. Goran YNK’den kopma. Bu nedenle YNK onlara diş biliyor. YNK, KDP ile iktidar savaşında Goran’ın kendisini zayıflattığını düşünüyor(?)

 

Güney Kürdistan yasalarına göre bir vilayetin seçimini kazanan parti, o vilayetin valiliğini alıyor. Son seçimlerde Goran üstün gelmişti. Ama YNK, “baş gider, vali gitmez” dedi. Kanun, kural hiç de sözde “ilerici” YNK’nin umurunda değildi.

 

Konu önemlidir, çünkü Güney’de herşeyimiz böyle yürüyor. Çıkarına gelmediği müddetçe hiç bir parti yasalara saygı göstermiyor. İşte ikiliğin nedeni bu. Bu zayıflıktan dolayı tam birleşemiyoruz, hatta tam da bu yüzden Şengal utancının sorumlularını bile halen yargılayamıyoruz.

 

Tahran çoktan karar merkezi olmuş

 

Son günlerde Şii cephesinden İran, Irak ve Suriye dışişleri bakanları Tahran’da bir araya geldiler. Birlikte yürüme kararlarını yinelediler. Kuşkusuz Batı Kürdistan, petrol, Kerkük gibi bizi ilgilendiren konuları da görüşüp kararlara vardılar. Resim ve mesaj açıktır: Karar yeri Tahran’dır, Şam ve Bağdat artık onun birer vilayetidirler.

 

Hani biz Güneyliler de işin içindeydik? Irak’ta önceki dışişleri bakanı bizlerdendi, bu da bir teselliydi. Şimdi hazır olmadığımız zeminlerde adımıza bize karşı kararlar alınıyor. Öyle görünüyorki sadece ismen Irak içinde gözüküyoruz. İnşallah oynanan oyunun farkındayız ve ona hazırlıklıyız. Tabii sadece inşallahla gemi yürürse.

 

Avrupa basını Kasım Süleymani’nin Bağdat’ta karargah kurduğunu, hükümet yetkilileriyle düzenli toplantılar yaptığını söylüyor. Açık ki Bağdat’ta asıl hükümdar O’dur. Hükümete bağlı gözüken biz Kürtler bu durumun altından nasıl kalkacağız?

 

Hanekin’in bazı nahiyelerinden sonra şimdi de Kerkük yakınlarında binlerce Şii milis Kasım Süleymani’ye bağlı olarak karargahlarını kurduklarını duyuyoruz. Bu DAIŞ’e karşı işbirliği midir, yoksa Şiiler’in işgali midir? Sunni ya da Şii Araplar’ın (+İran); işgal, işgal değil midir?

 

Petrol anlaşması kimin lehinedir?

 

Petrol Kürdistan’ındır. Ya Türkiye ya da Irak üzerinden satılacaktır. Suriye ve İran yoları şimdilik alternatif dışıdır. Irak anayasası ve ABD, Kürtler’in yönünü Bağdat’a çeviriyor. Kürt hükümetinin isteği ise Türkiye’dir. Ama DAIŞ olayından dolayı biz Kürtler’in Türkiye’ye karşı öfkesi gırtlağa dayanmış.

 

Gözünüzün önüne getiriniz; tarlanızda petrol çıkıyor, ama siz tümünü sizi öldürmeye kendini hazırlayan Bağdat’a teslim ediyorsunuz. Verdiğinizin sadece %17’sini, o da ne zaman ve nasıl istiyorsa size veriyor. Bu durumda son petrol anlaşmasının daha çok kimin menfaatine olduğu açıkça görünmüyor mu? Bir Tarafta Ankara, diğer tarafta Bağdat/Tahran. Cami ile kilise arasında kalmışız. İnsan kendini sormaktan alıkoyamıyor: Nerede Allah’ın adaleti, nerede uluslararası adalet?

 

Nasrallah doğru söylüyor ama eksik söylüyor

 

Lübnan Hizbullahı lideri Nasrallah, Kürt liderlerin kendilerine saldırmayacağını düşünmekle DAIŞ’i yanlış okuduklarını söyledi. Doğrudur. Ama o hesabına gelmeyen ve söylemesi gereken şeyleri söylemiyor. Biz hatırlatalım: Lübnan Hizbullahı’nın militanları, O’nun izni ve emriyle İran adına çok sayıda Doğu Kürdistanlı Kürt politikacının kanına girdi. Sadık Şerefkendi ve arkadaşlarının öldürülmeleri böyle bir cinayettir (17.09.1992, Berlin). Halen de Hizbullahçılar İran’ın tetikçileridir.

 

Yorumlar

Misafir olarak yorum yazın ya da daha etkili bir deneyim için oturum açın

Yorum yazın

Gerekli
Gerekli