AK Parti’nin ilk iktidara geldiği zamanlar rejimin değişeceğine dair umutların süreç içerisinde peyderpey azalıp sonuç itibariyle MHP ile birlikte hazırlanan anayasa paketinin meclisten geçmesiyle, özellikle son üç yıldır, 90’lara döndük, yok 80’lere döndük, 50’lere döndük derken şimdi başlanılan noktadayız… Sayın Bekir Bozdağ’ın söz konusu anayasaya ilişkin “Atatürk’ün anayasasına döndük” açıklaması da bunu teyit etmiş durumda, herkese geçmiş ola!
Peki, “devleti değiştirme” iddiası olan bir ekip, üstelik “ezilenlerin” içerisinden çıktığı halde, nasıl olup da iktidara geldikten sonra devleti dönüştüremedikleri gibi, devletin dönüştürdüğü oldular? Onlar bu “dönüşümü” yaşarken uyarıcı konumunda olan sivil toplum ve aydınlar neredeydi?
Şimdi geldiğimiz noktada bu sonuç kime sürpriz oldu?
Doğrusu bu sonucun benim için sürpriz olmadığını söylemeliyim. Neden sürpriz olmadığını ise aşağıda kuracağım bir denklem üzerinden biraz uzunca izah etmeye çalışacağım. Ki bugüne kadar yürütülen hak ve demokrasi mücadelesinde nerede yanlış yapıldığı, neyin eksik kaldığı görülebilsin.
Öncelikle T.C devletinden bağımsız olarak, iktidarın doğasını tanımamız gerekiyor.
İktidar/egemenlik/hakimiyet dizayn yetisine sahip, belirleyiciliği ve yetkisi olan güç makamıdır. İktidarın temel iki niteliği vardır:
Birincisi; yayılmacıdır, sürekli olarak alanını genişletme eğilimi içerisindedir.
İkincisi; ilkeler, değerler üzerinden hareket etmez. “Dost nasihatı” evrensel, dini değerler içeren söylemler üzerinden ikna olmaz. Kendini bu değerler üzerinden var etmek gibi bir kaygı taşımaz. Değişimi, çıkarları ve mecburiyetleri belirler. Bu iki nitelik iktidarın temel niteliği olup meşru olmasının koşulları vardır. Bu koşulları dayatan ve devam etmesini sağlayan denetim ahlakının ve mekanizmalarının olması gerekir.
Muktedir ve ezilen konumları: Kim muktedir kim ezilendir?
Bir toplumda eşitlik yoksa mevcut iktidar ilişkisi içerisinde “muktedir” ve “ezilen” konumları da mutlaka olacaktır. Muktedirin ve ezilenin konumunun belirleyicisi ise siyasal iktidarın yapısıdır. Siyasal iktidar kendini hangi kimliklerle tanımlıyorsa, o toplumda o kesimlerin/kimliklerin egemen/muktedir olduğunu görmek zor değil. Siyasal iktidarın kendini tanımladığı kimliklerin dışında kalan kimlikler ise “ezilen” konumundadırlar.
Bu konumların her birinin kendine özgü bir doğaları vardır. Bu konumlarda bulunanlar da doğal olarak bulundukları konumun doğasını taşırlar. Konumların biçimlendirici bir işlevi vardır. Bu durumda muktedir, konumundan memnundur ve onu değiştirmek gibi bir eğilimi olmadığı gibi konumunu güçlendirmek ister. Buna mukabil ezilen konumunda olanlar, aynı zamanda doğal “denetleme” konumundadırlar.
Muktedirin aksine konumlarından memnun olmadıkları gibi, her zaman için bu konumlarını değiştirme arzusu içerisindedirler. Bu arzuları onları “doğal devrimci” kılar. Muktedir ve ezilenin çıkarları salt farklı olmakla kalmayıp, birbirleriyle çakışmaktadır. Bu nedenle söz gelimi Marksizm, devrimini işçi sınıfıyla yapmayı öngörür. Peygamberler tarihine bakıldığında ise yine, ezilen sınıftan destek gördükleri, söylemlerinin ezilen sınıfa hitap ettiği görülür.
Buna göre Türkiye Cumhuriyeti Devleti gerek anayasası, gerek uygulamalarıyla;
Türk,
İslam(cı),
Sünni(ve Sünniliğin Hanefi yorumu)
Erkek
Beyaz
Burjuva’dır…
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kendini tanımladığı kimliklerin hiyerarşik sıralaması böyledir. Ve bu kimliklerin hükmettiği alan, hiyerarşideki yerine göredir. En yukarıdaki, en aşağıdakini de belirlemektedir. Yani Türk kimliği, bu hiyerarşide en üsttedir ve diğer kimliklerin sınırlarını çizer. Yani başka bir deyişle Kürt bir erkek, Türk bir kadının egemenliği altındadır. Ya da bir sivil bir Türk, bir polisin karşısında dezavantajlıdır. Zira merkezde devlet vardır ve tanımlamalar birey esaslı değil, devlet esaslıdır.
Buna mukabil:
Türk olmayan,
Müslüman(İslamcı) olmayan,
Sünni-Hanefi olmayan,
Erkek olmayan,
Zengin/sermaye sahibi olmayan
Beyaz olmayan herkes ötekidir ve ezilen konumundadır.
Bu kimliklerin konumlarının devletin kuruluşundan beri neredeyse değişmediği söylenebilir. Çünkü kuruluşundan beri doğal olarak devletin bütün politikaları, bu konumları korumak üzerine şekillenir.
Türk zihni devletçi, hiyerarşik ve militaristtir;
Bu noktada ilkokul mezunu bir işçi ile bir profesör arasında temelde bir algı ve yaklaşım farkı göremezsiniz. Her ikisinin de “kırmızı çizgileri” vardır. Her ikisi de devletin kendini Türk kimliğiyle tanımlamasından memnundur ya da en iyi ihtimalle itirazı yoktur. Bu nedenle devlet ve kendi arasına bir ayırım koymaz. Her şeyi devlet merkezli yorumlarlar. Durdukları yer her zaman için devletin yanıdır. Dolayısıyla asla “sivil” değildirler.
İktidar yanlısı ve “savaşçı” tutumları her zaman için “öteki”ye karşı değildir. Sürekli olarak birbirlerini de ötekileştirme eğilimi içerisinde olmuşlardır. Nitekim Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu günden bu yana çok sayıda darbe yapılmıştır. Gerek bu darbecilerin, gerekse de karşısında duranların devletin temel nitelikleri ile sorunları yoktur/olmamıştır.
Kavga, sahip oldukları ideolojik veya dini kimliği muktedir kılmaya dairdir. Bu durumda din veya ideoloji muktedir kılınsa, bu kez de kavga bu ideoloji veya dinin farklı yorumcuları arasında olacaktır. Sanırım hâlihazırda yaşadığımız süreç tam da budur. Seküler Kemalistlere karşı yıllarca direnen Türk İslamcılar, iktidarı ele alınca birbirlerini tasfiye etmeye başladılar. Hatta bu mücadelelerinde geçmişte mücadele ettikleri Ergenekoncularla da barıştılar. Öte yandan uğrunda birbirleri ile mücadele ettikleri sosyalizm, İslam ve demokrasi gibi evrensel kavramlar, Türklük gibi sınırları dar kavim kimliğiyle yorumlanmak suretiyle evrensellikleri yitirtilmiştir.
İmtihana tabi olmayan hiçbir şeyin gerçekliği yoktur:
Türk Devleti eğitim, diyanet, medya gibi araçlarıyla bu zihni sürekli olarak besleyerek diri tutmaktadır. Türk Devleti, Türk bayrağı, Türk anayasası, Türk polisi, Türk yargısı, Türk sanatı, Türk sineması, Türk sporu gibi kavramlarla hayatın her alanının Türklüğe bezendiği bir koşulda, direkt milli kimliklerine vurgu yapılan Türklerin bu sistemin dışında kalması, kendilerinin de suçlanamayacakları bir gerçekliktir.
Bu durumda bir Türk’ün evrensel bir değeri evrenselliğini koruyarak savunması kendisi için bir imtihan olup, bu sistemin dışından bakabilmesinin imkânları yok denecek kadar azdır. Buna rağmen sivil toplum alanında çalışmalar yapan çok sayıda örgüt bulunmaktadır. Bu örgütlerin bazıları insani yardım, bazıları insan dakları, bazıları sendika vs kurumlardan oluşur. Bu alanlarda çalışmalar yapan kurumların tarafsız, hakkı ve haksızlığı bireyin kimliklerinden bağımsız yürütemedikleri ortadadır. Hatta çalışmalarına bakıldığında binlercesinin siyasal iktidarın eliyle kurulduğu söylenebilir. Daha nitelikli görünen birkaç örgütü de nitelikli kılan unsur, diğer kurumların niteliksizliğidir.
Sonuç itibariyle evrensel değerleri savunduklarını iddia eden kişi ve kurumlar için Kürtler ve Kürt kimliği, tam anlamıyla bir turnusol vazifesi görmektedir. Nitekim yüzyıla yakındır gündemde olmasına rağmen, “tarafsızlık”, “bağımsızlık”, hak” ve adalet iddiası olan bu örgütlerin acaba nasıl bir “Kürt politikaları” bulunmaktadır? Kürt kimliği, Kürtlerle Türklerin sözüm ona eşit hukukla birlikte çalıştıkları bu kurumların çalışmalarının neresindedir?
Bundan yaklaşık iki ay önce İstanbul’da “çözüm süreci”ne dair yapılan bir panele katıldım. Sunumlar bitip ara verdiğimizde panelistlerden biriyle ilgili serzenişimi iletmek üzere, programı organize eden kurumun temsilcilerinin yanına gittim. Zira konuşmacı değerlendirmelerini, ortalama bir ülkücünün baktığı yerden yapıyordu. Konuşma esnasında hemen karşımızda duran program afişini göstererek, “Kürtlere dair bir program yapıyorsunuz fakat afişiniz bile Türkçe. Bari Kürtçe yazsaydınız” dedim. Eleştirilerime cevaben, “Biz bağımsız ve tarafsız bir yapıyız. O yüzden bizi taraf haline getirecek uygulamalardan kaçınıyoruz. Hem zaten Kürtçe de bilmiyoruz!” dedi, insan hakları savunucusu bir hanımefendi.
Bu hanımefendi sözüm ona sosyalistti ve bunu evrensel bir ideoloji olarak görüyordu. Bunun İslamcı versiyonu da çoktur. Peki bu arkadaşlara sormak gerekmez mi, “Çalışmalarınızı Türkçe yaptığınızda taraf olmuş olmuyor musunuz?!” diye.
Başka bir örnek Haziran seçim süreçlerinde Birleşik Haziran Hareketi’nin sözcüsüne dair:
Gezi protestolarından sonra Birleşik Haziran Hareketi adında bir platform kurulmuştu. Bu platformun o dönemki sözcüsü olan Merdan Yanardağ, Haziran seçimi süreçlerinde sürekli olarak HDP’nin antipropagandasını yapmış, bunun nedenini ise yine seçim sürecinde İzmir’de yaptığı bir konuşmada mealen şöyle açıklamıştı: “HDP’ye kesinlikle oy verilmemeli ve desteklenmemelidir. Çünkü onlar Kürtçülük yapıyorlar ve Gezi’de bize destek vermediler. Eğer destek verselerdi, şimdi devrim yapmış olacaktık.”
Yanardağ, aynı konuşmasında Kürtlerin ruhani liderlerinden olan Seyid Rıza’ya da “haydut” demişti… Şayet Kürtler Gezi’ye destek verse ve Yanardağın sözünü ettiği “devrim” gerçekleşse sizce Kürtlerin bugünkü konumunda nasıl bir değişiklik olacaktı? Yoksa “ezeli rakip”leri olan “İslamcılar” üzerinde hakimiyet kurmuş mu olacaklardı?! Peki muktedir olduktan sonra devleti “Türk” ve diğer kimliklerinden arındırıp nötr hale getirirler miydi? Hiç şüphe yok ki bugünün sol-seküler versiyonundan başka bir şey olmazdı. Şimdi de hasımlarını alt etmekte araçsallaştıramadığı Kürtlere kızıyordu.
İkinci örnekte görüldüğü üzere karar mekanizmasında Türklerin ağırlıklı olduğu örgütlerin, hak, adalet gibi iddiaları olsa dahi oralarda dişe dokunur bir Kürt Kimliği politikası oluşturulamıyor. Üstelik birbirine fobik düzeyde karşıtlık geliştiren Türk solcularının ve Türk İslamcılarının kavgalarında ancak araçsal bir rolleri bulunabiliyor, emekleri sömürülüyor Kürtlerin.
Mücadelesine Türkleri ve Türk kimliğini dahil etmiş olan HDP’nin bugün karşılaştığı sonuç, karar mekanizmasına dahil edilen bu aklın ürününden başka bir şey değildir. Aksi halde onlara da sormak gerekir: Bu mekanizmalarınızı oluştururken kıstasınız neydi? Gerek parlamenterleriniz, gerekse de PM üyeleriniz arasında kaç Kürt vardır, kaçı Kürtçe bilmektedir, adınız dâhil olmak üzere yakın çalıştığınız örgütlerin kaçının adı Kürtçedir? Kürt dili, çalışma süreçlerinizin neresindedir? Mesela binlerce gencin uğrunda hayatının kaybettirildiği “öz yönetim”in Türkçe ifade edilmesi ve “Sosyalist Türk’ü, Müslüman Kürt’e tercih ettiren” politikanızın aymazlığının açıklanabilir nesi var?! (HDP konusu ayrıca bir yazı konusu olup konuyu dağıtmamak adına bu kadarıyla yetineceğim)
Özetle; Türk aklı bu sistemin üzerinden ve içerisinden üretilmesi hasebiyle “bağımsız” ve “tarafsız” kalabilecek bir akıl olmadığı gibi bu sistem salt bu toplumda yaşayan bireyler için değil, ekolojiye de düşmandır. Bu aklı deşifre eden yegâne muhalif kimlik, Kürt kimliğidir.
Doğal denetleme/muhalif konumunda olan Kürt Kimliği ve Kürtler:
İktidarı tanımlarken değişiminin ancak dayatmayla/mecburiyetle mümkün olabileceğini belirtmiştik. Bu durumda Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bu asimilasyoncu, yok saymacı aklını tehdit edebilecek, değişime mecbur edebilecek kimlik hiç şüphesiz Kürt kimliğidir.
Çünkü Kürt kimliği ezilen kimlikler arasında olduğu gibi aynı zamanda en güçlü kimliktir. Sahip olduğu güç meşru bir güçtür. Çünkü gücünü en az beşbin yıllık tarihi olan bir millet olmaktan alır. Türkçe’den ayrı bir dil grubuna dahil dili vardır. Kendine özgü bir kültürü, bir tarihi vardır ve en az beş bin yıldır aynı toprak parçası üzerinde yaşarlar, başka bir yerden gelmemişlerdir.
Aralarında onları bölen, meşru olmayan sınırlar vardır. Bu durumda Kürtler en büyük gücünü haklılığından alır. Zira kimlikleri, dilleri, dünyanın hiçbir yerinde tanınmamaktadır. Dolayısıyla bu kesimin her zaman için Türklerle eşit olma talepleri, Türk aklını ve egemenliğini temelinden sarsacak bir potansiyele sahiptir. Zaten birbirine “düşman” sayılan Türk kesimlerinin Kürt karşıtlığında “dost” olmalarının en temel nedeni budur (burada şu iddiada bulunabilirim ki Kürtler bugün devletin egemenliğini tehdit edebilecek düzeye gelse, “Fetö’cü”lerle düşmanlık anında son bulur ve Kürtlere karşı beraber mücadele ederler. Topluma karşı da bunu açıklamak hiç zor değildir. Zaten inanmaya yeminli topluma, “Bir müslümanın bu kadar zaman küslüğü günahtır” demeleri yeterli olacaktır). Bu, devletin ağırlıklı politikalarının Kürtlerin yok edilmesini hedef almasının da en önemli nedenidir.
Bu durumda evrensel bir duruş iddiasında olan Türkler için yol bellidir: İdeolojik cepheden bakılıyorsa, “halkların kendi kaderini tayin hakkı” adına, İslami cepheden bakılıyorsa, “kendin için istediğini mümin kardeşi için de istemek” adına bu kimlik rahatlıkla savunulabilir. Bu kimliği mücadelenin merkezine koymak demek, söz gelimi çalışma süreçlerinde Kürt dilinin en az Türkçe kadar kullanılması, Kürt Kimliğine dair de eşit statü talebinin olması gerekmektedir. Bunların yapılabilmesi için de karar mekanizmalarında politik talepleri olan Kürtlerin ağırlığının olması gerekir. Çünkü Türkler “muktedir” Kürtler ise “doğal muhalif” konumunda olduklarından, aksi durum çıkar çatışmasına yol açacaktır. Nitekim mevcut durum budur.
Geldiğimiz noktada siyasal iktidar bu kadar güçlenirken hak savunucuları nerede yanlış yaptı, ya da neyi eksik yaptı.
Aslında yukarıda kurduğum denklem üzerinden yapmaya çalıştığım analizin bu “eksiklikleri” ortaya koyduğunu düşünmekteyim.
Bugün Türkiye’de Türklerin ağırlığının olduğu gerek İslami örgütlerin, gerekse de sosyalist örgütlerin mücadele süreçlerinde sözünü ettiğim kıstaslar yoktur ve bu kıstasların olmayışı, kendilerini geldiğimiz noktanın vehametinde pay sahibi kılmıştır. Türk ve Kürt kimlikleri asla eşit kimlikler olmadığı, bunun ötesinde Kürt kimliği tanınmadığı halde, “Haydi bir örgüt kuralım ve Türklerle Kürtler ‘eşit’ olarak hak mücadelesi yürütelim” dediğiniz vakit, kusura bakmayın ama bunun ne bir karşılığı vardır ne de başarılmış bir örneği…
Son olarak; bu işin öncülüğü Kürtlere düşmektedir. Kürtlerin ideolojik ve dini kaygılarla dâhil oldukları mücadele süreçleri, emeklerini heba etmekte, Türk’ün bir kesiminin zulmünden diğer kesimine sığınmak, kendilerine ancak zaman kaybettirmektedir. Oysa Kürtler güçlerini kendilerinde aramalı, kendileri için kendi küçük evlerinin sahibi olmak, başkalarının sarayında hizmetkâr olmayı yeğlememelidir.
(Yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Rûdaw Medya Grubu'nun kurumsal bakış açısıyla örtüşebilir ya da örtüşmeyebilir.)
Yorumlar
Misafir olarak yorum yazın ya da daha etkili bir deneyim için oturum açın
Yorum yazın