“İslam’ın ahlak pratiği, Halepçe’nin kapısında bir kez daha ölmüştür.”
Avrupa coğrafyasındaki Aydınlanma ile birlikte insanlık mirası da bu aydınlanma düşüncesinin paradigması içine alınarak her şey Avrupa/Batı merkezci bir perspektifle ele alındı. Genel eğilim bu olmasına rağmen J. Derrida’nın dediği gibi “Batının içinde doğular, doğuların içinde batıların olduğu” hakikatinden hareketle Batı’nın kükreyen bir vicdanının da hakkını teslim etmek gerekir. Bu anlamda sadece bir örnek olması hasebiyle Jean Baudrillard’ın "Bütün dünya batılı olduğunda, güneş nereden doğacak?" sorusu bu vicdanın bir yansıması olarak saygıdeğerdir. Bu açıdan özellikle Frankfurt Ekolü’nün “Eleştirel Teorisi” yine bu anlamda üzerinde yeniden düşünülmesi gereken bir imkân olarak okunmalıdır. Bu ekolün en büyük ismi olan T. Adorno’yu merkeze aldığımızda “demirden faşist kafalı Aydınlanma filozoflarının” temel üç hatası “araçsal akıl”, “özdeşlik” ve “kavram fetişizmidir.” Bu üç merkez üzerinden inşa edilen tüm aydınlanma paradigmasının ütopyaları gerçekleştiğinde birer şiddet canavarına dönüşmüştür. Adorno’nun tabiriyle “Gerçekleşmiş ütopya, cehennemin ta kendisidir.” ve aslında “Hegel’in Tin’i, Auschwitz’in kapısında ölmüştür.” Tüm ütopyalar birer sistem olarak gerçekleşmek üzere kendilerini dayatırlar ve bu dayatmada kaçınılmaz olarak “öteki, başkası” her zaman ihtiyaç duyulan bir nesne olarak konumlandırılır. İşte tam da bu noktada Nazi soykırımının kurbanları demirden faşist kafalılar için sadece birer nesneydiler. Çünkü her ütopya bir sistem dayatmasıdır ve bunun karşsında durabilmek için tek alternatif ise sürdürülebilir bir anti sistemdir.
Ortadoğu’nun ütopyaları “kutsal” merkezli hareket eder ve bu ütopyaların katılığının mikron düzeyinde dahi bir esnekliğe tahammülü yoktur. Çünkü kutsalın ağırlığı, varlığın kendisini buharlaştırmıştır artık; burada insan/birey yoktur, ütopyalara kurban edilecek nesneler yığını vardır. Asr-ı Saadet, Selef-i Salihin, Şeriat Devleti, İslam Devleti, ulus devlet, komünal yaşam vb. kavramsallaştırmaların tamamı şimdinin ağır yenilgisinin bastırılarak geçmişin bir ütopya olarak kurgulanması ve bu ütopyaların kendilerini gerçekleştirmek için her türlü şiddeti kutsal üzerinden gerçekleştirmesidir. Katılığın bu kırılmaz, içine almaz, esneklik kabul etmez hali, ütopyaların gerçekleşmesinin dini/idealojik bir terminoloji ile inşa edilmesidir. Yenilginin travmatik ağırlığının basıncını yiyen bu durumda özne artık ütopyanın içinde gayr-i şahsidir. Bireylerin ve toplumların bir benliği yoktur. Sadece ütopyanın cehennemi vardır. Ve biz Kürtler, bu ütopyaların cehennemine atılan günahkârlarız(!) Ütopyalar ve onların müntesipleri, kendi günahlarını psikolojik bir yansıtmayla ikiyüzlülüğe serimleyerek tüm günahlarını üzerimize boşaltıp kendi cennetlerini inşa etmek için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Demirden faşist –sözüm ona- bir kutsallığın tüm köktenci ütopyalarının ya gerçekleşmesi ya da gerçekleşmiş ütopyalarının varlığının devamı noktasında Kürtlere dayatılan itaatin reddinin bedeli her zaman ağır olmuştur. Müslüman bir coğrafyanın bu ağır bedeller karşısındaki suskunluğu noktasında İslam’ın adalet ve ahlak pratiği, Halepçe’nin kapısında bir kez daha ölmüştür. İdeal ve evrensel bir ahlak teorisi üretemeyen köktenci ve özdeşçi bu coğrafyanın tüm ideolojileri, dini ve mezhebi yaklaşımları Musul’un ve Şengal’in kapısında bir kez daha ölmüştür
Ortadoğu’daki hâkim politik “özcü/köktenci” yapıları, şimdiden kaçışın şizofrenik dikiş tutmaz yırtığından kurtulmanın bir semptomu olarak tüm göstergelerini Kürtler üzerinden teşhir ederken insanlığın tümel vicdanında bir kez daha bu coğrafyanın pastoral kodlarını ele vermektedir. Acil yapılması gereken temel şey, bu köktenciliğin köklerini yerinden söküp dağıtmaktır. Müslüman aklın kökenci vakumu, her şeyi kendi içine çekerek radikal bir köken bulma noktasında eline su dökülmez metafizik ütopyaları hakikat olarak dayatırken bu coğrafyada, bu dayatmadan en fazla nasibini alanlar hiç şüphesiz Kürtlerdir. Ama bu durum manipüle edilir, görmezden gelinir, kökencilik ile meşrulaştırılır. Peki neden? Bu durum salt bir “ulus devlet, milliyetçilik, ümmetçilik vb.” kavramlarla açıklanamaz; ki bu yaklaşım kolaycılık olacaktır. Oysa sorun çok daha derinlerde yer alan ve yüzyıllara dayanan kolektif ve kavramsal bir bilinçten beslenmektedir. İslam toplumlarının hak-hukuk, adalet-ahlak, iyilik-kötülük vb. paradigmasının çöküşünü her seferinde Muaviye’ye ve Yezid’de bağlayarak paradigmanın burada çöktüğünü iddia eden bu akletme biçimi, kendi kökenci ütopyalarının zulümlerinin üstünü bu şekilde örterek ve Kürtlerin bu coğrafyadaki durumunu kutsalın dairesine hapsederek kendi var oluş alanını inşa ederken, aslında bu tarz kökenci ütopyalardan hareket ederek onları “öteki, başkası, dışarda tutulması gereken yabancı” olarak konumlandırmaktadır. İşte bu köktencilik, bu coğrafyanın pastoral kodlarından beslenerek katı bir özdeşçilik ve kavramsal fetişizmden beslenmektedir. Kürde karşı gerek açık gerekse örtük muhalefet “milliyetçilik, ulus, ümmet, din kardeşliği, solcu, Marksist vb.” kavramsal özdeşlikler kurularak yapılmaktadır. Bu kavramsal özdeşleşme, Kürdü “kendisi” olmaktan çıkarıp “başkası” yapmaktadır. Dolayısıyla egemenin özdeşliğini benimseyen Kürt, aslında dışarı atılmış olan başkasıdır. Başkası olan, ötekileştirilmiştir. Ötekileşenin özdeşliği ise egemene itaat ve biat geçerli olduğu sürece makbuldür. Dersim, Zilan, Enfal, Halepçe vb. tarihsel olaylar bu özdeşliğe karşı çıkanların özdeşmezliği olarak, özdeşliği reddeden Kürtlerin kolektif şuurunda birer ruha dönüşmüştür.
Müslüman toplumları Eleştirel Teori’nin süzgecinden geçirecek olursak onların hala geçmişin ütopyalarında yaşadıklarını rahatlıkla ifade edebiliriz. Buradaki ütopya daha katı ve yıkıcıdır. Eleştirel Teorinin filozofu olan Adorna’ya göre Aydınlanmacı aklın temel krizlerinden biri de “aklı” araçsallaştırmış olmasıdır. “Müslüman toplumlarda bir akıl olmadığına göre onlar acaba neyi araçsal kılıp ütopyalarının hizmetine sokmuştur?” şeklinde bir soru sorulduğunda bunun tek bir cevabı vardır: İslam. İslam, ütopyaların araçsallaştırdığı bir yapı olarak sadece bir manivela, bir basamak, bir sınır bekçisidir. Bu ütopyaların (Şiilik, Sünnilik, milliyetçilik, sosyalizim, marksizim vb.) tüm kavramsal örgüsü, dini/idealojik terminolojinin kavramsal özdeşliğinin kavranmasına dayanmaktadır. Diğer ideolojiler için de aynı durum geçerlidir (Marksist, sosyalist vb). Dolayısıyla bu özdeşliğin karşısına ötekileştirmeyi yapan egemenin karşısına Eleştirel Teori’nin “özdeşmezliğini” ve negatif diyalektiğine dayalı bir şekilde bu egemenin “çelişkilerini” ortaya çıkarmak ve deşifre etmek gerekir. İşte bu noktada kadim olanı köklerinden sökerek yeni bir yaratım ve sentez yapmak “iyilik ve kötülüğün” ne olduğunu konumlandırmak ve bunu pratiğe dökmek insani bir görevdir.
Zerdüştlüğün İyilik-Kötülük Felsefesi
İyilik-kötülük probleminde, “iyiliğin ve kötülüğün kaynağı nedir?” sorusu felsefenin en temel problemlerinden biridir. İyilik ve iyiliğin kaynağı nedir? Kötülük ve kötülüğün kaynağı nedir? Kötülük neden vardır? Hangi davranış neye göre iyi neye göre kötüdür?
Kötülüğün kaynağına dair felsefi soruşturma hemen hemen tüm filozoflar tarafından ele alınmıştır. İyilik ve kötülük problemi, Zerdüştlük’te de ele alınan en temel konulardan biridir. Hatta denilebilir ki bu problem Zerdüşt peygamberin tüm inanç ve düşünce merkezinde yer alan en temel problemdir.
“İyi ve kötü hakkında bana bilgi ver. Bunlar baştan birbiriyle zıt mıydı? Çünkü düşüncede, harekette, konuşmada birlikte olamazlar. Ey Tanrım, buradaki insanlara iyiyi seçmelerini, böylece doğruyu bulmalarını öğretmek istiyorum. Yıllar önce tabiat sırrını bulmak için yola çıktığımda seni buldum Tanrım. İyiliği gördüğüm ve aradığım her yerde Sen vardın ve anladım ki Sen her yerde varsın. İyiyi ve doğruyu seçen herkes sana ulaşacaktır.” (1).
“Zerdüşt’ün teolojisi, terimin kesin anlamında düalist değildir, çünkü Ahuramazda’nın karşısında bir ‘karşı-Tanrı’ yoktur; başlangıçta karşıtlık iki ruh arasında ortaya çıkar.” (2). Zerdüştlüğe göre tüm var olanlardan biri iyi diğeri kötü olan iki ruh vardır. İyi olan Spenta Mainyu’dur. Bu ruh, yaşamı var eden iyilik, güzellik, erdem, yardımseverlik vb. ruhudur. Tüm yaşamı, hakikat ve iyilik üzerine inşa eden bu ruhtur. Kötü ruh ise Angra Mainyu’dur. Bu ruh, düzeni bozan ve kötülüğü üreten ruhtur. İyiliğin kaynağı Spenta Mainyu, kötülüğün kaynağı Angra Mainyu’dur. Bu iki ruh da Ahuramazda tarafından yaratılmış olmasına rağmen en sonunda galip gelecek olan Spenta Mainyu’dur.
Fizik dünya ilk yaratıldığında mükemmeldir. Ama sonra Angra Mainyu tarafından istila edilir, onun eziyetine uğrar. Spenta Mainyu’nun her yaratısına, Angra Mainyu da bir yaratışla karşılık verir. Başlangıçta mükemmel olan dünyaya kışı, yırtıcı hayvanları, zararlı böcekleri, çoraklığı, ölümü getirir. İnsanların ruhuna inançsızlığı, kuşkuyu, tüm kötü içgüdüleri sokar. Zerdüşt, Tanrı’ya hiçbir zaman kötülüğü yakıştırmamıştır. Bu konuda genellikle kabul edilen görüş, Ahuramazda’nın iki ruh yarattığı, bu iki ruhun seçme özgürlüğü olduğu, Angra Mainyu’nun da kötülüğü seçtiğidir. Zerdüşt peygambere göre Ahuramazda kötülüğün mutlak kaynağı değildir. Yaşamın ve evrenin işlerliği için kötülük asli değil, arızi bir gerekliliktir. Çünkü en sonunda galip gelecek olan Ahuramazda’dır. Böylece kötülüğü seçen Angra Mainyu, mutlak kötülük kaynağı olmaktan çıkar. Ahuramazda mutlak iyi, Spenta Mainyu da iyiliğin kaynağı olduğundan iyilik, mutlak ve asli bir temele oturmaktadır. “İyilik ve kötülük, fizik dünya ile ruh dünyasını aynı anda paylaşmakta, elde etmek için savaşmaktadırlar… Her insan, İyilik ile Kötülük, Işık ile Karanlık arasındaki bu savaşa katılmalıdır.” (3). Zerdüşt peygamber, iyiliğin safındaki ve kötülüğün karşısındaki konumunu şu şekilde açıklar:
"Ben, düşünülecek olan iyi düşünceleri, iyi sözleri, iyi eylemleri ödüllendiririm. Ben, tüm doğru düşünceleri, iyi öğütleri ve iyi eylemleri doğrularım. Ben, reddederim tüm kötü düşünceleri, kötü sözleri ve kötü eylemleri. Ben sizin içinim, kutsal ölümsüzlük, kurban ve dua düşüncelerimle varım sizin için. Sözümle varım, ben bilgeliğin en iyi şey olduğunu söyleyen, onun bizim için mutluluk olduğunu, yani bilgelik, o en iyi bilgelik içindir diyenim.”
Zerdüşti öğreti “iyi düşünce, iyi söz ve iyi eylem” olan bu üçlü diyalektiği bilgeliğin temeline oturtarak bilgeliğin erdemli bir yaşam olduğunu ve bu yaşamdaki mutluluğun da ancak bilgelikle elde edilebileceğini söyler ki felsefe de tam anlamıyla hem kavramsal düzeyde hem bir hakikat arayışı olarak budur. Filozof-Peygamber olan Zerdüşt’ten sonra Sokrates en yüce erdemin “bilgi ve bilgelik” olduğunu söyleyecektir. Baldıran zehrini seve seve içmek dahi Sokrates için bilgelik olacaktır.
“Ben şeytanları tahrik ediyorum.”
Ben kendimi O Her Şeyi Bilen'e tapan olarak ilan ediyorum. Zerdüştlüğü, şeytan düşmanlığına, Tanrı'ya itaat eden, o ölümsüz kutsallığa övgüler düzene ilan ediyorum. Tanrı'ya, O Her Şeyi Bilen'e, O İyi'ye, O İyi Yürekli'ye her şeyimi adadığımı, O'nun için O Bilge'ye, O Kusursuz'a, O Taçlanmış'a, O var olanlar içinde en iyi olan ki ondan gelir hayvanlarımıza (düzen ve yaşam), O'nunla gelir ışık (kale'den), ki o ışıkta mutluluk vardır. O kutsal sadakati seçerim ben. O, benim olsun. Yemin ederim ki o her şeye tapanın köylerinden hırsızları, soyguncuları ve hayvanları çalanları kovalayacağını.
Reddediyorum kötü ile birlikte olmayı. Ben, fena olanı, çile vereni, kötülük getiren şeytanları, ahlaksız ve sefil olanı reddediyorum. Şeytan ve taraftarlarını, büyü ve taraftarlarını, tüm onların taraftarlarını, düşüncelerimde, sözlerimde ve görüşlerimde reddediyorum. Reddediyorum tüm yalancı insanları.
Tanrı'nın, O Her Şeyi Bilen'in, konuşma anında Zerdüşt'ü nasıl eğittiyse her konuşmasında, /her görüşmesinde; aynı şekilde Zerdüşt'ün yaptığı gibi reddetmek gerek şeytanla her görüşmeyi, her konuşmayı ve her karşılaşmayı. Tıpkı, O Her Şeyi Bilen ve Zerdüşt'ün konuştuğu, aynı şekilde reddedelim, şeytanla her görüşmeyi, her konuşmayı ve her karşılaşmayı. Ben, O Her Şeyi Bilen'e tapan ile Zerdüştçülerin şeytanla birlikteliğinin gerçek Zerdüşt tarafından reddedildiğini bildiririm.
Bu itiraf, suyu, bitkileri ve yararlı hayvanları da kapsar. Bu itiraf, Her Şeyi Bilen Tanrı'nın o ki hayvan sürüsünü ve bilge insanı yarattı, bu itiraf Zerdüştçülerin gönlünü kazansın. Bu itiraf, Viştaspa soyundan olanların, Frasyaostra ve Yamaspa, bağışlayıcının (Saosyanter) gönlünü alsın. Bu itiraf, görevine sadık tüm bilgilere sadık olduğunu bildiren ve O Her Şeyi Bilen'e tapan, bana aittir.
Ben, Her Şeyi Bilen 'e tapan ve Zerdüştçü olarak itiraf ediyorum; O'nu övüyorum. Ben, iyi düşünülen düşünceyi, iyi söylenen sözü ve iyi yapılan işi överim. Ben, O Her Şeyi Bilen'in dinine tapanı överim. Ben, o en iyi ve en güzel olan Almrisk'i (Alwramazda) ve ben, Zerdüşt'e olan gerçek bilgeleri, şimdiki ve gelecekteki tüm savaşları ve tüm silahları yeraltına gömenleri överim. Ben, tüm iyi bildiğim şeyleri Tanrı, O Her Şeyi Bilen için harcarım. Budur, O Her Şeyi Bilen'e tapan dinin sözü.” (Vurgular bize aittir.)
İyilik-kötülük meselesi salt metafizik bir soyutlama olmayıp, fizik dünyayla alakalı radikal bir perspektife sahiptir. İyilik ve kötülük problemi sadece teorik bir söylem değil, pratikte yer alan ve pratiğe dokunan eylemsel bir çağrıdır. Zerdüşt peygamberin iyiliğe çağrısı ve kötülüğe karşı duruş ve mücadelesi sarsıcı ve kışkırtıcıdır. Kötülüğün karşısında üç temel kuralla çıkılır: iyi/doğru düşünceler (humte), iyi sözler (huhate), iyi eylemler (havarşate). Kötülüğe karşı bu erdemli üç eylem ödüllendirilir. “Şeytanların tahrik edilmesi” kötülüğe karşı bir meydan okumadır. Kötülük bir korku nesnesi değildir. Üzerine üzerine gidilerek mücadele edilecek bir olay/olgudur. Bu olgu, yani korkunun haram kılınması/yasaklanması daha sonra Mitraizm’de temel bir ilke olarak inşa edilecektir. Bu söylem, bireysel ve toplumsal alanda mükemmel bir özgüven kaynağı oluşturarak kötülüğü minimum seviyede tutma ilkesidir. Hırsızlık, soygunculuk vb. dönemin temel kötülük eylemlerine amansız bir karşı koyuş vardır. Kötülük fenadır, çile vericidir ve bu nedenle ahlaksızlığın ve sefaletin kaynağıdır. Burada dikkat çekici bir nokta da büyücülüğün şeytani olan ile birlikte aynı kategoride ele alınmasıdır. Şeytan ve taraftarları ile büyücüler ve taraftarları ile olan mücadeleni muzaffer olabilmesi için düşüncede, bunların söylemde ve eylemde reddedilmesi gerekir. Zerdüşt peygamberin tüm mücadelesinde yalana, asla tahammül edilmeyen bir kötülük kaynağı olarak karşı çıkılır. Zerdüşt peygamber çok keskin bir şekilde şiddet karşıtıdır. Çünkü şiddet de kötülüğün kaynağıdır. İnsana, doğaya, kutsala karşı en ufak bir şiddet eylemine karşı dahi tahammül yoktur. Onun iyilik ve kötülük felsefesi ile ahlak felsefesi, evrensel bir barış çağrısı olup her türlü şiddet eylemini kökten reddeder.
Gatalar, iyilik ve kötülük arasındaki mücadeleyi anlatır. Erdemli insan, iyiliğin safında yer alandır. “İlk önce tasavvur âleminde zuhur eden o ikiz iki cevherden birisi düşüncede, sözde ve işte iyiliktir; öteki de kötülüktür (düşüncede, sözde, eylemde). Bilgili adam bu ikisinden kötülüğü değil iyiliği seçmelidir.” (4).
Her türlü kötülük ve kötülüğün bir sonucu olarak şiddet, ütopyanın gerçekleşme aracı ise tüm ütopyalar reddedilerek kadim olanı kolektif bir bilinci inşa edecek bir değerler evreni olarak inşa etmek en makul çözümlerden biri olsa gerektir. Bu perspektif, Zerdüşti öğretide “iyi düşünce, iyi söz ve iyi eylem” üçlü sıralaması olup bizlere yeni bir var oluş alanı açma kapasitesine sahiptir. Çünkü burada erdem, düşüncede başlar, söylemde sözün gücüne evrilir ve eylem ile taçlanır. Bu var oluş biçimi, nesne olmaktan, özdeşlik kurbanı olmaktan, gayr-i şahsi olmaktan kurtuluştur. Bu paradigma “ben olmak, özne olmak, nev-i şahsına münhasır bir şahsiyet sahibi olmaktır.”
Kaynaklar
Avesta,Gata2/1,Yasna 45/ 1-3
Eliade, Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi, Kabalcı, İst. 2007, Cilt 1, s.382
Felsefe Sözlüğü, Bilim ve Sanat, Ank. 2003, Zerdüşt mad.
Gatalar, 1/1
(Yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Rûdaw Medya Grubu'nun kurumsal bakış açısıyla örtüşebilir ya da örtüşmeyebilir.)
Yorumlar
Misafir olarak yorum yazın ya da daha etkili bir deneyim için oturum açın
Yorum yazın