Bu yazı, depremi canlı bir şekilde Adıyaman Besni’de yaşayan, ailesinden bireylerinin son anlarına şahit olan ve yaşadığı ocağı enkaza dönüşen Yazar Faik Öcal’ın notlarından derlendi.
25 Şubat 2023
289-Ahmet Arif’in İçeri/sin/de tutsağım yine: “Dağlarına bahar gelmiş memleketimin.” Ama içim kışa dönmüş. Bahar güneşi içimi ısıtamıyor. Şubat soğuğundan kalma bir uyuşukluk bütün vücudumu ele geçirmiş, ne yapacağımı, nereye gideceğimi bilemiyorum. Gün ortasında üşüyorum içimdeki şubat soğuğuyla, geceleri ise deprem olacak korkusundan uyuyamıyorum. Delik deşik olmuş uykularla sabahı zor ediyorum. Ayak bağlarımı kemiriyor siyah beyaz fareler. Halime bir derman bulur musun Lokman Hekim. Yoksa sen de diğerleri gibi yüzünü çevirip gider misin? Kimseler kalmadı İçeride, içimdeki kimliksiz cesetlerden gayrı. İçimdeki kimliksiz cesetleri memleketimin toprağına gömmeme yardım eder misin Lokman Hekim. Yoksa sen de gidenler kervanında yerini mi alırsın?
290-Depremden geriye kalan korkular: Depreme uykuda yakalanmak, enkazda dar bir alanda sıkışıp kalmak, gecelik elbiselerle soğuk hava yemek, parçalanmış bir bedenle ölmek, ceset torbasıyla gömülmek, deprem esnasında sevdiklerini koruyamamak, güzel bir söz bırakmadan gitmek, kul hakkıyla Allah’ın huzuruna gitmek, yanlış yerde yanlış işlerle vakit harcamak, yaşamın hakkını vermemek, ayakların başkalarının toprağındayken ahirete göç etmek…
291-Acı, seni bir başka kutsuyorum, bütün ölülerimle başucunda duruyorum. Acı, acı içimdeki mavi çocuğa. Bari ona kıyma. Yandı eski zamanların bütün fotoğrafları. Her şeyimizin kaydı düştü zamanın belleğinden. Acı, boyun eğiyorum karşında. Sen güçlüsün. Memleketimi dize getirdin, memleket aşkımı yitip bitirdin, özgürlük kuşumun kanatlarını, ayaklarını kırdın. Kör oldum Kor Semsûr’da. Elim ayağım ilk günkü soğukluğunda hala. Doğru ne kaldı, acı? Yalan iç bu kadar acıtmamıştı. Çektiklerin hatırına, kıyma içimdeki mavi çocuğa. Karartma göğümüzü. İçimdeki mavi çocuğun göğüne bakma ihtimalini elimden alma; çünkü o yegane yaşama sebebim, elimde kalan. Mavi çocuk ölürse ben yaşayamam. Anlıyor musun acı? Yoksa bir başka dilde canımı daha da acıtacak mısın? Beni öldür istediğin kadar ama içindeki mavi çocuğu bana bağışla ey acı!
292-Eskiden kaçak tütün kokardı memleketimin uçsuz bucaksız ovaları. Şimdi sadece kan kokuyor. Hemşerilerim efkar dağıtmak için kan kokan toprağını ciğerlerine çekiyorlar. Kan kokan toprağı ciğerlerine çektikçe daha çok efkarlanıyorlar. Bozuldu kaçak tütünün tadı, bozuldu memleketimin adı. Yerde kaldı toprağımıza verdiğimiz sözler. Çatladı türkülerde uzanıp giden yollar. Kimse sesimizi duymuyor Adıyaman. Her kesin dilinde bir Acıyaman. Öyle değil oysa. Bir memleketin nasıl öldüğünü anlamıyorlar. Onlara bir şey diyemiyorum da. Anlıyorum onları. Çünkü ben de ilk defa bir memleketin ölümüne şahit oluyorum, bizzat içinde can vererek. Onlar uzaktan yalan yanlış haberlerin esaretinde kalmışlar. Ama memleketimin delik deşik olmuş ciğerlerinde dolaşan kaçak tütün değil. Kimsesiz, sahipsiz cesetlerin kan kokusu. Sadece bunu bilsinler. Bundan sonra hep kan kokacak kaçak cigaramız, kara toprağımız.
293-Meğer yaşama sevinci insanın içindeki bir cam fanusun içinde tutulurmuş melekler tarafından, bir deprem darbesiyle de kırılırmış. Benimki de böyle oldu. Kırıldı cam fanus içindeki yaşama sevincim. Mecburen kelimelere baş vuruyorum cam fanusu eski haline getirmek için. Mümkün değil. Yeni kelimelerden yeni bir cam fanus ortaya çıkarmam lazım. Bunu nasıl yapacağım hakkında hiçbir fikrim yok. Dilbilimcilerine ve dil felsefecilerine soruyorum: Yaşama sevincimi hayata döndürecek yeni bir dil nasıl yaratılır? Hiç olmazsa az kullanılmış kelimelerle yaşama sevincimi hayata döndürebilir miyim? İnsanların kirletmediği bir dil, kana bulamadığı kelimeler var mı? Homo Sapiens yolun sonuna geldi, İbrahim. Bunu en iyi sen biliyorsun. Bizim kirlenmiş dilleri kıracak yeni bir baltamız bile yok. Her şeyi kirlettik İbrahim. Elimden tutar mısın İbrahim. Dualarımı katsam ateşler içinde duaya kalkan ellerine, can fanuslu yeni bir yaşama sevinci lütfeder mi Rabbim?
294-Bugün senin doğum günün, benimse ölüm günüm. Sen her sene doğdukça aynı gün, ben öleceğim bir başıma her gün. Hiçbir doğum günü böyle acı vermemişti bana. Senin doğum gününde bütün sevdiklerimi yitiriyorum yeni baştan ilk günkü acıyla. Hepsinin yokluğu ağır bir taş olup yüreğimin üzerine oturuyor. Susuzluktan çatlamış toprağa dönüşüyor bütün bir hayatım. Kalu beladan payımıza düşen: Senin bir defa ölmekliğin benim bin defa ölmekliğimden daha ağırmış. Böyleymiş sensiz geçen ilk doğum günün. Böyle acı verirmiş ilkbaharın kuş sesleri, rengârenk çiçekleri.
295-İçim çalkalanıyor hala. İçimdeki denizin duracağı yok. Dışarıdaki artçıları duymuyorum bile, içimdeki çalkantılardan dolayı nefes alamıyorum. Nefes aldıkça ciğerlerime cam kırıkları doluyor. Her yerde cam kırıkları, can kırıkları… Boğazım yanıyor, ciğerlerim kanıyor. Kalbim paramparça. Hayat olanca acımasızlığı ve sertliğiyle devam ediyor. Kimse seni görmüyor. Kimse dönüp içine bakmıyor. Amaçsız bir kaçışa teslim olmuş bütün depremzedeler. Hepimiz zamanın ve mekanın avuçlarında sıkışıp kalmışız. Gidecek yerimiz yok. Toprak emniyet vermiyor. Taş betonlar ziyadesiyle korkutuyor. Görünmez mezar taşlarında aşina isimler görüyorum. Görünür yaralardan bilinmez acılar devşiriyorum. İçimdeki şair can çekişiyor. İçimdeki şair kendini ifade edemediği için her kesten yüz çeviriyor. Gülhatmilere teslim ediyorum paramparça olmuş şair kalbimi. Bize göre değildi bu dünya. Hep böyleydi. Sadece kabullenmede zorlanıyorduk. Şimdi kabullenmemek için hiçbir neden kalmadı.
296-Sende benim acılarımı görecek akıl ve fikir yok. Ne yapsam da boş. Sende benim yaralarımı görecek göz yok. Ne yapsam da beyhude. Sende benim çığlığımı duyacak kulak yok. Boşa çırpınıyorum. Seninle aynı havayı solumak dahi kahrediyor beni. Ağzımla kuş tutsam dahi bana inanmayacaksın. Aklını sattın. Vicdanını öldürdün. Gözlerini kapattın. Kulaklarını tıkadın. Tutunduğun putla devrilip gideceksin. Putunun altında kalacaksın. Sen putu put yapan putperestlerdensin. Putun önüne konulan helvayı yedikçe putu yücelttin, ona övgüler dizdin. Bir gün gelecek helvayı putun önüne koyan el olmayacak. O zaman ne yapacaksın. Puta mı saldıracaksın. Helvasız ne yapacaksın. Belki de sana yeni helva verecek yeni bir put aramaya çıkarsın. Tabi eski putun altında kalıp can vermezsen.
297-Ölümünü çok geç duydum Sevgi İmre. Duyduğumda yıkıldım. Annen, baban ve kardeşinle enkazın altında kalmışsın, ölmüşsün. Çok üzüldüm. Depremde vefat eden iyiler kervanına sen de katılmıştın. Seni 2019’da Kahta’da tanımıştım, kitapların arasında. Kahta İlçe Halk Kütüphanesi’nde çalışıyordun. Haliyle hemen kitaplar, dergiler hakkında sohbete koyulmuştuk. Koyu bir sohbetimiz olmuştu. Aradan yıllar geçti. Ara tatilde Besni İlçe Halk Kütüphanesine uğrayayım dedim. Birden seni oranın müdüresi olarak gördüm, gözlerime inanamadım. Çok sevinmiştik, ikimiz de. Kütüphaneye son kitabım olan Beyaz Hüzün’ü hediye edecektim. Sana da bir tane imzalayıp hediye etmiştim. Aklımda kaldığıyla “güzel ve manalı tevafuklarla” ilgili bir şeyler yazmıştım. Çünkü sen gerçek bir kitapseverdin, kitap dostuydun. Seninle Besni’de tekrar karşılaşmak beni çok sevindirmişti. Bilmezdim ama bunun Besni’de ilk ve son karşılaşmamız olduğunu. Şimdiki kütüphanenin yerinin küçük olduğunu, yeni kütüphaneyi geniş ve ferah bir yere taşımak istediğini söylemiştin. Bu senin son isteğindi. Buradan yetkililere sesleniyorum. Besni’de Sevgi İmre adına güzel ve ferah bir kütüphane açılsın. Sevgi İmre’nin ismi ebediyen yaşasın. Çünkü o gerçek bir kitap dostuydu ve bunu hak ediyor.
298-Akrabalık ilişkilerimi sorguluyorum, gözden geçiriyorum. Burada kan bağı üzerinden bir sorgulama yapmıyorum. Aynı akraba çevresinde büyüdüğümüz kişileri insan olup olmadıklarına göre değerlendiriyorum. Görüyorum ki yüzlerce akrabam içinde insan olan, insana yakın duranlar çok az. Kan bağı akrabalar hep dışarıdalar, dışarıda kalıyorlar, acını paylaşıyormuş gibi yapıyorlar ama can bağı akrabalar ise hep yakınlar, içerideler, içeriden bakıyorlar, gerçekten acını paylaşıyorlar. Burada esas olan kan bağı akrabalarının acını paylaşmadığı, mutluluğunu çoğaltmadığı gerçeğidir.
299-Sağımda sıra sıra ölüler, solumda akışa takılıp giden diriler. Biliyorum bir zaman sonra soldakiler sağdakilerine daha çok benzeyecekler. Sonra tekrar dünyaya kapılacak soldakiler, unutacaklar sağdakileri; ama ölüm hiç kimseyi unutmayacak. “Her kes ölümü unutabilir ama ölüm kimseyi unutmaz” diyor sağdakiler. Soldakiler duymuyor, kulakları dolmuş. Soldakiler görmüyor, gözleri bozulmuş. Soldakiler hissetmiyor, kalpleri ölmüş. Deprem bir an için sağdaki ölülerle, soldaki dirileri birbirine yakınlaştırıyor. Sonra araya dünyevi mesafeler girmeye başlıyor. Diriler ölülerden uzaklaştıkça uzaklaşıyor ya da uzaklaştığını zannediyorlar. Diriler ölüleri unutmuşken, birden karşılarına ölüm gerçeği çıkıyor. Depremden ders almamış diriler, daha evvelkilerin tufanları unutması gibi unutuyorlar depremi ve ölümü.
300-Deprem bir de bana Duru ile Ali’nin romanını yazma görevi veriyor. İlk günlerde enkazın içinde hayat kurtarmaya çalışırken, kelimeleriyle, kurgusuyla, diyaloglarıyla, anlatım tarzıyla bir “Depremin Vurduğu Aşk” olan “Duru ile Ali”nin romanını enkazda öylece açık ve net görüyorum. Biliyorum ki bu romanı yazmadan bana rahat yok. Duru ile Ali’yi özgür kılmadan ben kendime gelemem, normal hayatıma dönemem. İlk defa her şeyiyle orada hazır bekleyen bir roman görüyordum, benim tek yapmam gereken kafamdakileri kağıda dökmekti. Sonrasında roman kendini yazdıracaktı. Ben sadece Duru ile Ali’ye aracı olacaktım.
Not: Bu yazı, Faik Öcal'ın Adıyaman'da yaşananan depremden derlediği notlarının son bölümüdür. Yazar Adıyaman Deprem Notları'nın fotoğraflarıyla birlikte kitap olarak yayımlanmasını istiyor. Dosyayı kitap olarak çıkarmaya talip yayımcılar şu adres ile iletişime geçebilirler. Teşekkürler.
ocalfaik@gmail.com
(Yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Rûdaw Medya Grubu'nun kurumsal bakış açısıyla örtüşebilir ya da örtüşmeyebilir.)
Yorumlar
Misafir olarak yorum yazın ya da daha etkili bir deneyim için oturum açın
Yorum yazın