Bir dostun yüzünde
Bir dostun yüzünde gördüm çıldırmış hapishaneleri, seğirip duran ahları, hesabı verilmemiş günahları.
Söz yanmıştı kozasında, su küsmüştü yatağına, ses yırtılmıştı hançeresinde. İnsan yine insanı kusmuştu bir başkasının yalnızlığında. Anlamıştım: Adem’den önce, Havva’dan sonra da insan insana yetmeyecekti, insan insanı taşıyamayacaktı, insan insanı kavramayacaktı. Herkes çıplak ve savunmasız ceninlerin darağacına sürülecekti. Kimse kimsenin elinden tutmayacaktı. Yanmıştı ellerimiz, kopmuştu parmaklarımız, parçalanmıştı kollarımız, erimişti kemiklerimiz.
Kan kanla temizlenmezdi ama kanı yıkayacak su kalmadı damarlarımızda. İçimizdeki bütün nehirler yatağına küstü, akışını kırdı, hacmini küçülttü. Suyu bozulmuş küçük göllerimizde bir şeyleri kurtarmaya çalışıyorduk. Kurtaracak bir şey kalmadığını bilmemize rağmen. İlk kurtarılacak insandı ama ilk feda edilen insan oldu ve susuz kaldı gözlerimiz, gecelerimiz. Irmaksız kaldı ömürlerimiz, şiirsiz kaldı yüreklerimiz. Susuz kaldı insan insana.
Uçurum kuşanmıştık, fırtına koparmıştık. Asıl kıyamet daha ilerideydi. Asıl kıyamet suyu unutmaktı, yatağı olmayan ırmaksız şiirler yazmaktı. Yaşam ölüme küsmüştü farkında değildik. Ölüm son başını koparmıştı, oralı olmamıştık. Anlamıştım: herkes hilkat atının gölgesinde aslını inkar ediyordu, asalet ağacının altında kendi kökünü kazıyordu.
Günlerimiz yaprak yaprak dökülüyordu gözlerimizden, umursamıyorduk. Hilkat atını yüce dağlarından koparıp da paslı tellerle çevirdiğimiz hayatlarımıza hapsetmiştik. Fena korkuyorduk ve pis kokuyorduk. Burnumuzun dibindeki mülkleri kaybetme korkusu, bütün bir varlığımızı ve hayatımızı, bugünümüzü ve yarınımızı esir almıştı. İnsan kendini bulmamışken, kendini tanımamışken nasıl başka bir şeyi mülk edinebilirdi ki. İnsan malik değildi paslı tellerle çevirmiş olduğuna hilkat atına sahip olmasına rağmen. Özgür olmayan malik olamaz. Malik olmayan hayat hikayesinin kalbine hilkat atını süremez.
Bir dostun yüzünde gördüm son kıyameti. Dünya varlığını bir arada tutan paslı ve kirli çivilerini yitirmişti. Çivilerine bile sahip çıkamayanlar dünyanın umurunda değildi. İnsandan geriye kalan, yalan ve hüsran. İnsanın kendine söylediği yalanlar, kendisi yüzünden uğradığı hüsranlar…
Bir dostun yüzünde gördüm birbirinden ayrılan hayat yollarını. Tanınmaz hale gelmişti yollar. Haritasız ve tabelasız yollar insana hiçbir şey söyleyemiyordu. İnsan haritalara ve tabelasına kavuşamıyordu ne kardeşiyle ne de başkalarıyla. Duramıyordu ne yerinde ne de dışarıda. Gidemiyordu ne uzaklara ne de başka bir yere. Haritasız ve tabelasız insan mezarını tanımıyordu, içinden çıktığı bir avuç toprağı bulamıyordu. Oysa insan hayat haritası ve yaşam tabelası olmadan ne sözünü söyleyebilirdi ne de yolculuğunu yapabilirdi.
Bir dostun yüzünde gördüm evlatlarının savunmasız bedenlerinden tükenen anneleri, gecelerini mum ışığında yakan babaları. Olmuyordu; anne anneliğe yetmiyordu, baba babalığını taşıyamıyordu. Araya şüpheli ölümler, tehlikeli ilişkiler, gizli kapaklı ayrılıklar, sırrını yitirmiş ömürlük aynalar, kapısı olmayan sığınaklar, penceresiz odalar, havasız kalmış göğüs kafesleri, göğünü yitirmiş kuşlar giriyordu.
Utanmıştım annelerin boynuna dolanmış ağarmış saçları gördüğümde. Yanmıştım ve yazılmıştım. Utancım yerde kalmıştı, yanmışlığım göğü sarmıştı. Yanılgılarımın sonu yoktu. Hayatım bir yanılgıdan başka bir yanılgıya geçmekle geçiyordu. Hayatım benim değildi ama utancım ve yanmışlığım bana aitti. İnsandan bana kalan: utanç ve ateş. Ömrüm mevsimsiz bir yangın yeriydi. Ne gelen vardı ne de giden. Zaten kimseyi beklemiyordum. Kimseyi bekleyecek yüzüm yoktu.
Boynumda annemin ağarmış saçları, zaman zehirli yılanlarını içime salmıştı. Günlerim zehirli yılanları öldürmekle geçiyordu. Öldürdüğüm zehirli yılanların kanı kanıma karışıyordu; daha da zehirleniyordum, yalnızlaşıyordum, kopuyordum, ötekileşiyordum.
Dünya iflas etmişti. İnsan dünyayı dolandırmıştı, kandırmıştı kendini. Alacaklıydı dünya insandan ve insana dair her şeyden. İnsan ne sözüne sadıktı ne de borçlarına. Sözünü tutamayan insan borçlarına da sadık olamaz. Ama öcünü alacaktı dünya, insandan ve insandan dair her şeyden. Dünya insanı dünyasız, insansız, gölgesiz, yankısız ve yarınsız bırakarak insandan öcünü alıyordu. Dünya insanı Vallerstein’ın simüland’ına ve İkbal’in Ademabad’ına mahkum etmişti.
Herkes içerideydi; dışarıda kalmamıştı kimse. Dışarıda sığınılacak bir yer kalmamıştı. Herkes kendi korkusundaydı, kaybedeceklerinin esiri olmuştu. Herkes kendi yalnızlığında çakılı kalmıştı. Herkesin varlık buzulu terkedilmiş çivisiyle çakılmıştı; kimsenin başını kaldıracak, başkasını görecek hali ve vakti yoktu. Mecalden öte bir durumdu bu. Metallaşmaydı asıl sebep. Metallaşmıştı içerisi, dışarısı; metastazdan ölmüştü bütün sığınaklarımız, korunaksız kalmıştı bütün barınaklarımız.
Bir dostun yüzünde gördüm geleceği garanti etmekten aciz diplomaları, maneviyata kasteden akademik kariyer merdivenlerini, işe yaramaz makam koltuklarını. Küçüldükçe küçülmüştü varlığımız. Kendi hayat felsefemizle elde ettiğimiz bir hiç dahi olmamıştık. İç edilmişti hayatlarımız, oralı olmamıştık. Oralı olduğumuzda iş işten geçmişti; iki iş arasında hiç olmuştuk.
Bir dostun yüzünde gördüm kendi ölümümü, yalnızlığımı, tükenmişliğimi. Ölümümü öksüz bırakmıştım, hayatımı yetim bıraktığım gibi. Yalnızlığım yarım yamalak kalmıştı, pişmemiş tek başınalığım gibi. Tükenmişliğimi kayıtsız bırakmıştım, tarihsiz bıraktığım terk edilmişliğim gibi. Hayatım ölümüme yetmiyordu, başlangıçlarım bitişlerimi kuşatmıyordu. Yalnızlığım tek başınalığıma karşılık gelmiyordu. Yalnızlığım ve tek başınalığım arasında kendimi, yalnızca kendimi sürgün etmiştim. Bir sürgündüm sadece, yersiz yurtsuz bir yol yorgunu.
Dışarıdan çizilen sınırların bir hükmü kalmamıştı. Dışarıdan uzatılan eller içeride içten içe kanayan görünmez yaralarıma dokunamıyorlardı. Ömrüm böyle yaralara gardiyanlık yapmakla geçti. Yapacak bir şey yoktu. İçimdeki yaraları tedavi edecek doktorlar daha doğmamıştı. Yaralarımla ölecektim ve içeride görünmez yaralarımı tedavi edecek doktorlara gün doğacaktı.
Hiçbir kanun hükmünde kararname yalnızlığımı kapatamıyordu, dertlerime derman olamıyordu, ciğerlerimdeki ölü havayı temizleyemiyordu. Hükümsüzdü hayatlarımız ve ölümlerimiz, karşılıksız aşklarımız, insansız insanlarımız, yarınsız geleceğimiz.
Bir dostun yüzünde gördüm, babaların bükülmüş bellerinin evlat mezarına nasıl dönüştüğünü, annelerin göz çukurlarında asılı kalan gelinlikleri, yaprağı yırtılmış gelincikleri. Bir anneye kızının gelinliğinden ömrümün gelinciğine geçmesini çok görmüştük. Bu zulmü biz insanlar yapmıştık, göz çukurları parçalanmış gelinliklerle ve yaprağı yırtılmış gelinciklerle dolmuş annelere, annelerimize.
Susuyordu insan. Kendisine susuzdu ve susmasını öğrenmişti. Herkese ve her şeye rağmen susuyordu. Sadece susmasını öğrenmişti hayattan ve insanlardan. Birbirimizden sadece susmayı öğrenmiştik. Susmayı ve susturulmayı yazgıya çevirmiştik. Birbirimize susmaktan başka verecek bir şey bırakmamıştık.
(Yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Rûdaw Medya Grubu'nun kurumsal bakış açısıyla örtüşebilir ya da örtüşmeyebilir.)