Yaşamayı beceremedim anne

Almanya gezi notları (22)

Rüyamda amca oğlunu öldürüyorum, çok basit bir gerekçeyle. Sonra bir başka amcam araya giriyor, yüzler ve figürler değişiyor, birbirine giriyor; hiçbir şeyi, hiç kimseyi ayırt edemiyorum, belki de ayırt etmek istemiyorum, bilemiyorum. Ama yaptığımın dehşet verici bir şey olduğunun farkındayım. Amcamın yüzüne bakıyorum, oğlunu öldürdüğüm için. İstanbul’da üniversite okuduğum için sınıfa girip bir şeyler alıp hızla çıkıyorum. Sınıf arkadaşlarımla vedalaşmak mı için geri döndüm yoksa dikkat mi çekmek istedim; burası da muğlak. Bakışların ve duruşların birbirine karıştığı hatırlıyorum. Kimin ne yaptığı belli değil; ama sınıf arkadaşlarımın beni tanımadığını, onlara kendimi anlatamamanın burukluğunu içimde hissediyorum.

Bu nasıl bir rüyaydı? Kendim hakkımda nasıl bir yorum çıkarmalıyım? İçimde kan dökücü bir cani mi saklanıyor? Hepsi bu mu?

*

Ülke olarak bizim en büyük problemimiz siyaseti amaç haline getirmemiş olmamızdır. Muktedirler siyaseti kirli amaçları için kullanıyorlar, muhalifler siyasete umut bağlıyorlar; ikisi de yanlış. Siyaset devletin topluma hizmet etmesi için bütün araç gereçleri seferber etmesidir; oysa bizde tam tersi olmaktadır. Muktedir olanlar güç elde etmek için siyaseti amaç edinirler; muhalifler ise güzel günlere/mutlu yarınlara ulaşmak için siyasete umut bağlarlar. Hayatın gerçekleri böyle değildir. Siyaseti akıl zeminine oturtacak olan devlet kurumdur. Bu da akil adamların devletin yönetimine geçmesine ve bürokrasinin rasyonel bir zemine oturtulmasına bağlıdır. Batı siyaseti araç edinmiştir; ama hala biz de siyaset amaçtır bahsi geçen durumlara göre.

*

Beni rutubetli duvarlar arasında ömür çürütmek için doğurmadın anne. Ayaklarım tutmuyor, ellerimi hissetmiyorum anne. Bütün sorgulamalarımın boynu kırıldı; sorgulamıyorum artık hiçbir şeyi, her şeyi olduğu gibi kabul ediyorum. Ölü taklidi yaparken, elimden yaşamın kayıp gittiğinin farkındayım. Bu daha çok acı veriyor bana anne.

Sen hissedersin her şeyimi ama bilemezsin uçurumlara basıp ayakta durduğumu. Bakışlarımda pusu kurmuş karanlık yarınlarım neyi haber verirler anne. Ölesiye yorgunum ve ölmekten korkuyorum. Yaşamayı beceremedim anne. İnsan olamadım, insanca yaşayamadım. Buralarda nefes alıp verdikçe insanlıktan uzaklaştım. Her şey bunun için miydi anne?

Beni bugünler için mi doğurdun?

Utanıyorum anne, kendimden, her şeyden. Ölü bir utanç, diri bir umuda sebep olabilir mi anne?

*

Adıyamanlı Ali’nin trajik bir hikayesi var. 13 yıl önce Avrupa’ya gelmiş. 10 yıl İsviçre’de kalmış. 3 yıldır Almanya’da. Ellili yaşlarda. Burada belediyede çalışıyor. Hikayesini şöyle anlattı: “Ben hem Kürt’üm hem de Alevi’yim. Gençliğimden beri Kürtlüğe ilgi duydum, partinin faaliyetleri içinde yer aldım. Bir ara dağa gitmeyi bile düşündüm; yapamadım açıkçası. Daha çıkmak, o kararı vermek, ölümü göze alıp gitmek, hiç kolay değil; her kesin yapabileceği bir şey değil. Ölümden korktum. Siyasi faaliyetlerimden dolayı hapse girdim, işkence gördüm. Dışarı çıkınca ilk işim kaçak yollardan yurt dışına çıkmak oldu. Soluğu İsviçre’deki akrabalarımın yanında aldım.”

*

Bugün Fırat’ı biraz daha yakından tanıma fırsatım oldu. Daha doğrusu hikayesinin görünen birkaç parçasını daha dinledim. Gelecek hafta Fırat’ın deyişiyle “siyah yoldan” annesi ve tercümanlık bitiren ablası gelecekmiş. Zaten bir ablası daha önce gelmiş; devletin verdiği bir evde beraber kalıyorlarmış. Meğer babası ikinci evlilik yapmış, ikinci karısıyla yaşıyormuş. Fırat’ın annesi de daha önce bir evlilik yapmış; o evlilikten iki çocuğu olmuş. O iki çocuğu Adana’dalar, evlenmişler, ev bark sahibi olmuşlar, çoluk çocuğa karışmışlar. Babalarıyla görüşüyorlarmış ama hep bir tarafı eksik. Fırat bu durumu şöyle açıkladı: “Babam o kadınla evlendiği zaman hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Camdan bir evde yaşıyorduk, başka bir kadının dokunuşuyla camdan ev/lilik yıkıldı, paramparça oldu; hepimiz bir yerlere savrulduk, annem babamı hiç affetmedi.”

*

Plochingen’de geziyorduk. Bu sefer hiç gitmediğimiz bir yoldan gittik, yürüdük. Kimi göreyim, Sakaryalı Ayşe Teyze. Selam verdim. Önce beni tanıyamadı, sonra dükkanın ismini söyleyince, hatırladı. Ayaküstü 10-15 dakikada çok duygu yüklü bir sohbetimiz oldu. Evvela o gün torunu Melis’in istediği çiğ köfte için Esslingen’e gittiğini, orada da bulamadığını, sonra Weidlingen’e gittiğini ve orada çiğ köfteyi alıp akşam dokuzda ancak kızının evine vardığını, çiğ köfteyi Melis’e verdiğini söyledi. Sonra 75 yaşında kızamığa yakalandığını anlattı. En ilginci de ben tam bu kadını ahirette de göreceğim, düşüncesini aklımda geçiriyorken birden onun bana “sen ahretlik kardeşimsin” demesi oldu. O anda ben sanki başka bir dünyaya geçer gibi oldum; her açıdan varlıktan ve kendimden kopmuştum. Onun gözlerinin içine bakıyordum ve bu dünyadan kopmuştum. Öyle böyle bir kopuş değil, mutlak bir kopuş; bunu kelimelerle anlatmak mümkün değil, bunu ancak yaşayan bilir ve yaşayan da susar.

Ayşe Teyze bana “Ben kazandığımın yarısını hep fakir fukaraya verdim. Allah onlar sayesinde beni korudu. Fakir fukaraya yardım et” dedi ve sonra şöyle devam etti:

“Ailene, kızına sahip çık; onların sana ihtiyacı olacak. Onları hiç yalnız bırakma.”

O anda düşündüm ki Ayşe Teyze alnıma bakıp bir şeyler görüp konuşuyordu. Tüylerim diken diken olmuştu. Ona söz verdim, her zaman için aileme, kızıma sahip çıkacağım, dedim.

Birden duygulandık; gözlerimiz doldu. Ne oluyordu bize böyle. Telefonumu istedi. Defterimden bir kağıda yazıp verdim. Onun ellerinden öptüm birkaç defa. Helalleştik. Gitti sonra. Arkasından baktım.

*

Akşamüzeri Plohicgen’den dönerken sağanak halinde yağan yağmura yakalandık; hemen alt geçide kaçtık, yağmurun durmasını bekledik. Yağmur 10-15 dakika sürdü, aman vermedi. Ben de Yavuz Bülent Bakiler’in “Cebesi İstasyonunu ve Sen” şiirini dinlemeye başladım

“Cebeci İstasyonunda bir akşam üstü/İncecikten bir yağmur yağıyordu yollara…”  Tam beni, bizi anlatıyordu; adeta beynimden, kalbimden vurulmuştum. Şiirin zamanlaması ve sözleri beni müthiş etkilemişti.

“Cebeci İstasyonunda bir akşam üstü/Bir başka türlüydü bu insanlar/Sen bir başka türlüydün…Beni bırakma diyordun.” Ama aramıza bir başkasının hikayesi giriyordu, ben bu tarafında kalıyordum hikayenin sen öbür tarafında. Elimizden bir şey gelmiyordu, yeni baştan yaşıyorduk kederimizi. Gözlerindeki adımlar gözlerimdeki yollardan korkmuyordu. Yaşamak ürpertiyordu, ölmek korkutuyordu, insan olmak yağmur yüklü bulutlarla üzerimize çöküyordu.

“Meyhane sarhoşları gibi sırılsıklam/Bir yalnızlık duyuyorduk/Ağlıyordun, ağlıyordun…”

Hep yalnızdık. Kanadı kırık kuşlar gibiydik. Yerimiz yurdumuz yoktu. Yalnızlığımızı kanırttırarak ayakta duruyorduk, bir yerden başka bir yere kaçıyorduk. Dönüp dolaşıp aynı yaraya geliyorduk. İlk aşk yarası, bizi karşılaştıran, bizi biz yapan, her dam kederimizi baştan yaratan.

“Cebeci İstasyonunda bir tren/Nefes nefese soluyordu/Gerilmiş bir keman teli gibiydik.” Trenlere bakıp efkarlanıyordum. Seni düşünüyordum, kendimi yargılıyordum, bir sonuca varamıyordum.

“Bir yağmur yağıyor inceden ince/İçimizdeki bin bir düşünce…Gitsek gitsek diyordun.”

Kulağım kilisenin çanında. Bu sefer kaç defa çalacak? Kaç defa içimi parçalayacak? Memleketin ezanlarını özlüyorum. Ezanları hiç bu kadar özlememiştim. Seninle dinlediğim sabah ezanları aklıma geliyor, kahroluyorum.

“Türküler söylüyordum/Ağlıyordun, ağlıyordun...” Kalbim en hüzünlü şiirleri buluyordu ve dinliyordu senin yokluğunda. Seninle dinlediğim şiirleri yeni baştan yaşıyordum. Yokluğun kurşun olup saplanıyordu kalbime. Yokluğun, en içli gurbet türküsüydü.

“Şimdi, şimdi seni düşünüyorum…Gel artık/Ne olursun.” Ankara ile Wernau arasında gidip geliyordum, seni arıyordum. Yoktun. Hiç var olmamış gibi; yoktun.

(Yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Rûdaw Medya Grubu'nun kurumsal bakış açısıyla örtüşebilir ya da örtüşmeyebilir.)