Kürtlerde Felsefe Geleneği-5: Avesta’da felsefi izlek

Felsefi bir düşüncenin, bir paradigmanın ya da bir sistemin öncelikle kozmolojisi (yaratılış kuramı), ontolojisi (varlık felsefesi), epistemolojisi (bilgi teorisi) ve metodolojisi (yöntem bilimi) olmak zorundadır. Bunların dairesinde şekillenen tabiat, ilahiyat, insan, siyaset, değişim, yenilik vb. olgular vardır.

Zerdüşt peygamber, kendisinden önceki kurumsallaşmış dini geleneğin oligarşik yapısına başkaldırmış biridir. Teolojik merkezli bu oligarşik sömürüye karşı o, salt teolojik olarak meydan okumamıştır. Onun yaptığı şey, oligarşik politik teolojiyi alt üst etmek, antropoloji merkezli dini-felsefi, ekonomi-politik bir toplumu inşa etmektir.

Avesta’da açık bir şekilde şeytanlaşmış din adamlarına, büyücülere karşı çıkar ve onların inşa ettiği politik teolojiyi kökten inkâr eder.

Zerdüşt peygamber, Tanrı’yı soyut, metafiziksel bir varlık olmaktan çıkarır; onu pratik bir düzeyde ele alır. Ahuramazda, salt aşkın bir varlık değildir. Zerdüşt’ün Tanrısı, Aristotales’in Tanrısı gibi insana, varlığa ve tabiata kayıtsız bir ilah değildir. Aristotales’in Tanrısı, varlığı yarattıktan sonra geri çekilen ve varlıktan haberi olmayan bir tanrıdır.

Aristotales’in Tanrısı “hareket etmeyen ilk hareket ettirici” (muharriki evvel) olup mükemmel bir tanrıdır. Mükemmmel olan bir Tanrı da ancak kendisine mükemmel bir şeyi konu edinebilir. Dolayısıyla tek mükemmel Tanrıdır ve bu tanrı da sadece mükemmel olan kendisini düşünür. Dolayısıyla varlık, bu tanrının ilgisinin dışındadır. Yani Tanrı, sadece kendi kendisinin konusu olan mükemmeldir. Tanrı, eksikliklerle dolu bu evrenle ilgilenmez. Bu açıdan bakıldığında modern seküler dünyanın kökleri Aristotales’e dayanır.

Zerdüşt peygamber’in Ahuramazda ile giriştiği diyaloglarda ise görüleceği gibi Ahuramazda, aşkın/müteal bir Tanrı olduğu kadar içkin bir tanrı olarak göze çarpar. Bu içkinlik düzleminde, Gatalar’daki söylevleri volkanik birer patlama, Zerdüşti birer esrime, coşma, taşma olarak karşımıza çıkar:

“Ben şeytanları tahrik ediyorum... Şeytan ve taraftarlarını, büyü ve taraftarlarını, tüm onların taraftarlarını, düşüncelerimde, sözlerimde ve görüşlerimde reddediyorum. Reddediyorum tüm yalancı insanları.”

Bu söylem, sosyal alandaki tüm sömürü ve ahlaki olmayan tutumlara karşı politik-teolojik bir meydan okumadır. Gataların tamamına yansımış olan bu meydan okuma üç ilke üzerinden yükselir: doğru düşünce, doğru söz ve doğru eylem.

Zerdüşti pratiğin ve aksiyonerliğin tüm temeli “doğru düşünce” olan bilişsel bir kodla başlar, “doğru söz” ile söylemsel bir meydan okumaya kayar ve pratik bir tavır olarak “doğru eylem” ile taçlanır. Bunu ileriki makalelerimizde “iyilik-kötülük” felsefesi açısından daha ayrıntılı bir şekilde işleyeceğiz.

Dini-felsefi bir fenomeni ele alırken onu salt kronolojik bir aktarımla sunmak her zaman büyük bir anlam kaybına neden olacaktır. Dolayısıyla burada “Zerdüşti” fenomenini ele alırken kronolojiden çok onun temel anlam kümesini bize verecek olan fenomenolojik yönünü dikkate alıp buradan felsefi yönelimin izlerini tespit etmeye gayret edeceğiz. Dini-felsefi tarihsel bir fenomenin kazandığı formunu bir yapı olarak ele alırken, üzerinde durulması gereken temel şey onu kozmogonisi yani “evren/varlık” tasavvurudur.

Biz de buradan başlayacağız.

Arkhe, Varlık, Oluş ve Değişim Felsefesi

Genel olarak Yunan felsefesinde filozofların ele aldığı konular “varlık (ontoloji), bilgi (epistemoloji), arkhe, oluş ve değişmedir.”  Bu konuların en kökeninde yer alan sorun “arkhe” problemidir.

Yunan felsefesinin sistematik olarak inşa edildiği dönem MÖ. 6.-4. yüzyıllar arasıdır. Tüm Yunan filozoflarının en temelde sordukları ilk felsefi soru varlık sorusudur. Bu soru, felsefenin sorduğu evrensel ilk sorudur. “Tüm varlıkların ilkesi/başlangıcı nedir?“ sorusu felsefi literatürde “arkhe problemi” olarak ele alınır.

Yunan felsefesinin ilk filozofu olarak kabul edilen Thales, arkhe’ye (ilk neden, ilk ilke) “su”,  “Anaksimandros buna “apeiron/sonsuzluk” (her şeyin kendisinden çıktığı ve tekrar kendisine döndüğü sonsuzlık), Herakleitos “ateş”, Anaksimenes “hava”, Elea’lı filozoflar “töz/cevher” demektedirler. Parmenides ise varlığın üç halini diyalektik bir biçimde ele alır: 1) Varlık vardır. 2) Varlık var değildir. 3) Varlık hem vardır hem var değildir. Empedokles, varlığın dört unsurdan meydana geldiğini belirtir: Önce her şeyin dört kökünü öğren: Parlayan Zeus (ateş), hayat veren Hera (hava), Hades (toprak) ve gözyaşlarıyla ölümlü insanlar için hayat kaynaklarını besleyen Nestis (su).

Varlığın kaynağına yönelik bu felsefi arayış, sadece modern anlamdaki kategorik felsefi bir arayış değildir. Empedokles’te görüldüğü gibi bu felsefi soruşturma aynı zamanda metafizik/dini özellik de taşır. Varlığın kaynağı olarak konumlandırılan dört elementten her biri, bir Yunan tanrısına tekabül eder. Yunan felsefesinden Müslüman kültürüne geçişte, varlığın bu felsefi soruşturması “anasır-ı erbaa” (dört unsur) olarak adlandırılmıştır.

Fakat bu felsefi soruşturma Yunan’dan önce Mezopotamya’da yapılmaktadır. Yunanlıların Mezopotamya ile sıkı bir ilişkilerinin olduğunu Sokratesin öğrencisi olan Ksenepon’dan biliyoruz. Ksenepon’un “Anabasis-On Binlerin Dönüşü” adlı eserinde özelde Kürtler’e ve genel olarak Kürdistan-Mezopotamya coğrafyası hakkında geniş bilgilere yer verir.

Yunan coğrafyasını bugün Batı Anadolu’yu yoğun bir şekilde kapsadığını dikkate aldığımızda bu iki coğrafya arasında büyük bir etkileşimin olduğu rahatlıkla anlaşılacaktır. En önemli bir diğer kaynak MS. 3. Yüzyılda yazılan ve tüm Yunan Filozoflarının yaşamlarını ve felsefi düşüncelerini de bizlere aktaran ve en temel kaynak olan Diogenes Laertios’un “Ünlü Filozofların Yaşamları ve Öğretileri” adlı eseridir. Bu eserin verdiği bilgilere göre Mısır ve Mezopotamya’ya seyahate çıkmayan hemen hemen bir Yunan filozofu yoktur.

Öte yandan Aristotales’in “Felsefe üzerine” adlı eserinde de Yunan felsefesinin Mezopotamya’dan çok etkilendiğini açık bir şekilde görmek mümkündür. Burada Ali Şeriati’nin “Yunan Medeniyetinin kökleri Kürtlerdir.” söyleminin tarihsel temellendirmesini ayrı bir makale olarak ele alacağımız için sadece bu notu aktarmakla yetiniyoruz.

Sistematik Yunan Felsefesi döneminden önce gerek Mitra düşüncesinin Roma’da çok yaygın kabulü gerekse bu etkileşim Yunan düşüncesi üzerinde Mezopotamya düşüncesinin yoğun bir etkisinin olduğunu söylemek abartı olmayacaktır. Elbette ki insanlık tarih ve mirası kümülatif işler, farklı zamanlarda farklı şekillerde yeni sentezler ortaya çıkar.

Bu anlamda felsefenin Yunan ile başladığı tüm bilim insanlarının açık bir şekilde kabul ettikleri nesnel bir gerçekliktir. Fakat bu durum ortaya konulurken Yunanlıların bu felsefeyi gökten zembille indirip inşa ettikleri de bir o kadar bilimselliğe aykırıdır. Çünkü insanlık mirası birikerek ilerler ve bunun izlerini her yerde farklı perpspektiflerle ortaya koymak, her halkın da kendi kabı ölçüsünde insanlık mirasına katkısının olduğunu teslim etmek gerekir. Bu açıdan felsefe, bir hakikat arayışı olarak en temelde varlık sorununu ele alıyorsa –ki öyledir- varlık sorunsalı sadece belli bir coğrafyaya ve millete hasredilmez.

Bir önceki başlıkta Zerdüşt peygamberin ortaya koyduğu kavramsal üretime yer verip, onun Ahuramazda kavramıyla/ismiyle tek tanrıcı bir dini-felsefi sistemi inşa ettiğini belirtmiştik.

Ahuramazda, "Bilge Tanrı" olarak canlı-cansız her şeyin varlığa geliş nedenidir. Her şeyin yaratıcısı olup tüm varlığın kaynağıdır. Yaratıcı gücüyle “bitki-ata, hayvan-ata, nesne-ata, varlık-ata” olan odur. Tanrısal töz odur. O, kendi için töz olduğundan her şeyin yaratıcısı ve egemenidir. Bu isim ile Zerdüşt peygamber arasında, Zerdüşt peygamberden ona doğru bir sorgulama vardır. Felsefe soru ve soruşturma olarak tezahür eden bir arayış olarak burada Zerdüşt peygamberin dilinde zirve noktada işler adeta. Çünkü felsefi düşünüşün olmazsa olmazı sorudur. Ve deyim yerindeyse felsefenin rahmi sorudur. Sorular, Avesta’da Zerdüşt peygamberin dilinden, Ahurmazda ile karşılıklı bir diyalog halinde yağmur gibi yağar, şimşek gibi çakar adeta:

Sorarım sana Tanrım,

Doğrusu söyle bana,

Kutsal varlığın atası

İlk babası kimdi?

Güneş'le yıldızların

Yollarını çizen kim?

Ay kimin gücüyle

Büyür, küçülür?

Bunları anlat bana

Her şeyi, her şeyi anlat Tanrım.

 

Sorarım sana Tanrım

Doğrusu söyle bana,

Kim düzene getirdi dünyayı,

Kim tuttu tüm göğü? Yerli yerinde, sağlam.

Kim yarattı tüm

Şu ağaç¬ları, ırmakları?

Kimdir hız veren

Rüzgârlara, bulutlara?

Kimdi, Ey Ahuramazda,

İyi düşünceyi yaratan?

 

Sorarım sana Tanrım,

Doğrusu söyle bana,

Kim sevgiyle yaratmıştır,

Karanlığı, aydınlığı?

Kim en iyi duyganlarla

Uykuyu, uyanmayı var etti

Kim yarattı, sabahı, öğleyi, akşamı,

Göreve çağırmak için,

Akıllı, bilge insanları?

(Avesta, Yesna-Gatha, 51.7)

 

“Kutsal varlığın atası/İlk babası kimdi?” Burada varlık, kutsal olarak kabul edilir ve varlığın ilk kaynağı sorgulanır. Bu sorgulama, felsefi olarak “Varlık nedir?” sorusudur ve bu soru, felsefenin en temel sorusudur. Varlığın arkhesi/ana kaynağı felsefi soruşturmanın konusu yapılır. “Kim düzene getirdi dünyayı?” sorusu kozmik evrenle ilgili bir sorudur. Kainatın bir düzenden mi (kozmos) yoksa bir karmaşadan (kaos) mı oluştuğu burada ikinci bir temel sorun olarak ele alınır. “Kim düzene getirdi dünyayı?” cümlesinde dünya, kaotik bir oluşum olarak değil, kozmik bir oluşum olarak kabul edilmiştir. “Güneş'le yıldızların/Yollarını çizen kim?/Ay kimin gücüyle/Büyür, küçülür?” buradaki “büyüme ve küçülme” evrendeki değişim problemini ele almaktadır.

Bu sorgulamanın hemen ardından bir sıçrama yapılır ve “yolların çizilmesi, büyüme ve küçülme, göğün tutulması, her şeyin yerli yerinde olması, ağaçlar, ırmaklar, rüzgâr ve bulutlara hız verilmesi yani bunların hareketleri” evrendeki değişim problemini, oluşu ele almaktadır.

Son bölümde her şeyin sevgiyle yaratılmış olduğu kabul edilirken hemen ardından aydınlık ve karanlık konusuna geçiş yapılır. Zerdüşt peygamberin burada belirttiği “aydınlık ve karanlık” hem fiziksel anlamdaki bir değişimi hem de onun düşünce/inanç sistemindeki “iyilik (aydınlık)-kötülük (karanlık)” problemiyle ilgilidir. Ahuramazda aydınlığı (iyilik), Ehrimen ise karanlığı (kötülük) temsil etmekte etmektedir. Bu sorgulama felsefede “teodise” (iyilik-kötülük) problemi olarak ele alınmaktadır.

Varlık, değişim, aydınlık, karanlık, uyku, uyanıklık, sabah-öğle-akşam arasında senkronik bir işleyişten akıllı ve bilge insanların göreve çağrıldığı vurgulanır. Bu vurgu, felsefi arka plandan kaynayarak gelen metafizik bir gerilimdir. Bu varoluş, değişim, aydınlık-karanlık vb. muammaların çözülmesi için akıllı ve bilge insanlar göreve çağrılmıştır.

Zerdüşt peygamberin burada ele aldığı temel konular Yunan Felsefesinde ilke filozof olarak kabul edilen ve onun tarafından kurulan Milet Okulu’nun ele aldığı konulardır. Bu temel konular şunlardır:

a. Her şeyin kaynağı olan nedir? (arkhe)

b. Bu kaynaktan tüm varlık nasıl meydana gelmişlerdir (genesis)?

c. Yerin ve göğün yapısı ile bunların evrendeki konumları nedir? (kozmogoni)

d. Gökteki varlıkların konumu ve evrendeki yeri nedir?

e. Doğa olayları nasıl açıklanmaktadır?

Görüldüğü gibi İlk Çağ Felsefesi olan Milet Okulu, Zerdüşt peygamberin felsefi soruşturmalarının aynısını yapmaktadır. Burada Yunan felsefesi ile kadim Mezopotamya/Kürdistan arasındaki dini ve felsefi etkileşimi temellendirmek gerekmektedir. “İonya’nın gelişmiş kent devletlerinin yurttaşları Doğu’nun kültürel mirasını çok erken özümlemişlerdir.

Bu miras, doğa olaylarını açıklamaya çalışan bilimsel düşünceyi içeriyordu; Doğu’da, toplumun yönetici katmanı (rahipler ve soylu sınıf) tarafından kafalara sokulan inançlara karşı eleştirel bir tavrın koşullarını sınıf mücadelesi yaratmış bulunuyordu. Ticari ilişkileri kolonizasyon sayesinde sağlamlaşmış bulunan girişken tüccarlar, İonya’da doğuştan soylu sınıfın yerine iktidara geçtiği zaman, düşüncenin gözüpek gelişmesi desteklendi. İonya’nın en önemli kenti Miletos, kendiliğinden maddeciliğin (spontane materyalizmin) babası olan ilk Hellen filozofu Thales’in (600’e doğru) yurduydu.” (1).

Aynı eserden yapacağımız şu iktibas adeta Ali Şeriati’nin Yunan Felsefesinin temellerinin Kürdistan olduğunun başka bir bilim insanı tarafından tespiti niteliğindedir. “Tarihin akışı içinde, İlkçağ Avrupa ülkelerinin evrimi üzerinde büyük bir etkisi olan en eski uygarlıkları Doğu toplumları yarattı. En etkili uygarlıklar Mısır ve Mezopotamya uygarlıkları ile Filistin ve Suriye gibi ara ülkelerin uygarlıkları idi. Akdeniz bölgesinde bulunan bu ülkelerin, aralarında Avrupa’nın kıyı ülkeleri de olmak üzere komşularıyla ticaret ve kültür ilişkileri vardı; bu ülkelerde yaşayan tribüler ve halklar, Mısır, Mezopotamya, Filistin, Suriye ve Hindistan’dan kültür ögeleri aldılar.

Bu alıntılar aşamalı bir şekilde Avrupa’nın modern halklarına da geçip Avrupa uygarlığının temelini oluşturdular.”  Bu etkileşim dikkate alındığında felsefenin en önemli kaynağının Mezopotamya oluşu daha iyi anlaşılacaktır. Burada konuyla ilgili daha açıklayıcı bir değerlendirme de şudur:

“Bizim kültür çevremizin tarihi milâttan aşağı yukarı 4-5 bin yıl önce Mezopotamya'daki Dicle ve Fırat nehirleri boyunca, öteki de Mısır'da Nil nehri vadisinde kurulmuş olan Sümer ve Mısır devletleri ile başlar. Kültür tarihimizin başlangıcında bulunan bu iki devlet, ekonomik, siyasal ve bilimsel bakımdan çok önemli şeyler yapmıştır.” (3).

Bu tespitler ışığında, felsefenin evrensellik özelliği onun ortaya çıktığı coğrafyayı yadsımadığı gibi, onu ortaya çıktığı coğrafyayı da merkeze almak felsefenin sorduğu evrensel soruları ve onun evrenselliğini yadsımaz. Ezidiliğin kozmolojijk tasavvuru, Zerdüşt peygamberle başlayan daha derinlikli dini-felsefi yönelim ve çok az da olsa Mitra geleneği ile zirveye çıkan eleştirel düşünme ve felsefi sorgulama, Mezopotamya ve Kürdistan’ın en has mirasıdır. Bu mirasın en temelinde de felsefeyi felsefe yapan “varlık, bilgi, arkhe, oluş ve değişim” soruşturmaları gelmektedir.

Mezopotamya’nın bu jeoteolojik yapısı, salt bir metafizik duyuş değildir. Bu tavır, dini-felsefi bir tavır olarak tarih boyunca tüm insanlığı mayalamış olan bir tavır olarak karşımıza çıkar.

Kaynaklar

(1)          V. Diakov-S. Kovalev, İlk Çağ Tarihi, Yordam Kitap, İst. 2014, Cilt 1, s. 357.

(2)          A.g.e., s. 67.

(3)          Ord. Prof. Dn Ernst von Aster, İlk Çağ ve Orta Çağ Felsefesi Tarihi, İm Yay., İst. 2005, s. 55.