Mehmed Uzun 70’li yılların ortasında daha 20’li yaşlardayken Rizgarî gibi düşünce üreten ender dergilerden birinin yazı işleri müdürlüğünü yaptı, yargılandı, hapis yattı, çıktı. Mayınlı tarlalardan, kaçak yollardan Suriye Kürdistanı’na geçti. Hawar’dan kalan kuşakla tanıştı. O kayıp kuşağın izini sürdü; dinledi, kaydetti. Sonra İsveç’e geçti. Orda da Kürt gazeteciliğinin nadide örneklerinden olan KurdistanPress’te çalıştı. Kürtçe roman yazmaya başladı, 1985’te ilk romanı Tu (Sen) yayımlandı. 92’de döndü, İstanbul’da Apê Musa, onuruna düzenlenen bir gecede onu takdim etti.
Welat’ın Cağaloğlu’ndaki tek odalı ofisinde bir gün yanında birkaç arkadaşıyla içeri girdi. Elinde bir çiçek, daha gazete çıkmadan kutlamaya gelmişti. Bize gelen ilk çiçekti. Çalışmalarımız konusunda bilgi verdik, gözleri parlıyordu, çok büyük moral verdi. Yardımcı oldu. Sonrasında Avesta’nın kuruluşu için bizi çok teşvik etti. Celadet Bedirxan’ı konu edinen Bîra Qederê adlı romanını yayına hazırladığımızda geceli-gündüzlü konuşup tartıştığımızı hatırlıyorum. O zamanki bildiklerimiz bugüne nazaran çok daha az olsa da Celadet Alî Bedirxan’a, modern zamanların bu en önde gelen Kürt entelektüeline ilişkin gene de kafamızda bir resim vardı, tartışmaların çoğu şu gerçek mi, kurgu mu sorusunun etrafında gelişiyordu. Kesin kurgudur diye düşündüğüm birçok şeyin gerçek olduğunu söyledi, çünkü kaynak kişiye ulaşmıştı ve Rewşen Hanım özel hayatları dahil birçok konuda cömertçe davranmış, gardropun kapılarını açmıştı. Çok sonraları belki Mehmed’in de görmediği fotoğraflardan o kişi ve hikayelerin gerçek olduğunu gördüm.
Mehmed Uzun’la 1992’den 2007 yılındaki vefatına kadar hep yakın olduk, çok konuştuk, tartıştık; konuşma ve sohbetlerimizde hep bir izin peşine düşmüş gibi hissediyorum şimdilerde. Beyoğlu’nu, Cağaloğlu’nu, Kadıköy’ü dolaşırken de bir iz sürüyor gibiydi, İstanbul’u mesken tutmuş, Kürt dili ve kültürü alanında birçok ilki gerçekleştirmiş o kayıp ilk kuşağın izini sürüyordu sanki. Sonradan aslında Mehmed’in bütün hayatına bu iz sürmenin damga vurduğunu farkettim.
Mehmed Uzun, o ilk mecburi gidişten sonra, Şam’dan Stockholm’e geçti, oraya yerleşti. Ve ilk gençlik yıllarından itibaren; Siverek’ten, cezaevinden, “Binxet”ten (hattın öte yanı, Suriye Kürdistanı) biriktirdiklerini yazıya dökmeye başladı. Birçok farklı edebi tür denedi, özellikle şiir... O döneme ait bütün elyazmaları duruyor, özenle saklamış ama romanda karar kıldığı anlaşılıyor ve kısa süre sonra (1985) ilk romanını yayımladı: “Tu” (Sen). Adından da anlaşıldığı gibi bu ilk roman çok ciddi biyografik izler taşıyor. “Mirina Kalekî Rind”de (Yaşlı Rîndin Ölümü) hattın öte tarafında tanıdığı “Hawar” kuşağının profilini vermeye çalıştı. Üçüncü romanı “Siya Evînê”de (Yitik Bir Aşkın Gölgesinde) gene o kuşağın peşine düştü, Memduh Selîm Beyin hayatını ele aldı. “Rojek ji Rojên Evdalê Zeynikê”de (Abdal’ın Bir Günü) ünlü dengbêj Evdalê Zeynikê’nin şahsında dengbêjliği işledi. Ve 1995’in sonlarında yayımlanan “Bîra Qederê”de (Kader Kuyusu) Celadet Alî Bedirxan’ın yaşamını konu edindi.
Bîra Qederê kısa sürede Kürtçenin en çok ilgi gören romanlarından oldu, özellikle Türkçe çevirisi (Kader Kuyusu, çeviri: Muhsin Kızılkaya) Kürt toplumunda farklı kuşaklar arasında Celadet Alî Bedirxan algısının oluşmasında çok etkili oldu. 90’ların sonlarında TÜYAP Tepebaşı kitap fuarındaki Avesta standında Celadet Alî Bedirxan’ın kitaplarını yanyana gören bir okurun arkadaşına, “Aa ne ilginç, ‘Kader Kuyusu’nun kahramanı kitap da yazmış” dediğini hatırlıyorum. O genç kız için Celadet Alî Bedirxan, Kürt kültürünün en önemli kurucu aktörü, Kürtçeden Türkçeye çevrilen bir romanın kahramanıydı.
Mehmed Uzun birçok sohbette “Kader Kuyusu”nu yazmanın zorluklarını anlatırdı, iğneyle kuyu kazarcasına yıllarca çalıştığını belirtirdi. Tam da ilk romanını yayımladığı yıl, 1985 Mart’ında Suriye’ye gitmiş, Banyas kasabasında ikamet eden Celadet Alî Bedirxan’ın eşi Rewşen Bedirxan’a konuk olmuş, 4-5 gün sohbet etmişler, o sormuş, Rewşen Hanım cevaplamıştı. Konuşmaların ses kaydı Rewşen Bedirxan’ın arşivinden çıktı. Sohbeti “Banyas 1985” adıyla yayına hazırlarken Rewşen Hanımın yazdığı mektuplardan haberdar oldum. Zarflarıyla birlikte özenle korunmuş 14 mektubun 12’si dolmakalemle güzel bir elyazısıyla yazılmış ve Türkçeydi. 2’si Arap alfabesiyle yazılmıştı. Önce Rewşen Bedirxan’ın Osmanlıca da yazdığını düşündük ancak mektupları yazıya geçirince sadece alfabenin değil, dilin de Arapça olduğunu farkettik. Her iki mektubu çevirtip Türkçelerini okuyunca büyük bir sürpriz, çok gizemli bir aşk hikayesiyle karşılaştık. Mehmed Uzun’un peşine düştüğü, romanlaştırdığı kahramanlarının aşk hikayeleri kadar gizemli görünüyordu. Yazar, peşine düştüğü kahramanlarıyla özdeşleşmiş, hikayeler adeta içiçe geçmişti.
Mehmed Uzun’un yakınındaki hiç kimsenin haberinin olmadığı, belki kendisinin de tam bilemediği bu hikayeyi başka bir zamana bırakalım, gelecek yazıda bu “kayıp” aşkın izlerini sürelim.
Yazarın daha önce Rûdaw’da yayınlanan köşe yazıları:
'Ve ben Azad…' Dağ gibi adam: Yaşar Kemal’in anısına...
https://www.rudaw.net/turkish/opinion/02032015
Nêçîrvan ile Öcalan’ın gölgesinde Hewlêr ve Diyarbekir
Yorumlar
Misafir olarak yorum yazın ya da daha etkili bir deneyim için oturum açın
Yorum yazın