Türkler ve Suriyeli pogromu
Türkiye bir cinnet haftasını daha geride bıraktı.
Hem de otuz üç canın diri diri yakıldığı Madımak katliamının 31. yıl dönümünde.
Benzer bir pogroma tanıklık ettik. Bu kez hedefte Suriyeliler vardı.
Yüzleri, binleri bulan gözü dönmüş yığınlar, zombi gibi birçok şehirde Suriyelilerin evlerine saldırdı. Dükkanlarını kundaklayıp yağmaladı. Araçlarını ateşe verdi.Yakaladıklarını linç etti.
Kadınlar, çocuklar evlerinde çaresiz bir dehşeti yaşadı. Sığınak gibi evlerinin penceresiz odalarına, tuvalet koridorlarına hapsoldular.
Günlerce dışarı çıkamadılar. Bakkala gidemediler. İhtiyaçlarını gideremediler.
Antalya Serik’te 17 yaşındaki Ahmet Handan Naif adlı gencecik Suriyeli sokak ortasında vahşice öldürüldü.
Henüz olayların bilançosu çıkarılmış değil. Kaç kişinin öldürüldüğü, kaçının yaralandığı, kaç ev, işyeri ve aracın zarar gördüğü bilinmiyor.
30 Haziran gecesi Kayseri’de başlayan pogrom, kısa sürede İstanbul, Bursa, Konya, Hatay, Antep ve Antalya gibi illere sıçradı. 1-2-3 Temmuz günleri saldırılar sürdü.
Pogromun bahanesi küçük bir kız çocuğuna bir Suriyeli’nin tacizde bulunduğu şayiasıydı.
Olaylar nedeniyle kalabalığa seslenen Kayseri valisi Gökmen Çiçek terörle mücadele vurgusu yaparak “Hiçbir polisimizin burnu kanamasın” derken, Kayseri il emniyet müdürü Atanur Aydın “Buradaki mağdur şahıs Türk değil” diyerek daha vahim ifadeler kullandı.
Güvenlikten sorumlu yetkililerin açıklamalarının odağında her zamanki gibi kutsal devlet ve Türklük vardı. Saldırıya uğrayan Suriyeliler önemli değildi!
Öyle ya! 6 Temmuz 2017 tarihinde Sakarya Kaynarca’da hamile kadın Emani Rahmun (20) kocasının evde olmadığı bir zamanda birkaç Türk komşusunun tecavüzüne uğramış, ardından 10 aylık bebeği Halaf Rahmun’la birlikte ormanlık alana götürülerek karnındaki 9 aylık bebek ve 10 aylık oğluyla birlikte vahşice öldürülmüştü.
Necip Türk milleti (!) bu dehşet karşısında galeyana gelmemiş, kimseye saldırmamıştı. Ancak Suriyelilere gözüdönmüşçesine saldırmak için bir söylenti yetiyordu.
Suriyeliler Türkiye’de bir pogromlar silsilesini yaşayacak gibi görünüyor. Çünkü pogrom, Türkiye’de tekrarlanıp duran bir cinnet. Temel bir siyaset.
Yüzyıldır belli aralıklarla çeşitli pogromlara tanıklık ediyoruz. İzmir Yangını bunların ilk örneklerinden.
Türkler, İzmir’de 13 Eylül 1922 günü başlayan dört günlük bir yangınla Yunan ve Ermeni mahallelerini yakarak iki yüz binden fazla kişinin evlerini terk etmelerini sağladı.
İkinci büyük pogrom 6-7 Eylül 1955 tarihinde gerçekleşen İstanbul Pogromu’ydu.
Selanik’te Atatürk’ün evinin bombalandığı şayiasıyla İstanbul’un birçok semtinde Rum, Ermeni ve Yahudi iş yerlerine yapılan saldırılarda aralarında kilise ve havraların bulunduğu 5000'den fazla taşınmaz tahrip edildi, milyonlarca dolarlık mal-mülk yağmalandı. İstanbul'daki 73 Rum Ortodoks kilisesinin tamamı ateşe verildi. Yüzlerce kişinin yaralandığı pogromda 30 civarında insan öldürüldü.
Türkiye’deki pogrom dehşeti 19-26 Aralık 1978 tarihleri arasında gerçekleşen Maraş katliamı ile devam etti. Bu kez hedefte Alevi Kürtler vardı.
600 civarında ev yakıldı, 300 civarında işyeri tahrip edildi. Binden fazla kişinin yaralandığı pogromda, aralarında bebeklerinde de olduğu 150 civarında insan öldürüldü, benzerine az rastlanan bir vahşet sergilendi.
Yakın tarihin en dehşetli pogromlarından biri de 2 Temmuz 1993 tarihli Madımak katliamıydı. Alevilerin hedefte olduğu saldırıda 33 yazar ve sanatçı Madımak otelinde yakılıp öldürüldü.
Bu pogromların tamamı istihbaratın rol oynadığı provokatif şayialarla başladı, dini bir söylem kullanıldı, saldırganlar kendilerine de zarar verecek şekilde yaygın saldırılarda bulundu. Pogromlardan sonra göstermelik tutuklama ve yargılamalar yapıldı. Ancak devlet hiçbir zaman sorumluluğu üstlenmedi.
1915 Ermeni soykırımı ve takip eden yıllarda Kürtlere uygulanan 1925 kıyımı, 1930 Zilan katliamı ve 1937 Dersim katliamı başta olmak üzere günümüze kadar devam eden Kürt jenosidi ve etnosidi ile yüzleşmeyen bir devletin pogromu bir politika olarak benimsediği su götürmez bir gerçek.
Türk devleti bu politikayla toplumu her bakımdan tektipleştirerek daha kolay yönetilebilir duruma getiriyor. Tehditle, hizmetkara dönüştürüyor. Tehcirle, bölgesel denklemde koz olarak kullanıyor.
Ancak devlet politikasından daha vahimi toplumsal patolojidir. Ülkedeki toplumsal ırkçılık ve cinnetin dünyada benzeri yok.
Türkiye toplumsal faşizm ve ırkçılığın anayurdudur. Akademisyeninden ayak takımına, tüm toplumun değişmez gerçeği budur.
Bu zihniyete güçlü bir şekilde ayna tutmak ve bunu dünyaya deşifre etmek gerekiyor. Aksi taktirde bu kabusun sonu gelmez, etki alanını genişletmekten de geri durmaz.
(Yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Rûdaw Medya Grubu'nun kurumsal bakış açısıyla örtüşebilir ya da örtüşmeyebilir.)