Türkiye gezi notları (1)
Kilis-Antep
Bir yolculuk aynı yerde, tek bir mahzun sözün gölgesinde başlayıp biter mi? Bitermiş, soluğumu tutarak beklediğim yerde öğrendim. Bu yolculuk, tiz bir çığlıktır Akdağ’dan Akdeniz’e yankılanan: “Benden vazgeç”, Ali Rıza Kurbani’nin sözleriyle.
Vazgeçebilecek miyim? Gerçekten vazgeçmek için çıkmadım mı yola. Sonra kendimi Akdeniz’in dibinde beklerken bulmadın mı? Akdağ’ı düşünüp düşünüp ağlamadım mı? Görünmez gözyaşlarım karışmışken Akdeniz’in sularına. Ama dilimde Şirazlı Hafız’ın hiç eksik olmayan sözleriyle: “Üzülme…”
İlginç olan bu yolculuğuna iki Farisi’nin damgasını vuruyor olması ve tam on yıl evvel ilk defa yurt dışına çıkıyor olmam, çıktığım ülkenin de İran olması. Daha geçen yıl gittiğim İran. Bunda Farsçanın anadilime yakın olmanın etkisi var mı, bilmiyorum.
Kendimi hep 1997’nin hemen başında buluyorum. Hikayenin başladığı zamanlar, Kemal Aksu günleri. “Sonbahar gibi hüzünlüyüm, benden vazgeç.”
Bu saatten sonra ne kendime ne sana ne de bir başkasına hayrım dokunur. Burada kalacağım ve öleceğim. Burada kalacağım ve unutulacağım. Aslında sen de olacakları biliyorsun, ama kendine söz geçiremiyorsun. Kendine söz geçiremediğin için de…
Kolay değilmiş, hem ölmek hem de yaşamak. Hele her şeyi böyle tüketmişken... Ne dünyalı bir ses ne de öteli bir nefes, kesilmişken bütün can damarlarım, vazgeç demek.
Şoför bir benzin istasyonunda duruyor, yakıt almak için. Susamışım, seyyar buzdolabından su içmeye gidiyorum. Suyumu içiyorum. Banka oturmuş bir adam görüyorum. Başında bir şapka, başını önüne eğmiş. Yanına yaklaşıyorum. “Kolay gelsin” diyorum. “Sağ ol” diyor adam, başını kaldırmadan. Adama ismini soruyorum.
“Ben ismimi kimseye söylemem” diyor.
Ben kendi ismimi söylüyorum. “Bak bir şey olmadı” diyorum.
Adam hiç dönüp bakmıyor. Önündeki işine devam ediyor.
Adamın önünde bir çanta var. Çanta örgü ipleriyle dolu... Adam örgü örüyor. Çantası ördüğü kazaklarla, süveterle, çoraplarla dolu.
“Bunları kime örüyorsun?”
“Akrabalarıma” diyor.
Adamın hiç konuşası yok, hissediyorum. Bir an evvel yanından kalkıp gitmemi istiyor. Yalnız kalmak, örgü işine yoğunlaşmak istediği her halinden belli. Zaten yakıtını almış olan şoför de beni bekliyor. Aracın yanına geldiğimde, benzin istasyonuna bakan adam, “Geçmiş olsun, büyük bir tehlike atlattınız” diyor.
“Ne tehlikesi!” diye soruyorum.
“Biraz daha adamın yanında kalsaydınız, adamın elindeki şişi sizin gözünüze sokması işten değildi. Adamın böyle çok vukuatı var.”
Rabbime şükrediyorum. Gerçekten büyük tehlike atlatmışız.
İstasyon görevlisine, o adamı soruyorum.
“Kendimi bildim bileli, o adam öyle, örgü örüyor.”
“Tahminen kaç sene oldu?”
“Kırk-elli sene.”
Şaşırıp kalıyorum, kırk elli sene örgü örmek. Tekrar dönüp adama bakıyorum. Bütün bir hayatı örgü örerek geçirmek.
Arabadayım. Yanımdaki yolcu telefonda konuşuyor. Pekiyi kardeşim, sen duyuyor musun, ruhumda infilak eden çocuk seslerini. Her taze ölümle biraz daha kendimi yitirdiğimi, umudumu kaybettiğimi…İlk defa pasaportumu aldığımda 2005 yılında, soluğu Hafız’ın yurdunda, Şiraz’da almıştım. Hafız’ın kabrinin başında duaya durmuştum onun sözleriyle:
“Döner yine Kenan’da kaybolan Yusuf, üzülme
Üzüntüler kulübesi güç bahçesi olur bir gün, üzülme.”
Ah Hafız’ım. Tekrar on yıl evveline ve daha eskiye dönebilir miyim? Senin mezarının başında ellerim duada, Divan’ından hiç ayrılmamak. Aşkın sırrını senden öğrenmek. Oysa şimdi çok üzüntülüyüm, her hücrem gam keder dolu, hüznüm alıp başını gitmiş. Dua niyetine senin sözlerini okuyorum, Hafız’ım. Sayıkladıkça sözlerini, gam kederimi, hüznümü unutuyorum. On yıl okuyup da anlamadığım sözlerini şimdi yaşayarak anlıyorum.
Millet sağduyusunu, aklı selimini kaybetti. Aklıyla, mantıkiyle konuşanlar çok az. Konuşanların da sesi duyulmuyor. Herkes bir başkasını suçluyor. Ortam çok gergin. Savaş ve siyaset her kesin gündeminde, herkesimin önünde. Çoğu zaman ilk ve tek konu, savaş ve siyaset. Yani bu ülke ve bu dünya yaşanacak gibi değil. Kapitalist zihniyet, dünyayı cehenneme çevirmekte kararlı gözüküyor.
Bugün bir başka ülkeye gitmek çok pahalıya mal olmakta. Yol parası, sonra diğer harcamalar, olur gibi değil. Geçen seneden beri Japonya’ya gitmek niyetindeydim. Çok zor. Kapitalist zihniyet dünyayı cehenneme çevirdi, herkesi parmağının ucunda oynatıyor. Biz Müslümanlar olarak ne yapıyoruz. Bu zihniyete dur demek lazım. Gidecek başka yer yok. Ahret için sürülecek başka tarla yok. Yani cenneti, Allah’ın rızasını ancak bu dünyada kazanabiliriz. Bu yüzden biz Müslümanlar ne yapıp edip dünya hakkında söz sahibi olmalıyız. Dünyanın dümenini eline geçiren Batı medeniyetine haddini bildirmeliyiz. Dünyanın dümenine biz Müslümanlar adaletimizle, insanlığımızla, merhametimizle, medeniyetimizle geçmeliyiz. Soru/n şu: Hangi Müslüman? Var mı böyle bir Müslüman?
Beklemek, nereye gideceğini bilmeden, bilmek istemeden... Bir yerlere gitmeye dair en ufak bir istek yok içimde. Kendimi bir daha yokluyorum, aynı beklentisizlikle karşılaşıyorum. Ama içimi kasıp kavuran, ruhumu ele geçiren gitmek dürtüsü, hiç peşimi bırakmıyor.
Gitmek, sadece gitmek, hep uzaklara, ötelere. Bir yerlerde beklemeden, birilerini bekletmeden, bir yerleri beklemeden, birilerini bekletmeden. Oysa bir şeyler olup bitiyor, anlamaya çalışıyorum, anlayamıyorum.
Birazdan Nizip’e gideceğim, üniversite günlerinden kalma bir arkadaşı göreceğim. Tahminime göre bir, iki gün orada kalırım.
Yeni bir bekleme sarıp sarmalayacak ruhumu, kendimi ötelerde bulmak isteyeceğim, uzaklarda kılmak isteyeceğim.
Denizin Beş Hali
Kelimelerimde yoksun, bir başkasının cinnetinde gözlerimi açtığımda.
Hayallerime yabancısın, bir başkasının hayatında kahrolduğumda.
Gözlerimle bakmıyorsun, bir başkasının bakışında darağacına çekildiğimde.
Hayat denizin dibindeyim şimdi. Daha önce kıyısında kenarında duruyordum. Evvelinde yüzeyinde yüzüyordum. Dahası, denize uzaklardan bakıyordum. Deniz görmemiş düşlerle yoluma devam ediyordum.
Toparlarsak, hayat denizinin dört halini yaşadım şimdiye dek. Uzaklardan bakmak hayal meyal, kıyısında köşesinde durmak ıslanmadan, yüzeyinde yüzmek dolu dizgin, dibini boylamak tepe taklak. Şimdi sıra beşinci aşamada, tekrar suyun yüzeyine çıkmak, yine eskisi gibi bir başına hür, yüzmek tek. Rabbim, nasip olur mu? Yoksa denizin dibinde ölüp gözlerimi ahret yurdunda mı açmak var kaderde. Bütün bu olanlardan sonra olabilir, diyorum, her şeye ihtimal veriyorum, hayatın da ölümün de hayırlısını diliyorum Rabbimden.
Taş
Yanına gideceğim arkadaş da ilginç bir şahıs. On yıl öncesinden tanıyorum. Yine 2005, Sivas. Arkadaşım bir evde kalırdı, evden sorumluydu, kimi öğrenciler sigara içerdi, bilirdik, ama ses etmezdik. Sonra arkadaşım hep komik animasyon filmlerini izlerdi. Kendisi bizim komşu köyden. O yıllarda Avrupa’da yaşayan bir akrabasının kızıyla nişanlanmıştı, sonra nişanı atmışlardı. Ne olmuştu, ondan sonra hiç görüşmemiştik yüz yüze. Şimdi Adliye’de sosyolog olarak çalışıyor. Geçen mayıs Nizip’e geldi. Otuz yaşlarında, hala bekar.
Yine on yıl evveline gidiyorum, Sivas, bir insan nasıl kendisini yitirse öyle, yitirilen şehir benim ilk ve son gençliğim, ağzı var dili yok yaralarım, acılarım, anılarım.
Kemal Aksu gelecek AK Devleti’nin temsilcisi olarak, aklımı başımdan alacak, beni hayallere salacak, kanıma girecek. Devletler nasıl kurulurmuş, nasıl yıkılırmış, bana öğretecek. Kemal Aksu kim, ben kimim ama hayatımdan hiç çıkmayacak. Aynı çardağın altında bize mahsus kelimelerle muhayyel yolculuklara çıkacağız, hep aynı kaçak çayın buğusunda. Ben bir toprak adam, o bir muhayyel adem.
Parmaklarımızın arasındaki görünmez uçurumlarda yürüdüğümüz geceler uzak değil. Bir aynanın parmak uçlarındayım, sallanıp durmaktayım, ne annem var yanımda yöremde sarılacağım ne babam var arkasına saklanacağım ne de kardeşlerim var dertleneceğim. Bir başıma karanlıklara oynuyorum uykusuz gecelerin sabahında. Sabah uzak değil, değil mi Rabbim. Biliyorum, ama gencecik bedenime söz geçiremiyorum, gencecik bedenimden ötelere bir yol bulamıyorum. Affını diliyorum Rabbim, gidecek başka yerim yok. Mahsur kaldım.
İnkarın her türlüsüne isyan eder ruhum. Ben hep sessiz, içli, yakıcı bir ağıttım annemin yüz kırışıklıklarında gizlenmiş, sinmiş, un-ufak olmuş. Yanmış yakılmış bir dağ olsaydım elbette yakılırdı ağıtım bir gün. Değilim ama uçurumlara savrulmuş küçük bir taştım, küçük, sade ve basit bir taş.
(Yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Rûdaw Medya Grubu'nun kurumsal bakış açısıyla örtüşebilir ya da örtüşmeyebilir.)
Yorumlar
Misafir olarak yorum yazın ya da daha etkili bir deneyim için oturum açın
Yorum yazın