Türkiye Afrin’i almak değil, Diyarbakır'ı kaybetmekten korkuyor!

03-02-2018
Çetin Çeko
A+ A-

Türkiye’de başta karar vericiler olmak üzere sivil bürokrat ve askeri çevreler, Güney Kürdistan’ın Irak içinde federe bir statüye kavuşmasını Türkiye’nin bugüne kadar izlediği Irak siyasetinin yanlışlığına bağlarlar. Bu yanlışlığın ilk adımı “Çekiç Güç” olarak adlandırılan uluslararası askeri gücün Türkiye’de konuşlanmasına izin veren Bakanlar Kurulu’nun 12 Temmuz 1991’de aldığı karara dayandırılır.

 

İkinci önemli stratejik hatanın ise Türk ordusunun yabancı ülkelere gönderilmesi ve yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye'de bulunması için hükümete yetki verilmesine ilişkin 1 Mart 2003’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne (TBMM) sunulan başbakanlık tezkeresinin Meclis tarafından red edilmesine bağlanır.

 

Bu argümanlardan yola çıkan Türk sivil, asker ve bürokrasisi, eğer “Çekiç Güç” Türkiye’de konuşlanmasaydı ve 1 Mart tezkeresi de TBMM’de red edilmemiş olsaydı, Türk ordusu Güney Kürdistan’a girmiş, bugün Irak içinde şöyle ya da böyle federe bir statüye sahip ne Kürdistan ne de PKK olmayacaktı yorumunda bulunurlar.

 

Bu yoruma ek olarak, Kürt ve Kürdistan sorunu başta Türkiye olmak üzere diğer bölge devletleri için “tehdit” düzeyine ulaşmamış, ABD ve uluslararası toplum ile Ankara’nın ilişkileri de Kürtlerden dolayı bozulmamış olurdu diye değerlendirilir. Söz konusu gerekçelerden dolayı Türkiye Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile birçok devlet ve hükümet yetkilisi, “Kuzey Suriye’de yeni bir Kuzey Irak’a izin vermeyeceklerini” her fırsatta dile getiriyorlar.

 

Bugün Rojava Kürdistanı’na yapılan askeri ve diplomatik müdahalenin nedeni, Güney Kürdistan’ın sahip olduğu benzer bir statünün oluşacak yeni Suriye’nin siyasal inşasında var olmasını engellemektir. Ankara’nın Güney Kürdistan’a ilişkin stratejik hata olarak nitelendirdiği ve 1991-2003 döneminde atamadığı adımları bugün Rojava Kürdistanı’nda uygulamaya çalışmasının nedeni budur.

 

Türkiye’nin 1991-2003’de Güney Kürdistan’da yapamadığı hamleleri 2018’de Rojava Kürdistanı’nda yapmaya kalkışması, Kürt ve Kürdistan sorununun geldiği düzey, bölge ve uluslararası şartlar göz önüne alındığında başarı şansı gözükmemektedir. Bu açıdan Türkiye, uluslararası toplum tarafından bölgede sorun çözücü aktör değil, sorun yaratıcı ve var olan sorunları da daha da ağırlaştırıcı negatif bir aktör olarak nitelendirilmektedir.

 

Dolayısıyla Türkiye, eğer Rojava Kürdistanı da Güney Kürdistan benzeri bir statü kazanır ise, kendi Kürt ve Kürdistan sorununu mevcut şekliyle daha ne kadar sürdürebilirim korkusunu taşımaktadır. Kürtlerin ulusal demokratik haklarına kavuşma fobisi, bu yüzden Türkiye’yi agresif ve saldırgan yapmaktadır. Sorunun özü budur.

 

Kürtler federalizm istiyor

 

Rojava Kürdistanı’nda PYD, YPG başta olmak üzere hiçbir Kürdistanlı siyasi ve askeri güç, Suriye’nin parçalanması ve bağımsız Kürdistan hedefini dillendirmemektedir. Söz konusu güçlerin somut talepleri, ademi merkeziyetçi, seküler, çoğulcu, demokratik ve birleşik Suriye’de Kürtlerin federal haklara kavuşmasıdır.

 

Türkiye ısrarla Suriye’nin toprak bütünlüğüne vurgu yapmakta, söz konusu harekâtın da buna yönelik olduğunu söylemektedir. Eğer Türkiye, Suriye’nin toprak bütünlüğünü bir beka sorunu olarak görüyor ise, İsrail'in 1967’de işgal daha sonra da ilhak ettiği Golan Tepeleri’ne ilişkin neden 51 yıldır pasif siyaset izlemiştir? Demek ki sorun Suriye’nin bir bütün olarak toprak bütünlüğünden ziyade Suriye Kürdistanı, Kürtler ve kazanımlarıdır.

 

Türkiye’nin YPG, PYD itirazı da otuz küsur yıldır savaştığı PKK ile olan bağından ziyade, Kürtlerin ve Kürdistan’ın bir parçasının daha statü kazanma olasılığıdır. Kürdistan topraklarını kontrol eden güç YPG, PYD değil de Suriye Kürt Ulusal Konseyi’ne (ENKS) bağlı güçler olsaydı, Türkiye’nin tavrında bir değişiklik yine de olmazdı.

 

Ayrıca istisnasız dört parçadaki tüm Kürdistanlı siyasi güçler ve sivil toplum örgütleri Türkiye’nin Afrin saldırısına ve Suriye siyasetine karşıdırlar. Türkiye’nin iddia ettiği gibi, Suriye’nin parçalanacağı, “terör devleti” kurulacağı söylemi, yüz yıllık kendi Kürt sorununu perdelemeye yönelik bir propagandadır.

 

Ayrıca Kürdistan’ın diğer parçalarında Kürdistanlıların kendi geleceklerini belirleme hakkı, Türk devletinin çıkarı, iradesi ve isteğine bağlı değildir. Bu karar, Güney Kürdistan örneğinde olduğu gibi Kürdistanlılara aittir. Bugün federasyon talep eden Kürtler, yarın konfederasyon veya bağımsızlık talebiyle kendi geleceklerini belirlemek isteyebilirler.

 

Uluslararası toplum farklı kanallardan Suriye’de iç savaşın son bulması için çatışmasızlık bölgelerinin yaratılması, serbest seçimler, yeni bir anayasa ve ülkenin yeniden inşasına yönelik Cenevre, Viyana, Münih, Astana, Riyad, Kahire ve son olarak da Soçi’de siyasi çözüm adımları atmaya çalışıyor.

 

Türkiye de söz konusu uluslararası konferans ve kurumların içinde yer alarak, diplomatik enerjisini bu oluşumlar içinde Kürtlerin temsilini, etkilerini ve taleplerini en asgari düzeye çekmeye çalışmaktadır. Bunun en son örneği Soçi’de düzenlenen Suriye Ulusal Diyalog Kongresi’ne Kürtlerin katılımına ilişkin koyduğu vetolardır.

 

Türkiye, Suriye’deki acıyı azaltma ve siyasal çözümün yolunu açmaya çalışacağına, çatışmayı yaygınlaştırarak ve askeri çözüm yöntemlerini öne çıkararak, var olan kaotik ortamı daha da içinden çıkılmaz hala sokmuştur.

 

Kısaca Türkiye, Suriye’de siyasal çözüm ve barışın yolunu Kürt ve Kürdistan sorunu sebebiyle provoke etmektedir. Buna tümüyle gücü yetemediğinden, savaşı tırmandırarak politik çözümü engellemek ya da uzatmak için diplomatik ve askeri gücünü bir kozu olarak kullanmaktadır.

 

Anti Kürt ve Kürdistan söylemi

 

Devlet kurumları Türk İslam ideolojisinin ulusalcı sosuyla kitlelere anti Kürt ve Kürdistan propagandası yapmakta, Diyanet işleri 90 bin camide Türk ordusu için Fetih Suresi okutmaktadır. Savaş karşıtı tavır alan sivil toplum kuruluşları ve çevrelere anti demokratik uygulamalarla gözdağı verilmektedir. Kürt sorununun demokratik ve barışçıl yollardan çözümü yanında tavır alan kurum ve kişiler, “terör” destekçileri olarak suçlanıp haklarında davalar açılmaktadır.

 

Türk ordusu, dünyanın sekizinci NATO'nun ise ABD'den sonra gelen en büyük ikinci ordusudur. Sahip olduğu konvansiyonel silahlar, kullandığı teknoloji ve orantısız güçle, fizik kuralları gereği elbette ki Kürt kuvvetlerine karşı sahada üstünlük sağlayıp yenilgiye uğratabilir.

 

Fransız, İngiliz ve Rus orduları gibi güçlü bir devletin ordusu karşısında TSK zafer kazanmış edasıyla kitleler galeyana getirilmektedir. Saldırılarda ABD yapımı F16 savaş uçakları ve Alman Leopar tankları kullanılırken, en yetkili ağızlar “Yerli ve milli” savaş malzemeleriyle katledilen insanları rakamlarla yarıştırarak övünmektedirler. Bunun insani, etik ve meşru bir yanı yoktur.

 

Bağımsız kaynaklar, Türkiye’nin Kürtlere karşı haksız ve orantısız güç kullanması sonucu sivil kayıpların artarak devam ettiği, çatışma bölgesinde yoğun bir göç dalgasının oluştuğu, bölgenin tarihi kalıntılarının bombalandığını rapor etmektedirler. Uluslararası toplumun yapılanlara göz yumması, işlenen insanlık suçuna ortak olması anlamına gelmektedir.

 

Özellikle ABD ve Rusya’nın kendi aralarındaki çıkar çatışması nedeniyle Türkiye’nin saldırılarına yol vermeleri,  politik konjonktüre göre lehte ve aleyhte Kürt sorununu koz olarak kullanmaları kabul edilecek bir tavır değildir.

 

Türkiye’nin kendi Kürt sorununa ilişkin mevcut yaklaşımı devam ettiği müddetçe, Kürdistan’ın diğer parçalarında Kürtlerin elde ettikleri ve edecekleri ulusal demokratik kazanımlara Afrin ve benzeri operasyonlar devam edebilir. Fakat uzun vadede ne yerel aktörler ne de uluslararası toplum, Türkiye’nin başına buyruk bu tavrına müsaade etmesi olasılıklar dahilinde gözükmemektedir.

 

Rojava Kürdistanı’nın bir şekilde Suriye’de statü sahip olmasını Türkiye’nin engellemesi güçtür. Bundan dolayı Türkiye’nin siyasi sınırları dışındaki Kürtlerin ulusal ve demokratik haklara kavuşması, Ankara açısından beka sorunu ve kâbusa dönüşmüştür. Türkiye’nin kendi Kürt sorununa ilişkin siyasetini idame ettirmek için saldırganlık refleksi gösterdiği herkes açısından artık aşikârdır. Dolayısıyla Türkiye’nin telaşı Afrin gözükse de, asıl hedef Diyarbakır'ı kaybetmemektir.

 

(Yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Rûdaw Medya Grubu'nun kurumsal bakış açısıyla örtüşebilir ya da örtüşmeyebilir.)

 

Yorumlar

Misafir olarak yorum yazın ya da daha etkili bir deneyim için oturum açın

Yorum yazın

Gerekli
Gerekli