'Ve ben Azad…' Dağ gibi adam: Yaşar Kemal’in anısına...

“Ve ben, Azad, artık bir çocuk değildim.”

 

Son telefon konuşmalarımızdan birinde bu cümleyle başladı konuşmasına Yaşar Kemal, birkaç cümle daha sıraladı ardından, kuro (ulan) dedi ve sonra sinirlendi.

 

“Yaşar Abi niye sinirlendin?”

 

Bana niye kitap göndermiyorsun?

 

Gönderiyoruz.

 

Hayır, bak kitabın Türkçesini çıkarmışsın, Ayşe bana İngilizceden tercüme etti.

Hiner Saleem’in “Babamın Tüfeği” kitabından bahsediyordu. Ayşe Abla kitabın İngilizcesini dışarıdan almış, çok beğenmiş, sonra da Yaşar Kemal’e çevirerek okumuş. O da kitaba bir not iliştirerek bir yayınevine çevrilmesi için göndermiş. Yayıncı, bizim çeviriyi alıp kendisine gönderince ordaki numaradan aramış.

 

Bu sefer ben üstelemeye başladım, niye başka yayınevine gönderdiniz kitabı, diye. Söyleseydin bana, önsöz yazardım, dedi ve yatıştırdı beni. Tamam, dedim, hemen yeni baskı yaparız, yeter ki siz yazın, dedim. Sağlığı elvermedi maalesef.

 

***

 

Yaşar Kemal’le 90’lı yılların başında Harbiye Açıkhava’daki bir İHD etkinliğinde tanışmış, kısa süre öncesinde Mehmet Aktaş, kendisiyle Özgür Gündem için bir söyleşi yapmış, söyleşi “Yaşar Kemal kendisini savunuyor” manşetiyle iki gün üst üste yayımlanmıştı. İkinci gün birkaç kişiye Kemal’le ilgili düşünceleri sorulmuş, kişiliği ve edebiyatı neredeyse infaz edilmişti. Düşüncesi sorulan kişilerin arasında ben de vardım, yazım gazetenin arşivinde duruyor, hatırladığım kadarıyla Kürtçe yazan, çalışan biri olarak Yaşar Kemal’i ve edebiyatını sahiplenmiştim.

 

Söyleşinin sunumuna ve değerlendirmelere çok hiddetlenmişti, kendimi savunmayı gerektirecek ne yaptım diye hayıflanıyordu, ismimi söylediğimde bir anda benimle Kürtçe konuşmaya başladı. Çok şaşırdım çünkü gayet güzel konuşuyordu. Öyle ki gelen herkese “Tu Kurmanc î?” deyip Kürtçe konuşmaya başladı. Bir genç kızın “Keşke, ne yazık ki değilim, birbirimizden bir farkımız yok” deyişini hatırlıyorum.

 

***

 

Sonraki yıllarda birçok defa bir araya gelebildik. Beni gördüğünde dili Kürtçe açılıyordu sanki, Türkçeyi unutuyordu. 2002 yılında bir gece İsveç Konsolosluğundaki bir kokteylde, kendisini taksiye kadar götürmemi istedi, Memnuniyetle dedim. Koluma girdi ve hep konuştu, ben dinledim. “Bu tarihçiler yanlış yazıyor”, dedi “modern Kürt tarihini. İlk isyan Baban isyanıdır.”

 

Sonra Ayşe Abla’dan bahsetmişti, seni tanıştıracağım dedi. İtiraf etmeliyim ki, bilmiyordum. Sonra Kendal Nezan ve tarihle ilgili birkaç kişiyle sohbet edince, pek de haksız olmadığını anladım. O gece o çok kısa fazla uzun yürüyüşte, ondan çok orijinal Kürtçe küfürler duydum, burada yazamayacağım kadar müstehcen küfürler. Burada aktaracağım anekdotlar, bizzat ondan dinlediğim şeylerdir.

 

***

 

YKY Kazım Taşkent Klasikler Dizisinde Gallimard’da çıkan ulusal destanlar da yayımlanıyor. O dizide Roger Lescot’nun Celadet Alî Bedirxan’ın katkılarıyla derlediği Kürt destanı “Memê Alan” da var. Kendal Nezan’ın Kürtler hakkındaki detaylı bir giriş yazısıyla yeniden yayımlanmış, Paris’ten beraberimde getirmiştim. Mehmed Uzun’la otururlarken beni de çağırdılar. Anlattım. Hemen Mehmed’e döndü, “Kuro Memed, seninle birlikte çevirelim” dedi. Ağzım açık aaa, çok güzel olur dedim, Mehmed de olumlu baktı ama bitirilmesi gereken kitaplar, daha sonra da Mehmed’in hastalığı izin vermedi.

 

O aralar hep yolda rastlaştığımız YKY Yayın Yönetmeni Raşit Çavaş, her zamanki müzminliğiyle Mehmed Uzun’la beni kastederek, “Ya rahat bırakın da Yaşar Kemal romanlarını yazsın” demişti.

 

***

 

Öcalan vakt-ı zamanında “Bazen kendimi edebiyatlaştırsam mı diyorum” dediği bir mülakatta Yaşar Kemal, Yılmaz Güney ve Ahmed Arif’i çok sert ifadelerle suçlamıştı. Yıllar sonra Öcalan bir gazeteci aracılığıyla Kemal’e bir haber gönderir. Nerde olursa olsun kendisiyle görüşmek istediğini iletir. Cevap gene bir gazeteci aracılığıyla cok kısa ve nettir: “Apo tu kurê kerê yî!” Ama cevap da bir o kadar çarpıcıdır: “Erê kek Yaşar, rast e, ez kurê kerê me.”

 

***

 

“Tanyeri Horozları”ydı sanırım, yeni çıkmıştı, okudun mu, diye sordu, hayır dedim, sadece Feqiyê Teyran’la ilgili 30-40 sayfayı okudum, dedim; sinirlendi. Yaşar Abi nasıl yazdın, Feqî’yle ilgili yazılı az şey var? İsmi yetmiyor mu kuro? Feqiyê Teyran ne demek? Kuşların Fakihi! Eee, yetmez mi? 40 değil 400 sayfa da yazarım.

 

***

2001 yılının baharında Erbil’deki parlamento binasında Başbakan Nêçîrvan Barzanî’yle  sohbet ediyoruz. İlk sorduğu kişiler İsmail Beşikçi ve Yaşar Kemal’di. “İkisinin de kitaplarını Farsça olarak okudum, çok etkilendim”, demişti. Eşi Thilda’nın daha yeni vefat ettiğini söylediğimde, başsağlığı dileklerini iletmek istemişti. Daha ordayken söylediklerini Türkçeye çevirdik, imzaladı. Ancak mektubu Habur Sınır Kapısı’ndan yanımda getirmem mümkün değildi. Bir süre sonra mektup ulaştı, Mehmed Uzun’a verdim, evine gidiyordu. Okuduktan sonra duygulanmıştı, beni aradı, selamlarını iletmemi istedi. Sonraki görüşmelerimizde Irak Kürdistanı’na ilişkin birçok soru sordu, merak ediyordu. Seni bekliyorlar Yaşar Abi dedim, yaşlandım ben, biraz zor diyordu. Başbakan’ın danışmanları birkaç defa ziyaretine geldiler, Kürdistan’a davet ettiler ama sağlığı elvermedi.

 

***

 

Behmen Qubadî gelmişti, Nîwemang (Yarımay) filmi festivalde gösterilecekti. Onunla Ayşe Abla’yı davet etmek istedik. Ayşe Abla bizden daha erken davranmış, herkesten önce biletleri almıştı. Filmden sonra kalabalık bir grup olarak bizi yemeğe götürdüler. Behmen’e çok cesursun dediğini hatırlıyorum, İran’da yaşıyor diye başına bir şey gelmesinden kaygılandığını da...

 

***

 

Götürdüğüm kitapların içinde gözü “Kürdistan’ı Düşlerken / Kürt Rahman’ın Tutkusu ve Ölümü” kitabının kapağındaki fotoğrafa takılmıştı, eline aldı, duygulandı. “Ben bu çocuğu tanıyorum” dedi, “Abdurrahman Qasımlo bu Yaşar Abi, İ-KDP başkanı, Viyana’da İran tarafından öldürülen”, “evet”, dedi, “biliyorum. Champs-Elyyesse sarayında tanıdım, Mitterrand tanıştırmıştı, ölümünü de gene orada duydum.” Derin bir keder sinmişti bakışlarına, ısrarlı sorularımla acısını daha da depreştirmek istemedim.

 

***

 

Bir gün telefonda hiddetli ama şen bir ses tonuyla, “Kuro ne yapmışsın sen?” Ürkerek, ne yapmışım Yaşar Abi, “Benim aşiretin kitabını yayımlamışsın.” Sözünü ettiği kitap Asuri Patriği Mar Şam’un’un kızkardeşi Surma Xanım’ın anıları “Ninova’nın Yakarışı”ydı. Olmaz Yaşar Abi, onlar Asuri-Süryani Hıristiyan, sizi kolay kolay bırakmayız. Kitaptan on tane istemişti, baskısı yoktu, yeni baskı çıkar çıkmaz ulaştırdım kendisine.

 

***

 

Ona götürdüğüm kitaplardan bir şeyler okumamı isterdi. Melayê Cizîrî’den, Xanî’den beyitler okuduğumu hatırlıyorum. Anlamaya çalışıyordu, bilmediğini sandığı kelimeleri sorarken de, bu şu mu diye soruyordu. Yaşar Abi senin Kürtçen benimkinden iyi, Türkçedeki gibi Kürtçe de bir Yaşar Kemal sözlüğü çıkarılsa çok iyi olur, derdim; gülerdi.

 

***

 

Musa Anter Florya plajında yüzerken, sahilde bir gencin Kürtçe ıslık çaldığını duyar, yanına gidip bir şeyler sorar, genç adam biraz ters. Kartını verir. Birkaç gün sonra Talebe Yurduna gider. Hizmetçi içeri almak istemez, Musa Amca fark edip çağırır, sohbet ederler. Çıkışta Musa Anter biraz harçlık vermek ister, genç adam sert bir şekilde, seni görmeye geldim buraya, paranı almaya değil, der. O genç adam yıllar sonra TİP’e yapılan bir saldırıda bedenini Anter ve diğer arkadaşlarına siper eden Yaşar Kemal’den başkası değildir. Kendisine Musa Amca’nın bu yazısından bahsetmiştim, onaylar bir biçimde, düzgün adamdır, demişti.

 

***

 

Yaşar Kemal’i son görüşüm Vaniköy’deki evdeydi. Ayşe Abla Rich’in seyahatnamesinden bahsetmişti. Çevirisi bitmek üzere demiş, Süleymaniye mirleri, Qelaçolan üzerine konuşurken konu her zamanki gibi kitaplarının Kürtçe çevirisine gelmişti. Biraz da hiddetli bir şekilde, “Kuro niye çevirmiyorsun kitapları, bu kadar dilde çıktı, en fazla çıkmasını istediğim dilde, Kürtçede niye çıkmıyor?”

 

 Kürt okurun kitaplarını orijinal, yazarın yazdığı dilde okuduğunu, çeviriye ilgi göstermeyeceğini, Yaşar Kemal’i çevirmenin bir cesaret işi olduğunu söylemeye çalıştım ama kendim de söylediklerimden pek ikna olmamıştım.

 

***

 

Mahmut Baksi’nin adını duyunca hiddetlenir, biraz küfürlü konuşurdu. Baksi’nin İsveç’te aleyhinde yaptığı kampanyaya çok içerlemişti: “Ey Kürtler, çıkıp söylesin biriniz, Yaşar Kemal hangi destanınızı çalmış, ben hangi Kürt destanını çalmışım, biri söylesin.” Ölüm döşeğinde Baksi nedamet getirdiğinde de kendisini affetmemişti.

 

***

 

Diyarbakır’a, manevi oğlu olarak gördüğü Mehmed Uzun’un cenazesine aynı uçakta gitmiştik. Ulu Camii’nin oradaki bir yerde Şerafettin Abi’yle (Elçi) sohbetten sonra köşeye çekilen o dağ gibi adamın çığ gibi düşen gözyaşlarını hiç unutmayacağım.

 

***

 

Yaşar Kemal’in birkaç kitabını Kürtçeye çevirtmeyi ve daha sonra da kendisini Diyarbakır’da ağırlamayı çok isterdim, olmadı.

 

“Diyarbakır surlarının dibine geldim. Toprağına diz çöktüm, eski taşların, eski otların, eski kapıların, eski demirlerin, çok eski bakırların yeşiline diz çöktüm. Eski suların aydınlığına, ışığına, yalımına diz çöktüm.”

 

***

 

Şehrin her yerini “Güller şehrine hoş geldiniz” yazılarıyla donatmayı çok istedim / çok isterdim, olmadı.

 

Diyarbakır gül şehridir.

 

Ama şunu yapabilirim / yapacağım:

 

Diyarbakır gül kokar, menekşe kokar, zulüm kokar. Diyarbakır çarşılarına, kaldırımlara baştan ayağa menekşe sererler, gül sererler. Mavi, katmer katmer pembe...

 

“Diyarbakır çarşısında menekşe toplayacağım, bağların, ovaların, kırların tekmil menekşelerini toplayacağım.”

 

Ve Melayê Ciziri’nin “Guftugoya Mela û Feqî” şiirinden kelimelerle birlikte mezarına serpeceğim.