İsviçre’ye Avrupa’nın kara kutusu diyebiliriz

Almanya Gezi Notları (12)

Rüyamda yine ülkeden kaçış planları yapıyorduk çocukluk arkadaşımla. Zaten kendimizi bildik bileli kaçış planları yapıyoruz. Bu sefer Japonya’ya kaçacağız. Arkadaşım gidiyor, ben gidemiyorum ama şimdi aklıma gelmeyen bir mani yüzünden. Ben bir daha ülkeden çıkamamaktan, mahpus kalmaktan çok korkuyorum. Tek korkum bu: Elimde olmayan bir mani yüzünden geride kalmak. Bu rüyada olduğu gibi. Arkadaşım manileri bertaraf etmiş, bu işe kafayı çok yorduğu için. Sonra başka olaylar oluyor, daha doğrusu başka bir arkadaş kaçış rüyasına karışıyor; olayları birbirinden ayırt edemiyorum. Kaçış bilinçaltıma yerleşmiş, yabancılık bilincimin önemli bir parçası olmuş. İnsanın kendini bir yere ait hissetmemesi, belki bütün ontolojik sıkıntıların baş sebebidir.

*

Yola çıkmayalı asırlar olmuş sanki. En son İran’a gitmiştim sanırım; bundan dört sene evvel, 2019. Korona virüs her şeyi bitirdi zaten. İki sene kafadan öyle gitti. Sonra deprem oldu, bu senenin başında. Dört yılda çok şey oldu. Çok kişi öldü. Yaşamak, daha doğrusu hayatta kalmak büyük bir nimet; ama her an ölebilirsin. Doğanlar çok az yer edindi hayatımda. Geçen yazın yola çıkmaya niyetlenmiştim ama nasip olmamıştı. Covid-19 gerçekten bütün hayatımızı felç etmişti. Ama hep yolcu gibi yaşadım, oturdum kalktım. Her an yola çıkmaya hazır; hem kısa yolculuğa bir ülkeden başka bir ülkeye, hem de uzun yolculuğa bir alemden başka bir aleme. Deprem kalıcı olmadığımızı bir daha gösterdi dünya aleme. Gördüm ki yolcu ile yol arasına zaman, mekan ve kişiler başta olmak üzere hiç kimse, hiçbir şey giremez/girmemelidir.

*

Normale bu sabah Zürih’e gitmeye niyetlenmiştik, plan programımızı buna göre yapmıştık; ama arabayı kullanacak yeğenimin okulda işi vardı, onu halletmesi gerekirdi. Saat on bir oldu hala gözükmüyor. Bu saatten sonra Zürih’e gidilmez; çünkü günübirlik bir gezi yapacaktık. Geç oldu; bilmiyorum. Bu saatte nereye gidilir, ne yapılır? Almanya’da yakın şehir olarak nereye gidilir? Nasip kısmet böyle bir şey. Günler günleri öldürüyor ama zamanlar beraber ölen, yitip giden benim. Nerede duruyorum? Ne yapıyorum? Her şey kayıp gidiyor avuçlarımdan; olacakların önüne geçemiyorum. Zaman ve mekana göbekten bağlı olan insanın esaretini hiç bu kadar yakından görmemiş, içeriden hissetmemiş, derinden duyumsamamıştım. Oysa olan tam da bu. Her ölümde insan sadece kendine ağlıyormuş, her mezarda kendi tek başınalığını görüyormuş, her yitimde kendine duruyormuş.

*

Stuttgart’a gidecektik, tam yol ayırımında “Ulm’a gidelim” dedim, yeğenim direksiyonu Ulm tarafına kırdı. Benzin burada pahalı; bir litre benzin 2 euro kadar; depoya 10 litre benzin koyduk. En güzeli yolda olmak.

*

Almanya, cinsiyetsiz şehir. Almanya’da kadın ve erken cinsiyeti ortadan kalkmış vaziyette. Alman halkı kendini cinsiyetsiz kılmış. Esas olan işini düzgün yapmak, iyi bir vatandaş olmaktır. Vatandaşlık kimliği ön planda. Vatanın cinsiyeti yok ama vatanını korumak için dışarıdan gelenlere karşı mesafeliler, temkinliler. Alman halkı yaşlı ve yorgun bir halk; genç nüfus az, çocuk yapanlar az. Haliyle vatanlarından başka kimlik ve aidiyeti olmayan Alman halkı vatanlarını koruyorlar. Polisi, güvenlik güçlerini fazla göremezsin; çünkü halkın kendisi polisliğe soyunmuş, güvenlik gücü gibi hareket ediyor. Vatanseverlik Alman halkının ruhunda var.

*

Ulm’u gezdik birkaç saatte. İlk önce dünyanın en yüksek kulesine sahip olan (161 m) Ulmer Münster kilisesini ziyaret ettik. Oldukça eski bir yapı ve restorasyonu hala devam ediyordu. Tuna nehri güzeldi. Şehir eski ve yeni haliyle Tuna nehrinin etrafında kurulmuş. Tarihi ve doğal güzelliğiyle farklı bir havası var.

Ulm, ikinci dünya savaşında çok hasar görmüş. Ulm, Albert Einstein’ın doğduğu şehir aynı zamanda.

Şehrin göbeğinde karşı karşıya olan Hint ve İtalyan restoranları görülmeye değer; tabi İtalyan restoran çok daha gösterişli ve görkemli.

İyi ki Ulm’u görmüşüm, diyorum. Ulm, eski Almanya’yı temsil eden modern görünümlü şehirlerden biri; geçmişi ve geleceği birlikte yaşatıyor.

*

Markos İncilini de okudum ve acı gerçeği bir daha görüyorum. Bütün peygamberler büyük bir direnişle karşılaşıyorlar. Ekonomik çıkarlara dayalı olan statüko, pozisyonunu ve gücünü kaybetmemek için Allah tarafından gönderilen peygamberlere karşı büyük ve sinsi bir saldırıyla karşılık veriyorlar. İncil’de statükocular, şeriat koruyucu ve kahinler diye geçiyor. Hazreti Musa döneminde bunlar Firavun ve ona bağlı Karunlardır. Hazreti Muhammed döneminde başını Ebu Cehil ve Ebu Süfyan gibilerin çektiği aristokratik zümreyi görüyoruz. Hiçbiri yeni gelen peygamberi ve onun kanunlarını (Allah’ın emirlerini) kabul etmiyor. Kabul eder gibi görünüyorlar ama takipçiler veya statükocular kutsal metinleri tahrif etmek için her yola başvurmuşlardır. Kutsal metini tahrif ettiler mi onu kendi menfaatlerine göre değiştirip kabul ediyorlar; tahrif edemediler mi -Kuran-ı Kerim örneğinde olduğu gibi- onunla var güçleriyle savaşıyorlar. Allah’ın emirlerini “olduğu gibi” ifade eden tek bir kutsal kitap kalmıştır, o da Kuran-ı Kerim’dir. Aslında Kuran-ı da değiştirmek istediler ama buna güçler yetmedi. Zira Allah buyurmuştur: “Şüphe yok ki Kuran-ı biz indirdik ve şüphe yok ki onu mutlaka koruyacağız.” (Hicr; 9). Şu soru akla geliyor: Tevrat, İncil gibi kitapları da indiren Allah neden onları korumadı? Kanımca bunun tek bir açıklaması vardır: Ahir zaman, İslamiyet son dindir bütün insanları tevhide çağıran, Hazreti Muhammed son peygamberdir bütün insanlara rahmet peygamberi olarak gönderilen. Allah kıyamete kadar bu ikisinin birlikte koruyacaktır; zira biri olmadan diğeri manasını tamamlayamaz, biri olmadan diğeri havada kalır. Kuran, Allah’ın insanlara söylediği son ilahi sözüdür; Kuran, Allah’ın bir elçisiyle insanlara ilettiği son tevhit mesajıdır.

*

Zürih’e doğru yola çıktık. Rüyalarım ile yollar birbirine giriyor. Hala gördüğüm rüyanın tesirindeyim. Rüyamda geçen ay babasını kaybeden bir arkadaşımın aynı hastalığa yakalandığını öğreniyorum; çok fena oluyorum. Bu rüya bir mesaj mı? Yoksa psikolojik bir rüya mı? Hiç bilemiyorum. Arkadaşımı uyarsam mı, uyarmasam mı? Doktora git bir check up yaptır mı desem yoksa üzerinde durmayıp geçsem mi? Rüyayı arkadaşa söylememin vebali var mı, yok mu? Hayatta nedensiz hiçbir şey yok. Rüyalar alemi ve bu dünyayı birlikte düşünmek gerekir lakin rüyalar kaderi değiştir mi? Bildiğim kadarıyla rüyalar kaderi değiştirmiyor, olacakları önceden işaret ediyor ama değiştirmiyor; her şey olacağına varıyor. Annem gördüğü rüyalarla teselli bulmuştur, Hazreti Yusuf başkalarının rüyalarını tabir etmiştir; hiçbirinin olacakları değiştirmek gibi bir niyeti olmamıştır, hiçbiri kaderin önüne geçememiştir.

Almanya-İsviçre sınırındayım; ama Refik Durbaş’ın sözleriyle İstanbul’u yaşıyorum. Singen yolumuzun üzerinde. Şiirde ise Üsküdar hep kuş ölüleriyle beni karşılamakta: “Her sabah böyle ağlar mı Üsküdar yoksul karanlığında kuşların, aşkın ve umudun bir de acının rüzgarıyla uçarken bulutlar.”

Singen ve Üsküdar arasında gidip geliyorum, içimde tabir edemediğim rüyalar, tarif edemediğim yollar. Bir şehir ne kadar uzak olabilirse o kadar uzaktır Singen, bir semt ne kadar yakın olabilirse o kadar yakındır Üsküdar.

Sınırlar ve denizler çıkıyor karşıma. İki ülkeyi, iki dünyayı, iki sonsuzluğu birbirinden ayıran sınırlar; iki insanı, iki kalbi, iki sevdalıyı birbirine kavuşturan deniz, Marmara.

Almanya-İsviçre arasında hayatımı sorguluyorum ölümü kuşanmış yalnızlıklarda, bir başkası oluyorum kendimden habersiz. Sınırın bu tarafında mülteci yürüyüşlerim, öbür tarafında çatısı yıkılmış komşuluklarım. Denizin bu tarafında varoluşsal krizlerim, öbür tarafında vatansız intiharlarım.

Yağmur yağıyor ömrümün ağarmış saçlarına. Sesler beni alıp götürüyor 1980’li yıllara. Yine yağmur yağıyordu. Asker postalları altında can çekişen çocukluk fotoğraflarım. Aradan yarım asır geçmiş nerdeyse, değişen hiçbir şey yok. Yağmur yine korku ve umut arasında kararsız yağıyor. Yüzüm darbenin karanlığında, parmağım kızımın yeni çıkan dişinde, gözlerim yollarda; Schaffhausen’a az kaldı, 15-20 km kadar.

Tabelayı görüyorum. Schaffhausen: 19, Singen: 27 km yazıyor. Öte yandan yağmur 1980’li yılların yalnızlığıyla yağmaya devam ediyor. Yorgunluğumu sığdıracak bir yer bulamıyorum; öylesine ve ölesiye yol alıyorum kendimden.

*

Hayalimde Dublin’deyim. Sonra Glasgow’a, Cardiff’e, Londra’ya, Bordeaux’ya, Paris’e, Brüksel’e, Amsterdam’a, Bergen’e, Oslo’ya, Kopenhag’a, Göteborg’a, Stockholm’e, Helsinki’ye, Tallinn’e, Riga’ya, Vinus’a, Minsk’e, Kiev’e, Odesa’ya, Kişinev’e, Bükreş’e, kısacası bütün dünyayı geziyorum. Değişen ne olacak? Neyin peşindeyim? İnsanım, sadece kendimi arıyorum; insan sadece yaratıcısına muhtaç her zaman, yer yerde. Yolda olmak güzel bir şey; hikayeler topluyorsun, öykülere şahitlik yapıyorsun. Sürekli bir ayıklamanın ve ispatlamanın peşindesin, kendi felsefe taşını ortaya çıkarıyorsun. Yolculuk boyunca yakınlara temas ediyorsun, uzaklıkları tefekkür ediyorsun. Kendi felsefe taşına ulaşmak için aklı ve kalbi birlikte kullanmak gerektiğini biliyorsun.

*

Bugünkü Zürih gezisi yoğun geçti. Sabah sekizde evden çıktık, akşam sekizde döndük. Limmat nehri güzeldi ki Zürih’i Zürih yapan da aynı nehirdir.

Tren garına Euro’yu Frank yapmaya gittik. Alfred Escher’in heykelini gördük. Kadınlar katedralini ziyaret ettik. Paradeplatz ilginçti, zira İsviçre’nin namlı bankaları bu meydandadır.

Saint Peterkirche kanımca Zürih’in görülmeye değer en önemli tarihi mekanlarından biridir, belki birincisidir. Kiliseyi yakından inceledim. İsviçre Protestan Reformu’nun lideri Huldrych Zwingli burada 1519 yılında vaaz vermiş. Saint Peterkirch İsviçre’de reform hareketlerinin merkezi olmuş. Kilisede Erasmus, Leo Jud, Konrad Gessner, Martin Luther, Sebastian Castellio hakkında açıklayıcı bilgiler var. Ayrıca neden reform hareketlerine girildiğine dair belgeler sunulmuş. Erasmus’u, Luther’i, Castellio’yu Stefan Zweig’tan okumuştum. Okumalarımdan hatırladığım sadece Luther’in tartışmalı görüşleri var, hatırladığım.

Grossmünster (Büyük Kilise) ile Saint Peterkirche’yi birbirinden ayrı düşünmemek lazım; zira bütün tarihsel geçmişiyle ve geleceğe verdiği mesajla iki kilise birbirini tamamlamaktadır.

Şöyle toparlayabiliriz: Zwingli 16. Yüzyılın başlarında Erasmus’un hümanizmini ve Luther’in reformist görüşlerini İsviçre’ye taşıyarak Aydınlanma Felsefesini Avrupa’nın tamamına yayılmasını önünü açmıştır. Eğer Zürih olmasaydı reform hareketlerinin alanı ve etkisi daha sınırlı olabilirdi. Çünkü İsviçre Almanya, Fransa, İtalya, Avusturya ve Liechtenstein gibi ülkelerin arasındaki stratejik ve jeopolitik konumuyla çok farklı bir ülke. İsviçre’nin dört büyük ülkenin ortak ülküsü ve ülkesi, toplamı ve ötesi demektir. İsviçre dünyanın en önemli bankalarının merkezidir; farklı bir ekonomik güce sahiptir.

Avrupa Birliği’nin ortasında ama AB’ye dahil olmayan ve kendi para birimini kullanan tek ülkedir.

Bütün savaşlarda hemen tarafsızlığını ilan eden, bu yüzden arabuluculuk rolünü en iyi biçimde yapan ülkedir İsviçre.

Zürih, Cenevre, Basel, Lozan, Bern, Lugano gibi büyük şehirleri olan bir ülkedir İsviçre.

İsviçre’ye Avrupa’nın kara kutusu diyebiliriz.

Ayrıca haç işreti olan bayrağıyla Hristiyanlık dinin resmi bayraktarlığını yapan bir ülkedir.

(Yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Rûdaw Medya Grubu'nun kurumsal bakış açısıyla örtüşebilir ya da örtüşmeyebilir.)