Haber Merkezi – Türkiye’nin 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Alman Radyosu ARD’ye Türkiye’nin Avrupa Birliği ve Almanya ile ilişkileri hakkında konuştu.
Türkiye’nin AB üyeliği sürecinde hükümetler düzeyinde yaşananları değerlendiren Abdullah Gül, Alamanya Başbakanı Angela Merkel’in şartları yerine getirmesi kaydıyla Türkiye’nin üyeliğinden yana olduğunu ancak dönemin Fransa Cumhurbaşkanı Nicola Sarkozy’nin tutumunun üyelik müzakerelerinin tıkanmasına neden olduğunu kaydetti.
Dışişleri Bakanlığı ve Cumhurbaşkanlığı dönemlerinde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarının Türkiye’ye pahalıya mal olduğuna yakından tanık olduğunu anlatan Abdullah Gül, HDP eski Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş ve iş insanı Osman Kavala hakkında verilen kararların uygulanması gerektiğini söyledi.
Abdullah Gül’ün ARD’nin İstanbul muhabiri Christian Buttkereit’e verdiği röportaj özetle şöyle:
Almanya Şansölyesi Merkel önümüzdeki hafta son kez bu sıfatıyla AB Zirvesi’ne katılacak ve görev süresi sona erecek. 16 yıllık bir süreyi tamamlıyor, siz Dışişleri Bakanı, Başbakan ve Cumhurbaşkanı olarak Merkel’in süresiyle kesişen bir lidersiniz. Sayın Merkel ile görev yapmak, beraber çalışmak nasıldı? Ortak anılarınız veya izlenimleriniz var mıdır?
Sizin de söylediğiniz gibi Sayın Merkel’le geçmişte çeşitli vesilelerle birçok kez bir araya geldik. 2002 yılında iktidara geldikten sonra, önce Başbakan, Dışişleri Bakanı ve Cumhurbaşkanı olarak kendisiyle resmi veya gayrı-resmi toplantılarım oldu. Birbirimizi yakinen tanımış olduk. Sayın Merkel’i Avrupa’nın son dönemdeki en önemli siyasetçisi ve lideri olarak görüyorum. Çok önemli ve başarılı bir siyasetçinin veda zamanının geldiğine kanaat getirip görevinden ayrılmasını takdirle karşılıyor, önemli buluyorum. Umarım arkada bir boşluk oluşmaz, çünkü son on yıl içinde Avrupa’da lider eksikliğinin hissedildiği bir dönemde Merkel bütün Avrupa’ya liderlik yapmış önemli bir şahsiyetti.
Karşılaşmalarınızda birtakım anılarınız var mı?
Birçok ikili görüşmemiz oldu. Uluslararası toplantılarda da bir araya gelip küresel meseleleri tartışma imkânımız oldu. Kendisini dürüst, samimi, ucuz popülist oyunlara ve hilelere girmeyen bir lider olarak gördüm. Bu anlamda farklılıklarımızı rahatlıkla konuşabildiğimiz, güven mesajlarını karşılıklı verebildiğimiz bir ilişki ortaya çıktı. Görüşmelerimiz hep olumlu bir atmosferde geçti. Kendisini bütün gerçekleri dikkate alan, realist, sakin düşünebilen, atılan adımların ilerisini düşünen, heyecan, öfke ve kinle hareket etmeyen bir lider olarak gözlemledim.
Uzun süredir Türkiye-AB ilişkileri duraklama dönemi yaşıyor. Geriye dönük baktığınızda imtiyazlı ortaklık teklifi ciddi bir şekilde değerlendirilmeliydi, kabul edilmeliydi diyebiliyor musunuz?
Bizim AB ile ilişkilerimiz her hâlükârda, nasıl olursa olsun AB’nin herhangi bir üyesi olmak amacını taşıyan bir ilişki değildi. Bizim için en büyük amaç, Türkiye’yi hukuk, demokrasi açısından AB standartlarını yakalamış, hayata geçirmiş bir ülke yapmaktı. Türkiye, Norveç, İngiltere gibi AB’ye üye olmayıp aynı standartlara sahip, kendini her açıdan geliştirmiş ve kendi halkını en geniş özgürlükler, demokratik haklarla buluşturmuş bir ülke de olabilirdi. AB’ye tam üyelik hedefimizin esas amacı buydu. Avrupa Birliği üyeliği bu amacımız için bir araçtı. AK Parti’yi kurarken, hükümet programlarını oluştururken siyasi görüşüm açısından en önem verdiğim husus, çoğunluğu Müslüman olan Türkiye’nin ileri demokrasi ve insan hakları standartlarını yakaladığını dünyaya gösterebilmekti. Bunun Türkiye’yi güçlendireceğine, nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan bir ülkenin yüksek demokrasi ile insan hakları standartlarına sahip olmasının da bütün İslam dünyası için de ilham kaynağı olacağına inanıyorduk.
Tam üyelik hedefinden şu anda geriye kalan nedir?
Şartlar çok değişti. Hem Türkiye hem Avrupa değişti. Siyasi iradelerin çok farklı öncelikleri var.
Bir Almanya ziyareti öncesinde bir Alman gazetesine verdiğiniz söyleşide sarf ettiğiniz “Türkiye, AB’yi tekrar şahlandırabilir. Türkiye tam üyelik hedefinden vazgeçmemelidir” ifadeniz ile tam olarak ne demek istediniz? Detaylandırabilir misiniz?
AB müktesebatını üstlenmiş bir Türkiye her açıdan farklı bir ülke olacaktı. Önce böyle bir Türkiye’yi hayal etmek gerekir. 80 milyonluk, yapılacak çok işi olan, Maastricht ve Kopenhag kriterlerini benimsemiş bir Türkiye çok farklı olacaktı. Böyle bir ülkenin AB’ye katkısı da ekonomi ve siyaset başta olmak üzere her açıdan çok farklı olacaktı. Böyle bir Türkiye, AB için de vazgeçilmez bir değer olacaktı. Ben zamanında Sarkozy, Merkel ve diğer liderlere müzakerelerin tamamlanmasının önünü kesmemelerini, Türkiye’nin fasılların hepsini üstlenmesi gerektiğini belirttim. Nihayetinde komisyon Türkiye’nin bütün şartları yerine getirdiğine kanaat getirirse, isterseniz referanduma gidin ve üyeliğimizi yine reddedin demiştim. Fakat inanıyordum ki böyle bir Türkiye ile bütün Avrupa ülkeleri beraber olmak isteyecekti. O dönemde hükümetin reform iradesi ve en zor fasılları bile üstlenmek konusunda arzusu çok güçlüydü. Başbakan Erdoğan’ı ve bütün kabine üyelerini Cumhurbaşkanı olarak çok teşvik ediyordum. Reform konusunda hükümetimiz kararlıydı. Ne yazık ki Sarkozy liderliğindeki Fransa ve Rumların fasılları dondurmaları, büyük bir hayal kırıklığı yarattı. Sayın Sarkozy ve Sayın Merkel’e AB hukuku ile ekonomik kurallarını uygulayan güçlü bir Türkiye’nin Avrupa şirketleri için de faydalı olduğunu, bu durumun Avrupa ekonomisine yarar sağlayacağını söylemiştim. Zira Avrupa’da yeni yapacak yol, baraj, havalimanı yoktu, fakat Türkiye hala büyük yatırımlara elverişli bir ülkeydi. Bunları söylediğimde Sayın Merkel anlayış gösteriyor ve ahde vefa ilkesini vurguluyordu. Ancak, Sayın Sarkozy’nin belirli fasılları bloke etmesi, Rum-Yunan ekolünün arkasına sığınması birçok fırsatı geri çevirdi ve Türkiye’de bu durum tepkiyle karşılandı.
Türkiye’yi hangi noktalarda hatalı görüyorsunuz?
AB’nin bu tavrını görünce, TBMM üyelerine ve hükümete bir Cumhurbaşkanı olarak, AB müktesebatını kendi irademizle üstlenmemiz gerektiğini, reformcu niteliğimizi kaybetmeden çalışmaya devam etmemizin elzem olduğunu, bunun neticesinde güçlenecek Türkiye’nin AB için de daha cazip olacağını belirtmiştim. Kendi irademizle AB kurallarını fasıl fasıl iç mevzuatımıza yansıtmayı ve AB standartlarını yakalamayı beceremedik. Türkiye’nin noksanlığı da bu oldu. Zamanında çok açık bir şekilde, basın toplantılarında da Türkiye’nin NATO üyesi olan, fakat AB üyesi olmayan Norveç gibi olabileceğini, fasılların resmen açılıp kapanmasının sembolik olduğunu, önemli olan fasılların içeriğini bir ülkenin gerçekleştirmesi olduğunu ifade etmiştim. Türkiye olarak neyi yapmamız gerektiğini biliyorduk. Bu iradeyi göstermemiz gerekiyordu, böylece Türkiye çok güçlü bir ülke olacaktı. Bunu yapamadık.
Türkiye-AB sürecinin soğuduğu dönemlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın rolünü nasıl görüyorsunuz? Yapıcı mı yoksa uzaklaşmaya katkı sağladı mı?
Beraber olduğumuz süreçte Sayın Erdoğan da güçlü bir şekilde AB sürecini destekledi.
Avrupa Birliği’ne tam üyelik hedefi şu anda da stratejik hedef olarak belirtiliyor. Türkiye bu bağlamda, AİHM kararlarına uyarak Kavala, Demirtaş’ı serbest bırakmalı mı? Avrupa Konseyi bu kararlara uyulması yükümlülüğü olduğunu belirtiyor.
Türkiye, Avrupa Konseyi’nin kurucu ülkesi, AİHM’e hâkim veren bir ülke ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini en erken onaylayan ülkelerden birisi. AİHS m. 46, sözleşmenin taraflarının kesinleşen mahkeme kararlarına uyması gerektiğini belirtmektedir. Hatta, AK Parti hükümetinin ilk yıllarında, 2004 yılında bir anayasa değişikliği yaptık. Bu değişiklik sonucunda, Anayasamızın 90. Maddesi gereği temel insan hak ve özgürlüklerine ilişkin uluslararası sözleşmeler kanunlarımızın üstünde tutulmaktadır, bunlarla ilgili Anayasa Mahkemesi’ne gidilememektedir. AİHS hükümleri anayasamız gereğince kanunlarımızın üstündedir, bu nedenle AİHM kararlarını uygulamak mecburiyetindeyiz.
AİHM’in bazı kararlarına uymakta Türkiye direniyor. Bu Türkiye için bir imaj sorunu oluşturmuyor mu?
Bu konuda açıklamalarım var. AİHM kararlarını geciktirmeden uygulamak gerektiğini her zaman belirttim. Uzun milletvekilliği dönemimde 10 sene Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nde milletvekilliği yaptım, bu kapsamda AİHM’e hâkim seçtim, bu süreçleri çok iyi bilen biriyim. Dışişleri bakanı olduğum dönemde, AİHM kararlarıyla ilgili bazı tazminatları ödemek durumunda kalan biri olarak teknik kısmına da hâkim biriyim. Türkiye imajı açısından da şüphesiz olumsuz bir durum, fakat hepsinin bir süreç içerisinde gerçekleşeceğini de tahmin ediyorum.
İtibarınız hala Almanya’da ve Türkiye’de çok yüksek, sevilen bir isimsiniz. Aktif siyasete dönmeyi düşündünüz mü?
Abdullah Gül: Türk siyasi geleneğinde cumhurbaşkanları tarafsız olmuştur. Anayasa gereği partisinden ayrılarak, yedi sene tarafsız Cumhurbaşkanlığı yapan bir ismin aktif, gündelik siyasetin içine girmesi zor oluyor, bu yüzden günlük siyasetin içine girmedim, ama zaman zaman önemli konulardaki görüşlerimi halk ile paylaştım.
Yorumlar
Misafir olarak yorum yazın ya da daha etkili bir deneyim için oturum açın
Yorum yazın