DİAKURD ‘Lozan’ davasını Ankara Bölge Mahkemesi’ne götürdü
Haber Merkezi - Kürt Diaspora Konfederasyonu avukatlarının Lozan Antlaşması’nın iptali ve “Kürt halkının self-determinasyon hakkının uygulanması” talebi ile Danıştay’a yaptığı dava başvurusu, Ankara 6. İdare Mahkemesi tarafından “Türkiye’de davayı inceleyecek herhangi bir otoritenin olmadığı” gerekçesi ile ret edilmişti. Avukatlar bunun üzerine davayı Ankara Bölge İdare Mahkemesi’ne götürdü.
Kürt Diaspora Konfederasyonu (DİAKURD) avukatları Hişyar Özalp ve Rıdvan Dalmış, Lozan Antlaşması’nın iptali ve “Kürt halkının self-determinasyon hakkının uygulanması” talebi ile temmuz 2023 yılında Danıştay’a açtığı iptal davası, Ankara 6. İdare Mahkemesi tarafından geçen yıl Aralık ayında “Türkiye’de bu davayı inceleyecek herhangi bir otoritenin olmadığı” gerekçesi ile esastan reddedilmişti.
Gerekçeli kararda özetle, “talebin zımnen reddedildiği, zımni red işleminin iptali ile Kürdlerin self-determinasyon hakkının kullandırılması için iş bu davanın açıldığı, talebin Türkiye Cumhuriyeti devletinin üniter yapısında aykırı ve ayrılıkçı bir talep olduğu, 1982 Anayasası’nın ilk üç maddesinin lafzı karşısında bu talebi değerlendirecek bir kamusal makamın Türkiye Cumhuriyet sınırları egemenlik alanı dahilinde olmadığından davanın incelenmeksizin reddine karar verildiği” belirtilmişti.
DİAKURD avukatları, bunun üzerine dosyayı Ankara Bölge İdare Mahkemesi’ne götürerek itirazda bulundu.
“Kürtlerin kendi kaderini tayik hakkını kullanması engellendi”
Avukatlar Özalp ve Dalmış’ın hazırladığı istinaf gerekçesinde, mahkemenin Kürdlerin self-determinasyon hakkını Lozan Antlaşmasına dayandırdığını ancak dava dilekçesinde tam aksine Lozan Antlaşmasıyla birlikte Kürtlerin uluslararası hukuktan kaynaklanan self-determinasyon hakkını kullanmasının engellendiği ve idarenin bu engelleri kaldırarak self-determinasyon hakkının kullanılması için gerekli işlemleri başlatmasının talep edildiği hatırlatıldı.
Dava dilekçesinde talep edilen hakkın maddi ve tarihi bağlamına oturtulması için Lozan Antlaşması konferansında Türk heyetinin zabıtlara da geçen, “Türkiye devletinin Kürtlerin ve Türklerin ortak devleti olduğu, Kürtlerin ve Türklerin eşit haklara sahip olduğu” yönündeki beyanlarına değinilmesinin zorunluluk olarak ortaya çıktığına işaret edilen dilekçede, şu ifadelere yer verildi:
“Ancak antlaşmadan ve Türkiye Cumhuriyeti devleti kurulduktan sonra Türk heyetince sarf edilen bu sözlerin yok sayıldığı, Kürtlerin ulus olmaktan kaynaklı haklarının ellerinden alındığı, asimilasyon ve imha pratikleriyle karşı karşıya bırakıldığı yönünde değerlendirmeler yapılmıştır. Sayın mahkeme, anlaşıldığı kadarıyla, dava dilekçesindeki bu tarihi ve hukuki olgulardan hareketle talebimizi Lozan Antlaşmasına dayandırdığımız zannına kapılmıştır.
“Türkiye Anayasası esas alınarak Kürt halkının SD hakkına karar verilemez”
Oysaki biz dava dilekçemizde, davaya uygulanacak hukukun dil, din, ırk ve coğrafya fark etmeksizin dünyada vuku bulan bu tip uyuşmazlıklara dair prensipler getiren ve çözüm geliştiren evrensel insan hakları sözleşmeleri olduğunu, Birleşmiş Milletler Şartı, Birleşmiş Milletlerin Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşmesi ve Uluslararası Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesinin bu konuda başvurulacak temel bağlayıcı metinler olduğunu ifade etmiştik. Elbette sadece Türk milletine özgülenmiş, bunun dışında kalan diğer tüm halkları vatandaş olsun olmasın yok sayan Türkiye Cumhuriyeti Anayasası esas alınarak Kürt halkının SD hakkının uygulanıp uygulanmayacağına karar verilemez. Çünkü dünyadaki benzer sorunlar yukarıda saydığımız evrensel hukuk metinleri ve uluslararası hukuk kuralları esas alınarak çözülmüştür.”
Anayasa’nın herhangi bir maddesinin “a la carte” şekilde uygulanamayacağına vurgu yapılan dilekçede, aynı anayasanın 90. Maddesi’nde şu ifadlerin yer aldığı hatırlatıldı:
“Usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.”
Anayasanın bu hükmüne göre uluslararası anlaşmaların normlar hiyerarşisinin üstünde olduğuna ve anayasaya aykırılık iddiasına konu olamayacaklarına vurgu yapılan dilekçede, mahkemenin kararına gerekçe yaptığı anayasanın ilk üç maddesi ile Birleşmiş Milletler Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesinin birinci ve Birleşmiş Milletler Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesinin birinci maddesinin çelişmesi durumunda hangisine üstünlük tanınacağının anayasada hüküm altına alındığı9 kaydedildi.
“Bu mahkemenin kararı hukuka aykırıdır”
Dilekçede, her iki sözleşmenin Türkiye Cumhuriyeti devletince imza altına alındığı ve Türkiye’nin egemenlik sınırları dahilinde uygulandığı her türlü tartışmanın üstünde olduğu belirtildi.
Bu nedenle idare mahkemesinin uluslararası sözleşmelere uymak ve uygulamak zorunda olduğuna işaret edilen dilekçede, “Konu ne olursa olsun kendisini bu zorunluluktan vareste tutamaz. Bu anlamda mahkemenin kararı hukuka aykırıdır” denildi.
Mahklemenin, “Kürd halkının self-determinasyon hakkını kullanmasının Türkiye Cumhuriyeti devletinin üniter yapısına aykırılık teşkil ettiği ve bu yüzden hiçbir kamu otoritesinin bu hakkın kullanılması için değerlendirmede bulunamayacağı” yönünde değerlendirmede bulunduğu ifade edilen dilekçede, şu ifadelere yer verildi:
“Vurgulamak gerekir ki, bir devletin egemenliği ve toprak bütünlüğü, rızası alınmaksızın o devletin egemenlik sınırları içerisinde yaşamaya zorlanmış bir halkın dilsel, kültürel, ekonomik ve idari haklarının ellerinden alınmasının gerekçesi olamaz. Dava dilekçesinde de belirtiğimiz gibi egemenlik hakkının sorumlulukla kullanılması gerekir. Uyruklara, rasyonel olmaktan uzak, onları yansıtmayan bir etnik kimliğin dayatılması ve bu uygulamaya ulus inşaasından bahisle Türk ulusu denmesi gayriinsani bir dayatmadır. Bu zorlamalar en başta Türk halkının kimliğini sulandırmaktadır. Bu zorlamaların anayasada yer bulması apartheid hukukunu andıran uygulamaların vehametini arttırmaktadır.
“Kürtlere verilen vaat yerine getirilmiş değil”
“Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenlik sınırları içinde böyle bir değerlendirmede bulunabilecek kamu otoritesi mevcut değildir” demek hukuk ve adalet anlayışıyla örtüşmemektedir. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasını sağlayan Lozan Barış Konferansı’nda temsil edilmeyen Kürt halkını yüz yılı aşkın bir süredir tüm kolektif haklarından mahrum bırakan, asimilasyon ve imhaya mahkum etmeye çalışan, uygulamaların sahibi bizatihi kamu otoritesini elinde bulunduran, devletin başı sıfatına haiz davalı idare olan Cumhurbaşkanlığı makamıdır. Dava dilekçesinde detaylı biçimde anlattığımız gibi Lozan sözleşmesi görüşmeleri sırasında Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk ve Lozan heyetinin başkanı olan İsmet İnönü Türklerin sahip olduğu tüm haklara Kürtlerinde sahip olacağını vaat etmiş öz itibariyle iç self-determinasyon hakkının Kürtler tarafından kullanılacağını belirtmiş olmalarına rağmen yüz yıldır bu vaat yerine getirilmiş değildir. Kürt halkının çektiği acıların ve haksızlıkların son bulması bu durumu yaratan idarenin yeniden hukuki sorumluluklarını yerine getirmesi yani talebimizin kabul edilmesiyle mümkündür. Sayın mahkemenin davanın esasına girmesi bir zorunluluktur. Geçmişten günümüze Kürt halkının durumu ve geleceğini nasıl sürdüreceği hukuki değerlendirmeyi hak etmektedir. Kürt halkı bir yüz yıl daha acı çekmek zorunda değildir. Bu anlamda mahkeme Kürt halkının geleceğinin self-determinasyon hakkıyla belirlenip belirlenmeyeceğini tartışmak durumundaydı.”
Dilekçede, BM eski Genel Sekreteri Butros Ghali’nin “Mutlak ve dışlayıcı egemenlik geride kalmıştır, (zaten) bu kuram hiçbir zaman gerçekle uyum içinde olmamıştır“ şeklindeki sözleri hatırlatıldı.
“Egemenlik” kavramının kompoze bir kavram olduğuna işaret edilen dilekçede şu ayrıca şu iafdeler yer aldı:
“Klasik mutlakiyetçi egemenlik kavramı çağdışı olup kabul edilemez. Yine sayın Kofi Annan’ın bu konudaki sözleri çok önemlidir: ‘Egemenlik hiçbir zaman hükümetlere insan haklarını ve onurunu ortadan kaldırma yetkisi vermez. Egemenlik yalnızca gücü değil, sorumluluğu da getirir.’
Kaldı ki egemenlikle kastedilen azınlıklar veya tek tek uyruklar üzerinde egemenlik değildir. Devlet, uyruğu olan azınlıkların veya onun bireylerinin sahibi olmamış, bunlar da doğuştan gelen ve kendilerine sıkı sıkıya bağlı haklarını devlete devretmemiştir. Bu noktada toprak bütünlüğü ve self determinasyon hakkının uluslararası hukukun kavramları olduğu ve halklarla bireyleri ilgilendirmediği, çünkü uluslararası hukukun aktörlerinin devletler ile uluslararası kuruluşlar olduğu akla gelebilir. Ancak Uluslararası Adalet Divanı, ‘Batı Sahra Tavsiye Kararı’nda self-determinasyon hakkının, devletlerarasındaki ilişkilerden ziyade, ilgili halkın, uyruğu olduğu devletle ilişkisine dair olduğu yorumunu yapmıştır. Uluslararası Adalet Divanı aynı kararında, bir devlet içinde birden fazla halkın olabileceğini ve bu halkların her birinin self-determinasyon hakkına haiz olduğunu ve halkın özgür seçimi olduğu sürece iç self-determinasyon hakkının uygun olduğunu vurgulamıştır.
Bu konuda Cassese şöyle demektedir; ‘Bir ırki veya dini grup, dış self-determinasyonun bir şekli olan ayrılmaya (secession), iç self-determinasyonun kesinlikle erişilemez olduğu durumlarda teşebbüs edilebilir. Aşırı veya sonu gelmez zülüm ve makul bir şekilde barışçıl muhalefet etme ümidinin bulunmaması, ayrılmayı meşru kılabilir. Bir ırki veya dini grup, iç-self determinasyonu başarmak için tüm çabaların başarısız olduğu veya başarısız olmaya mahkûm olduğu açık olduğunda, dış self-determinasyonun en radikal şeklini böylelikle uygulanmış olarak, ayrılabilir.”
Bu bakımdan yapılan başvurudauluslararası evrensel hukukun tanıdığı self-determinasyon hakkının kullanılmasının talep edildiği anımsatılan dilekçede, “Kürt halkı, binlerce yıldır biriktirdiği, dilsel, etnik, kültürel ve tarihi birikimini de “egemenlik” adı verilen, tartışmalı ve büyük ihtimalle geçici olan bir nosyona feda etmek zorunda değildir. Allah’ın bize doğumla birlikte hediye ettiği hususiyetler egemenlik denen tartışmalı nosyondan çok daha önemlidir. Bir devletin egemenlik hassasiyetiyle bir halk acıya mahkum edilemez” denildi.
Bahsi geçen her iki uluslararası insan hakları sözleşmesinin birinci maddesinde “halkların kendi kaderini özgürce tayin etmesine dair hak” oluştuğuna vurgu yapılan dilekçede, “Diğer bütün haklar self-determinasyon hakkının üzerine bina edilmiştir. Bu hak olmaksızın diğer bütün hakların herhangi bir değeri olmaz” denilertek Ankara 6. İdare Mahkemesinin altığı kararın istinafen bozularak davanın kabul edilmesi talep edildi.