BELGESEL: Halepçe’de tüm ailesini kaybeden üç çocuk!

Erbil (Rûdaw) - Rûdaw yapım ve program ekibi, Halepçe Katliamını’nın 34’üncü yıl dönümünde, katliamı iki farklı açıdan anlatan iki yeni belgesel hazırladı. Belgesellerden biri, ailesinin tüm fertlerini katliamda kaybeden üç kişiyi, diğeri ise, Halepçe Katliamından kaybolan ve yıllar sonra ailesine dönen bir kızın hayat mücadelesini anlatıyor.

Irak’ta Baas rejimi, devrik diktatör Saddam Hüseyin’in emri ile, 16 Mart 1986’da Halepçe kentini kimyasal silah ve napalm bombaları ile vurdu. Katliamda çoğu kadın, çocuk ve yaşlı en az 5 bin kişi şehit düştü, 10 bin kişi yaralandı, binlerce kişi yerinden oldu.

Halepçe’de Yalnız Kurtulan Üç Çocuk

Rûdaw Medya Grubu Program bölümü, katliamın 34’üncü yıldönümünde, “Halepçe’de Yalnız Kurtulan Üç Çocuk” adıyla bir belgesel hazırladı.

Belgeselde, Halepçe Katliamı’nda tüm aile bireylerini kaybeden, her biri başka aileden üç çocuğun hikayesi ele alınıyor. Her üçü de 16 Mart 1986 günü yaşananları hatırlıyor. O gün yaşananların ayrıntıları hayatlarını etkilemiş. Aras, Çiro, İdris, Halepçe kimyasal saldırısının canlı şahitleri ve belgeselde an be an o gün yaşananları anlatıyor.

Belgeseli hazırlayan yönetmen Haydar Omer, bu hikayeyi neden seçtiğini, şöyle özetliyor:

 “Daha önce bu konuda yapılan tüm çalışmalarda 5 bin şehitten, kimyasal saldırının mağdurlarından bahsedildi. Katliamda tüm ailesini kaybeden ve yalnız kurtulanlardan, yaşadıkları acılardan çok az bahsedildi. Bu üç kişinin hikayesini seçerek katliamdan tek başına kurtulanların daha sonra günlük hayatlarında, özel günlerde, bayramlarda nasıl büyük bir boşluk yaşadıklarına dikkat çekmek istedik.”

Görüntü ve yönetmenliğini Haydar Omer’in yaptığı belgeselin ses ve montajını Saroyan Beyan, Dido Xozge, seslendirmesini, Haydar Omer ve Türkçe alt yazısını Necmi Orta hazırladı.

Belgesel, Halepçe Şehitler Anıtı, Şêrko Heme Şerif ve Halepçe Güzel Sanatlar Derneği’nin katkıları ile hazırlandı.

Hiç bir şey annemin öpücüğü gibi olamaz!

Halepçe, Kürdistan Bölgesi’nin dördüncü büyük kenti, Süleymaniye kentinden yaklaşık 80 kilometre uzaklıkta. İran İslam Cumhuriyeti ile onlarca kilometrelik sınıra sahip olduğu için Irak-İran savaşının başından beri en büyük yıkımın yaşandığı kentlerin başında geldi. Tam 8 yıl süren savaş esnasında halkının direngenliği kentte yaşamın devam etmesini sağladı. Ta ki 16 Mart 1988’e kadar. O günden itibaren her şey değişti. 

Ağır bombardıman esnasında kimyasal silahların kullanılması neticesinde 5 bin kişi şehit düştü, binlerce kişi yaralandı. Ayrıca, onlarca kişi ailelerinin tüm fertlerini kaybederek tek başına kaldı. Aras, Çiro ve İdris, Halepçe’de tüm ailesini kaybedenlerden sadece üçü.

Aras Abid Ekrem, Halepçe’de ikamet ediyor. 16 Mart 1988’den önce 13 nüfuslu bir ailenin ferdiydi. Annesi, babası ile birlikte 7 kız 4 erkek kardeştiler.

Aras Abid Ekrem (Ailesinden 12 kişiyi kaybetti): Halepçe kimyasal saldırısından önce evimiz Tewêle kasabasındaydı. 1980’de savaş başladığında dayımlarla istişare yaptık, savaş devam eder ve sınır bölgeleri bombalanırsa evimizi Halepçe’ye taşıyacaktık.

Çiro Tayyip Ali (Ailesinden 7 kişiyi kaybetti): Çiro Tayyip Ali, Halepçe sakinlerinden. Annesi, babası, 3 kız ve 2 erkek kardeşi ile 7 kişilik bir aileydiler.

Çiro Tayyip Ali: Katliam gerçekleştiğinde 10 yaşındaydım. Orta halli bir aileydik. Ne yoksul ne de zengindik. Babam Halepçe’de meşhur bir çaycıydı. O dönem Halepçe’de herkes babamı tanırdı. İki odalı bir evimiz vardı ama hepimiz çok mutluyduk. Babam sabah namazından sonra erkenden işine giderdi, akşam namazından önce eve dönerdi. Onu sıcak bir şekilde karşılardık.

İdris Abdulkadir Mustafa (Ailesinden 8 kişiyi kaybetti): İdris Abdulkadir Mustafa, 16 Mart’tan önce de ailenin tek erkek evladıydı. Katliam günü annesi, babası ve altı kız kardeşini yitirdi.

İdris Abdulkadir Mustafa: Baas rejimi köy ve kasabaları boşaltıp halkı şehirlere topladıktan sonra biz de ailece Halepçe’ye yerleştik. Orta halli bir aileydik, ne zengin, ne de fakirdik. Hayatımızı bu şekilde idame ettiriyorduk.  
Aras Abid Ekrem: 1981 yılının başlarında Halepçe merkezdeki Sera Mahallesi’nde bir ev yaptık. Bizim eve girdiğinizde kaç kişi yaşadığını fark edemezdiniz. Kalabalıktı, biri oraya koşar biri buraya, biri çoraplarını arar diğeri omuzuna atlardı. Aile içerisinde herkesin yüzü gülüyordu.

İdris Abdulkadir Mustafa: Hayatımız güzeldi. Hatırlıyorum, o dönem hayat bizim için huzurlu, mutlu ve güzeldi. Ailem benimle birlikte dokuz kişiydik.

Aras Abid Ekrem: O dönem kaçak askerler gibi evimiz ile dedemlerin evi arasında gidip geliyordum. Çoğu zaman geceleri komşuların damından dedemlere gider gelirdim. Mahallemizde çok sayıda firari vardı. Bir de askerlerin nöbet beklediği bir nokta vardı. O yüzden damların üzerinden çabucak geçmezseniz size ateş ederlerdi. Sivillere ateş ediyorlardı. Yani saat gece 08:00’den sonra artık gidip gelemezdiniz. 8 yıllık ırak-İran savaşı döneminde Halepçe’de kim ev yapmışsa mutlaka bir sığınak da eklemiştir. 

Çiro Tayyip Ali: Bombardıman olacağını anladığımızda sığınaklara gidiyorduk. O zaman sığınaklarımız vardı. Fakat hiç bir zaman 16 Mart günü olanların yaşanacağını tahmin etmiyorduk.

İdris Abdulkadir Mustafa: O zaman 16 yaşındaydım, bombardımandan bir kaç gün önce bir akrabamla Süleymaniye’ye gittim.

Çiro Tayyip Ali: Önceki akşam bombardıman başladığında bu kadar yoğun devam edeceğini sanmıyorduk. Biz de büyük babamın evine gittik. Onlar da şehir merkezinde ikamet ediyordu, bizden bir kaç sokak ötedeydiler. Sabah bombardıman iyice yoğunlaştı ve ben eve geri dönemedim. Ailemden kopmam ve maalesef ki hayatta kalmamın nedeni de bu oldu. Evimde ailemin yanında değildim.

Aras Abid Ekrem: 15 Mart günü dayım bir kamyon ile geldi. Ailesi ve akrabalarını bindirmişti. Babama, “Abid ben çocukları alıp Süleymaniye’ye götüreceğim, orada evimiz var. Halepçe’deki durum ne olacak görene kadar orada kalacağız” dedi. Onlar evden ayrıldıktan iki saat sonra Zalm köprüsü bölgesinde çatışmalar arttı.

Çiro Tayyip Ali: Dedem, “şehirden çıkalım” dedi. Ben “ailem olmadan gelmeyeceğim, onlar da gelsin” dedim. “Tamam” dedi, “şimdi onları almaya gidiyorum”. Bir araç alıp gitti. Eve gittiğinde babamın komşularla birlikte dam başında dürbün ile bombardımanı izlediğini görüyor. “Evladım, kalk en iyisi gidelim, şehrin durumu çok kötü. Süleymaniye’ye, Arbet’e gidelim” diyor. Ama babam aşağı iniyor, elini dedemin omuzlarına bırakıyor ve elini öpüyor. “Babacığım, ben de burada yaşayan herkes gibiyim, onlardan iyi değilim. Komşularımdan hiç biri kaçmadı ki ben de kaçayım” diyor.

Aras Abid Ekrem: Akşama doğru geri döndüklerinde her yer toz duman içerisindeydi. Hepsi aç, çocukların bazıları ağlıyor, bazıları yorgunluktan kucaklarda uyumuştu. Dayı ne oldu diye sorduk. “İran toplarla köprüyü bombalıyordu, Irak ordusu bu taraftan köprüye yaklaşmış mevzi kurmuş. Bu nedenle Peşmerge köprüyü havaya uçurmuş” dedi.

Çiro Tayyip Ali: Bir kaç komşu ile birlikte koşup Zalm köprüsüne ulaştık. Köprüyü geçip diğer tarafa vardığımızda köprü havaya uçtu. Bizden sonra başka araç köprüden geçemedi.

Aras Abid Ekrem: Araç ile üzerinden geçebileceğiniz bir tek o köprü vardı. Derbendihan suyu her yıl o mevsimde artıyor, Duceyle-Sirwan suyunun seviyesine varıyor. Bot olmadan suyu geçmek mümkün değildi. Köprü havaya uçurulduğunda insanlar artık mahsur kaldı. 

İdris Abdulkadir Mustafa: Ben de artık nasıl soracağımı, kimden haber alacağımı, Halepçe’ye nasıl döneceğimi bilemiyordum. İnsanlar o dönemde bu kadar bilgi sahibi değildi, özellikle benim yaşımdakiler.

Aras Abid Ekrem: 16 Mart sabahı 7-8 uçak Halepçe semalarında alçaktan uçuyorlardı. O kadar alçaktan uçuyorlardı ki uçakların Irak’a ait olduğunu, üzerindeki üç yıldızlı bayraktan görebiliyordunuz. O zaman bayrağın üzerinde “Allahu Ekber” yoktu, sadece üç yıldız vardı.

Çiro Tayyip Ali: Babamın akrabalarından birinin anlattığına göre ki kendisi de enkazın altında kalmıştı, bizim sokağa 2 napalm bombası düşüyor. Bunlardan birinin parçaları sığınağa isabet ediyor. Kardeşim Çimen yaralanıyor. Çocuk rahatsızlanınca babam çok duygusal biriydi, “Sığınaklar da bizi koruyamıyor, dışarı çıkalım. Öleceksek de sokakta ölelim en azından birileri bizi toprağa verir” diyor.

Aras Abid Ekrem: 11:35’te babam aracın içerisinde bizi çağırdı. “Gelin uçaklar alçak uçuş yapıyor, Allah bilir bunlar ne yapacak” dedi. O an birden bir o alan tamamen sallandı. 2-3 uçak aynı anda orayı bombaladı. Ben ilk bombardımanda yaralandım.

İdris Abdulkadir Mustafa: Yavaş yavaş yanında bulunduğum aileden ailem hakkında bilgi almaya başladım. Babam önceki günler gündüz çocukları alıp şehir dışına çıkarıyormuş. Çünkü altı küçük kız kardeşim vardı. Ayrıca amcamın eşi, kızı ve yanlarında iki de emanet çocuk varmış. Üç gün boyunca bu şekilde çocukları götürüp getiriyor. Üçüncü gün yoruluyor, çocuklar üşümesin diye şehrin hemen dışında eskiden kümes hayvanlarının kaldığı bir barınakta tutuyor. 

Çiro Tayyip Ali: Babam Çimen ve Dilşad ile birlikte sığınaktan çıkıyor. Annem ve diğer çocuklar da peşinden geliyor diye tahmin ediyor. Tam sokaktan çıkacakları an bir napalm bombası daha düşüyor. Toz duman bir birine karışınca artık bir birlerini de kaybediyorlar.

İdris Abdulkadir Mustafa: Ailemin kaldığı barınağın önüne bir kimyasal bomba düşüyor. Ailemin tüm fertleri ile ailemin yanındaki iki emanet çocuk da şehit oluyorlar.

Aras Abid Ekrem: Takatim kalmamıştı, başımdan, sırtımdan, ayağımdan kan akıyordu. Sabah amcanın evinde kalan bir genç çabucak beni tedavi etti. Uçaklar sürekli bombardıman yapıyordu. Biraz yürüdükten sonra annem ve kız kardeşim Rezan geldiler. Annem bana sarıldı, Rezan da. Annemin eli enseme gitti ve eline baktı. Sonra çığlık attı. “Anne neden çığlık atıyorsun? Küçük bir şarapnel parçası sıyırdı o kadar” dedi. Sonra yeniden sarıldı. “Anne siz gidin” dedim. “Nasıl olur?” dedi. “Siz gidin, eğer kalırsam sizi bulurum” dedim. Yine sarıldı. O annemi son görüşümdü.

Çiro Tayyip Ali: Bir birlerinden koptuktan sonra babam Anab hastanesinin yanına kadar gidiyor, çok yoruluyor. Kucağında kardeşim Dilşad ile birlikte oraya varıyor. Orada dayısının oğlunu görüyor. “Çok yorgunum, Dilşad’ı biraz sen kucağına al” diyor. Dilşad’ı babamdan alınca dayısının oğluna, “İstersen Dilşad’ı size götür. Yaşarsa eğer, babamlara emanet ver sen buraya geri gel. Ölürse orada toprağa verin” diyor. Bir kaç adım uzaklaşınca sesleniyor; “Allah aşkına bak bakalım Dilşad yaşıyor mu?” diye soruyor. Dayısının oğlu şöyle bir bakışla, “Kuzen, maalesef başınız sağ olsun” diyor.

Aras Abid Ekrem: Sabah, Sadun ve diğerleri ile birlikte dışarı çıktılar, yayılan kokunun ne olduğunu anlamak için. Sonra Sabah aniden koşarak geri geldi. İlk defa onu bu kadar çok korkmuş gördüm. “Napalm atmışlar, kimyasal kullanmışlar” dedi. Birden ağlamalar başladı, durum nedir ne oluyor bilmiyorduk. İnsanlar bağırıyordu, uçak sesleri geliyordu.

Çiro Tayyip Ali: “Dilşad’ı eve götürdüğümde babama, o ölmüş bir şey yapın. Ben Tayyip’in yanına döneceğim” diyor. Döndüğünde İranlıların babamı alıp götürdüğünü görüyor. “Çok bağırdım arkalarından, yetişmek için koştum. Onu alıp İran’a doğru gittiler” diyor.

Aras Abid Ekrem: Hemen gidip bakraçlarla su getirdiler, bez ıslatıp bize verdiler. “Bezleri ıslatın, yüzünüze vurun. Bu kimyasaldır. Başka hiç bir çaremiz yok” dediler. Boğazımız tamamen kurumuştu. Havayı soluduğumuzda sanki boğazımızı düğüm düğüm oluyordu.

Çiro Tayyip Ali: Kaçma fırsatı bulan ve araç bulabilenler belki İran’a doğru kaçabildi. Fakat yanında çocuğu, yaşlısı olduğu için kaçamayanlar şehirden çıkamadı ve orada şehit düştü.

Aras Abid Ekrem: Dışarıya çıktığımızda kulaklarım çınlıyor, hiç bir şey duyamıyordum, gözlerimi açamıyordum, güçsüz, takatsizdim. Zorla peşlerinden çekiyorlardı. Sadece top ve patlama sesleri. Bir tek “gidin” diyorlardı, bizi iteliyorlardı. Sabah olduğunda Boyn’a ulaştık.

İdris Abdulkadir Mustafa: Bir kaç gün sonra komşularımız Abdulkadir’in ailesine ne olmuş diye soruyorlar. Ben hepsi ile de konuştum. Bir süre sonra komşular, “Kalkıp o barınağa gidip bakalım, ölmüşler mi kalmışlar mı öğrenelim” diyorlar. Komşulardan biri, “Gidip orayı gördüğümde çok ama çok rahatsız oldum. Hepsi yan yana düşmüştü. Her kes şehit düşmüştü” diyor.

Aras Abid Ekrem: Gözlerime ve yüzüme yavaşça su serpiyorlardı. Kendime geldiğimde, bu bir rüya mı, neredeyim diye sordum. Burası Pave Hastanesi dediler. Buraya nasıl geldim, nasıl hayatta kaldım, bugün ayın kaçı? 19 Mart dediler. Peki nasıl geldim buraya, annem-babam nerede? Ağlayarak kolumdaki serumu açtım, üzerimde kirli bir kıyafet, insanlar İran’a doğru kaçıyordu ben Halepçe’ye doğru. Pasdarlara (İran Devrim Muhafızları) ait bir araca bindim, Tewêle sınırına geldim. 20 Mart’ta Ebabil’e vardım. Bir grup insanla yola çıkıp geldik ama... Bu o Halepçe miydi? Halepçe yerle bir olmuş bir kent. Caddeler cenaze dolu. Yüzlerce insan caddenin o yanı, bu yanında düşmüş. Kimse kimseyi tanımıyor.

Çiro Tayyip Ali: Akibetini bildiğimiz bir tek Dilşad’dı. Dayımların avlusundaydı, sadece bir sünger döşek kefeni olmuştu.

Aras Abid Ekrem: Aşağı’da Rızgar’ın ailesinin tüm fertleri şehit olmuştu. Evimizin kapısı açık kalmıştı. O öğlen annem lobiya pişirmişti. Sofra nasıl serilmişse öyle kalmıştı. Bunu gördüğümde “Allah’a şükür, demek ki kaçıp kurtulmuşlar” diye düşündüm. Dama bakmak istedim, gördüm ki oraya bir bomba düşmüş, dışarı kaçtım. Geri dönmek istedim birden aklıma o akşam, “Dayınların sığınağına gideceğiz” dediklerini hatırladım. Nasıl hatırladım, o sığınağa doğru nasıl koştum hatırlamıyorum.

İdris Abdulkadir Mustafa: İran’dan yanında kaldığım ailenin evine bir misafir geldi. Kak Ali’nin evinde kalıyordum, Allah kendisine rahmet eylesin. Kak Ali’nin eşi Halepçe’nin ve oradaki akrabaların durumunu sordu. O da bir kaç ailenin topluca şehit olduğunu anlattı. “Mustafa’nın oğlu Abdulkadir’in ailesi de şehit düştü. Sadece bir çocukları kurtulmuş ama kimse nerede olduğunu bilmiyor” dedi. O öyle söylediğinde o an artık benim için kıyamet kopmuştu. Kadın dönüp bana baktı ve “bu o ailenin çocuğu” dedi.

Aras Abid Ekrem: Oraya vardığımda baktım ki bir pikap ve yüzleri örtülü bir kaç kişi, sığınağa girip çıkıyorlar. Uzaktan seslendim, “bir dakika durun yüklemeyin onlar benim ailemin cenazeleri” dedim. Ama cenazelerin aileme ait olabileceğini hiç düşünmemiştim. Bana, “yaklaşma kimyasal etkisi var” dedi. “Bir şey olmaz bunlar benim ailem” dedim. İçlerinden biri, “bırakın gelsin yakından baksın” dedi. Yüzleri kapalıydı. “Çabuk gel bak” dedi. Elbiselerinden tanıyabiliyordum, biri Şirin’di, diğeri Soryas’dı, diğeri dayımın hanımı. O an içeriden bir kadın ile bebeğini getirdiler. Uzaktan annemin elbiseleri olduğunu gördüm. Getirdiler. “Bir dakika durun bakacağım bu annem” dedim. Kucağına baktım, kardeşim Lihon’un ağzından süt ve kan akmış, son ana kadar da annemin memesinden emmişti. İkisini kucaklayıp içimden geldiği kadar bağırdım ve o an kendimden geçtim. Oradakilerden biri omuzuma dokundu, soğukkanlı olmamı istedi. Böyle yüzlerce ailenin cenazesini topladıklarını söyledi. İnna Lillah ve İnna İlahi Raciun.  

Çiro Tayyip Ali: Her gün birinin ölüm haberini alıyorduk. Öyle ki her ay birinin öldüğünü öğreniyorduk. Dedem divane gibi her gün bir sokakta, bir caddede, bir mahallede dolaşıyordu, akıbetlerini öğrenmeye çalışıyordu. Çocuktum, dedem sadece kapıyı açtığında “iyi bir haberim var” demesini bekliyordum. İçeri girdiğinde diz çöküp, “Ah keşke sadece birinin sağ olduğunu öğrensem, başka bir şey istemem” diyordu.

İdris Abdulkadir Mustafa: Bu çok istisnai bir durum, tüm ailesinin şehit düştüğü haberini almak. Öyle bir felaketti ki sanki yer gök üstüme yıkılmıştı.

Aras Abid Ekrem: Cenazeleri indirdikleri yerde napalm izi vardı. Şehitler Mahallesinde. Avucumu toprakla doldurdum ve hangi kardeşimin üzerine dökeyim diye elimi dolaştırdım. Annemi toprağa vereyim dedim. Annemin yüzü biraz bozulmuştu. Tüm gücümü toplayıp iki-üç defa üzerine toprak atmak istedim ama yapamadım ve avucumdaki toprağı yüzüme çarptım.

İdris Abdulkadir Mustafa: Benim için en acı olan, beni güçsüz, takatsiz bırakan ve benim açımdan çok önemli olan şey şu ana kadar da anne ve babamın, kardeşlerimin mezarının yerini bilmemedir. 

Çiro Tayyip Ali: Mezar yerlerinin nerede olduğunu bilmiyorum. Ama bize anlattıkları kadarıyla babam Tahran’daki hastanede bir kaç gün kalmış, orada vefat etmiş ve orada toprağa verilmiş. Annem de aynı şekilde Tahran’da toprağa verilmiş. Bir kız kardeşim, kimyasal saldırıdan sonra bir buçuk ay hayatta kalmış ve Sangur’da gömülmüş.

İdris Abdulkadir Mustafa: Aileme emanet verdikleri iki çocuk, amcamla evlenen kadının eski eşinden çocuklarıydı. Bir kaç yıl sonra beni çarşıda gördü ve “sen mert bir adamın oğlusun” dedi. Ben kendisini tanımıyordum. “Çocuklarımın cenazesinin üzerine gittim. Ailenizin altı çocuğu babanın yanı başına düşmüşlerdi ama baban her iki evladımı da kucağında tutuyordu. Gerçekten insanlık ve vicdan sahibi olmak budur, emanet böyle korunur” dedi.

Aras Abid Ekrem: Bayram olduğunda veya özel günlerde ailenizin yanına gidersiniz. Evet eşiniz hayat arkadaşınızdır ama asla anne-baba kokusu vermez, kardeşler gibi olmaz. Şimdi hayatta olsalar on aile olurlardı, onların da çocukları olurdu.

İdris Abdulkadir Mustafa: Artık bir gün bile bir kardeş, bir anne ve babanın gelip bayramlarımı kutlamasını, benden helallik istemelerini beklemiyorum. Bu durum hayatımı çok etkiledi.

Çiro Tayyip Ali: Babam bayram günleri bize bayramlık verirdi, başımızı okşardı. Şimdi de bayram geldiğinde bunu düşünür ve çökerim. Kendini yalnız hissedersin, arkanda duracak, elinden tutacak, senin için endişelenecek kimsen yoktur. Zordur, çok zor.

İdris Abdulkadir Mustafa: Raperinden (Büyük Ayaklanma) 7-8 gün sonra ailemin, anne-babam ve kardeşlerimler birlikte yaşadığım eve geldim.

Aras Abid Ekrem: Ayaklanma başladığında Halepçe’ye geldim. Anne-babamın, ailemin şehit düştüğü evi yeniden onardım. Eylül 1991’de Baas rejimi liderlerinin yargılanması için topladığım belge ve dokümanları tamamladım. Saddam Hüseyin ve Ali Hasan Mecid’in yargılandığı mahkemelere katıldım. 7 oturumda hazır bulundum. İlk defa 2 saat 25 dakika ile suçluların yüzüne en uzun konuşan kişi oldum. Sultan Haşim’in piyade birlikleri komutanı olarak tüm Kürt bölgelerini, özellikle de Halepçe ile Seyid Sadık’ı yerle bir etme görevi üstlendiğini ispatladım. Ali Hasan Mecid ve diğer suçluların da. Yargıca, suçlularla yüzleşmek istediğimi, beni görmelerini, yüzlerine bakmak istediğimi söyleyen ilk kişi oldum. Talebim ciddi bir talep olarak değerlendirildi.

“Ayaşa kalktığımda arkadan bütün elbiselerim kan içerisindeydi. Çok sayıda cenaze üst üste yığılmıştı. Yüzleri kararmıştı, gözleri yuvalarından dökülmüştü. Eve gittiğimde kapıyı açıp anne, baba, Soryas diye çağırdım. İçeri girdiğimde o öğlen serdikleri sofra olduğu gibi duruyordu, dokunulmamıştı. Evimizin kapısında komşumuz olan Şirin adındaki kadın öldürülmüştü. Evimizin köşesine bomba düşmüştü, oradan geçemiyorduk, diğer taraftan geçmek zorunda kalıyorduk.”

O günden beri hayatımı kendi başıma idame ettiriyorum. Evliyim, iki erkek bir kız çocuğum var. Yalnızlığımda yanımda durdukları için Allah’a, Halepçe halkına ve aileme minnet borçluyum. Buna rağmen anne, baba ve kardeşlerim olmadığında nasıl bir his ve maneviyat içerisinde olduğumu anlatmam imkansızdır. Allah’tan dilerim ki kimsenin anne-babası ölmesin. Hiç bir şey anne kucağı gibi değil, hiç bir şey annemin öpücüğü gibi olamaz!