Proteksionizm çağında Kürtler: Siyasi değil ekonomik ittifak arayışları

Erbil (Rûdaw) – Dünya hala Donald Trump’ın ABD başkanlığına seçilmesnin şokunu yaşıyor. Son iki yılda uluslararası alanda yaşanan çekişmeler son çeyrek yüzyılda yaşananlardan çok daha ileriye gitmiş durumda. Günümüzde hala liberal demokratların sesi duyuluyor olsa da dünyanın en büyük ülkelerini artık “Proteksionistler” yönetiyor.  

 

Bu süreçte zayıf ülkeler uluslararası politikalara kurban edilirken Kürtler gibi devletsiz aktörler de iki kez kurban edilmiş oluyor. Global liberalizm çağında uluslararası toplum adına teröre karşı savaşan Kürtler, çok daha farklı bir dünya da bu mücadelelerinin karşılığını ümitsizce bekliyorlar. Kürtlerin bir kez daha oturup şunlardan hangisine ihtiyaçları olduğunu düşünmesi gerekiyor; siyasi müttefik mi ekonomik müttefik mi?

 

Proteksionizm: Korumacılık veya herkes kendine

 

Proteksionizm veya diğer adıyla korumacılık; ithal ürünlere koyulan gümrük vergileri, kısıtlayıcı kotalar ve çeşitli diğer hükümet düzenlemeleri gibi yöntemler yoluyla ithal ve yerli ürünler, hizmetler arasındaki adil rekabeti sağlamak için devletler arasındaki ticareti kısıtlayan ekonomi politikasıdır.

 

Bu politika doğrudan devletler arası ilişkileri etkilediği gibi bu ilişkilerin zayıflamalarını sağlıyor.

 

Trupm, “Önce Amerika” diyor. Bu söylem ABD ile en yakın müttefikleri arasında sıkıntılı bir dönemin başlamasın neden olmuştur. Mevcut durumda ABD’nin AB üyesi ülkelerin bir çoğu ile sorunları var ve Çin ile yaşanan çelişkiler tüm zamanlarınkinden daha ileri gitmiş vaziyette.

 

Trump’ın proteksionist politikaları ülkenin dış siyasetini de etkiliyor. ABD eskisi gibi dış politikasını uluslararası değerler üzerine inşa etmiyor, diğer ülkelerdeki demokrasi ve insan hakları dosyalarına müdahil olmuyor. Örneğin Washinton’un Suudi Arabistan ile ilişkilerinde Riyad hükümetinin insan haklarına yaklaşımı ya da ülkedeki siyasi tutukluların özgürlüğü gibi konular ön planda değil. Ön planda olan Arabistan’ın, Trump başkanlığındaki ABD’nin proteksionist politikalarına ne kadar hizmet edeceği ve kaç milyar dolar ayıracağıdır.

 

Bu durumda ABD için Ankara, Riyad ve Kahire’nin demokrasi ve insan haklarına ne kadar saygılı noldukları değil, bu yönetimlerin kendi vatandaşlarının hesabı üzerine olsa da, Amerika’ya ne kadar yatırım yapmaya hazır olduklarıdır.

 

Günümüzde İngiltere de AB’nin çıkarlarını göz önünde bulundurmadan birlikten ayrılarak kendi çıkarları ve ekonomisi için adımlar atıyor ve bu süreçten en az zararla çıkmayı hedefliyor. Dolayısıyla İngiltere artık uluslararası çalışmalar ve insan hakları konularında kafa yoran eski İngiltere değil. Londra’nın bugün Türkiye ve Arabistan ile ilişkileri eskisinden çok daha iyi durumda. Her iki ülkeyi de kendisi için önemli ticaret alanları olarak görüyor. Trump’ın ABD’si gibi Theresa May’ın İngilteresi de Proteksionizme doğru yol alıyor.

 

ABD ve İngiltere’nin uzaklaşması Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği ve diğer uluslararası kuruluşların da zayıflamasını beraberinde getiriyor. Çünkü proteksionist politikalar uluslararası dayanışma, insani yardım ve ticarete hizmet etmiyor.

 

Avrupa Birliği içersinde eskiden olduğu gibi liberal demokratlar arasında sıkı bir işbirliği yok. Her kes daha çok kendisini düşünüyor. Almanya göçmenler konusunda bir çok ülke ile çeliki yaşıyor. Fransa eskisi gibi pasif değil, Emmanuel Macron’un iktidara gelmesinden sonra AB dışında söz sahibi olmaya çalışıyor ve AB’nin mevcut taklitçi birlikteliğinden memnun değil.

 

İtalya ve Avusturya’da seçim sonuçları bu ülkelerde halkın AB’nin mevcut durumdan, liberal demokratların eserlerinden ve anti-proteksionistlerden memnun olmadığını gösteriyor. Dünya genelinde yaşanan bu çekişmeler ve liberal demokratların zayıflaması ülkelerde “güçlü hükümetlerin” ön plana çıkmasına vesile oluyor.

 

Her yıl binlerce araştırmacı ve uzman tarafından hazırlanan Davos Zirvesi’nin 2018 yılı raporunda, dünyayı saran bir takım risk ve çekişmemelerin sonuçlarından bahsediyor. Rapor, “dünyanın çok kutupluluğa doğru gittiğine ve sunni kutupların ortadan kalktığına” dikkat çekiyor.

 

Gerek demokratik ve gerekse de anti-demokratik yollarla, devletler tarafından “güçlü hükümet” inşası günümüzün temel özelliklerinden biri haline gelmiş durumunda. Donald Trump tüm iplerin Beyaz Saray’ın elinde, dolayısıyla kendi elinde olmasını istiyor.  Rex Tillerson’ın görevden uzaklaştırıpmasının ardından Trump kendisi ile uyuşan ve farklı görüşlere sahip olmayan bir kabine istediğini beyan etti.

 

ABD’nin rakibi Çin’de de Xi Jinping “ebedi başkan” olarak seçildi. Çinliler bu rekabet döneminde devlet başkanı seçimleri ile uğraşarak hükümetlerini zayıflatmak istemediklerini belirtiyor. Diğer yandan Rusya’daki şaibeli seçimlerde Vladimir Putin oyların %75’ini alarak “çarlığını” bir kez daha kanıtladı. Türkiye’de de Recep Tayyip Erdoğan her gün sadece bir kişinin karar mercii olduğunu, hükümetin bu ülkede her şey demek olduğunu ıspatlamaya çalışıyor. Hindistan ve Fransa’da bu defa hükümetler çok daha fazla iktidarcıdırlar.

 

Davos raporuna göre, “güçlü hükümet” konsepti ve “Proteksionizm” 2018 yılında daha fazla kaos ve çekişmeye neden oluyor. Bu çekişmelerin belli başlı olanları ise şöyle sıralanabilir:

 

Bir: Hükümetlerin tek yanlı kendi güçlerini büyütmeye yönelik çabaları uluslararası kuruluşların, en başta da Birleşmiş Milletlerin rolünü kısıtlıyor ve felç olmalarını sağlıyor. İngiltere’nin AB’den çekilmesi örneğinde görüldüğü gibi Londra hükümeti “kendisinden başka kimseye ihtiyacı olmadığını” göstererek AB’yi zayıflatmıştır.

 

İkincisi: Güçlü hükümet konsepti Kürt halkı gibi bazı devletsiz aktörlerin daha çok kurban edilmesini beraberinden getiriyor.

 

Bu konseptler devletlerin sadece kendilerini güçlendirmesi ile sınırlı kalmıyor aynı zamanda Lübnan, Libya ve Suriye örneklerinde görüldüğü gibi, diğer ülkelerin iç işlerine de müdahalede bulunmasını ve oralarda kendi gruplarını kurmalarını da beraberinde getiriyor.  

 

Dört: Güçlü hükümet politikaları devletsiz aktörlere bedel ödetmekle sınırlı kalmıyor aynı zamanda küçük devletleri de tehlikeye sokarak bağımsız hareket etmelerini engelliyor. Katar güçlü ve zengin bir ülke fakat küçük olduğu için komşusu olan güçlü hükümetlerin hedefi haline gelmiş durumda.

 

Ayrıca, bu yıl düzenlenen Munih Konferansı da uluslararası işbirliklerinin zayıflaması neticesinde ortaya çıkan bazı risklerden söz ediyor:

 

Bir: Trump ABD’sinin dünyada yarattığı boşluk Çin’in daha güçlü bir strateji ile dünya pazarına girmesine sebep olmuştur. 2018’de ABD ile Çin arasında yaşanan “ticaret savaşları” tüm zamanlarınkinden daha cetin geçecek. Bunun yanı sıra Çin ve ABD arasında dünya teknolojisini kontrol etme savaşı da kızışacak.

 

İki: Jeopolitik çekişmeler devam edecek, özellikle de Kuzey Kore ile olanlar. Irak ve Suriye’deki istikrarsızlık sürecek ve bu durum uluslararası aktörlerin bu bölgelerden daha fazla uzaklaşmasına neden olacak.

 

Üç: NAFTA gibi büyük ticaret anlaşmalarının fes edilmesi, Meksika başta olmak üzere, bu anlaşmalara katılan ülkelerde ekonomik krize neden olmuştu.

 

Dört: İran üzerindeki baskıların arttırılarak Irak, Lübnan ve Suriye’den çekilmesi sağlanıyor.

 

Beş: 2018 yılında dünya genelindeki siyasi ve ekonomik kuruluşlar daha fazla zayıflıyor ve meşrulukları tartışma konusu oluyor. Dolayısıyla bu durum bir çok ekonomik ve siyasi öngörünün doğru tahmin edilememesine neden oluyor.

 

Altı:Endonezya ve Malezya gibi ülkelerde islami popülizmin ve Hindistan’da nasyonalizmin artması, bu ülkelerde çelişki ve çekişmelerin artmasına neden oluyor.  

 

Yedi: Afrika kıtasında hala çok güçlü olan El Kaide gibi terör grupları, dünya genelindeki bu kaostan daha fazla nemalanıyor.

 

Proteksionist dünyada Kürtler

 

Kaos ve çlişkilerin yoğun olduğu bir dünyada küçük devletlerin de kendi çıkarlarını koruma imkanı güçleşiyor. Dolayısıyla kendilerini “büyük balıklardan” korumaları daha da zorlaşıyor. Devletsiz aktörlerden bir olan Kürtler için durum daha da ağır. Bu yüzden adım atmadan bu süreci çok iyi okumaları gerekiyor.

 

Rojava ve Güney Kürdistan’da Kürtler liberal demokrat bir dünya adına IŞİD’e karşı savaştı. Fakat harcadıkları emeğin karşılığını alma aşaması proteksionist bir dünya dönemine denk geldi. Bu yüzden IŞİD savaşında yeterinde bedel ödeyen Kürtler bu durumda yine bedel ödemek zorunda kaldı. Her kes ABD’nin eski başkanı Barack Obama’nın Erbil ve Kürtleri savunmak adına nasıl güçlerini harekete geçirdiği ve bu şekilde Irak’ı da koruduğunu gördü. Obama liberal demokrat bir dünya lideri olarak ABD’nin azınlıkları koruması ve insan hakları ihlallerine karşı sessiz kalmaması gerektiğine inanıyordu. Ne var ki Kürtler proteksionist Trump döneminde hak ettiklerinin karşılığını alma konusunda ümitsiz kalmış durumda.  

 

Kürtlerin onlarca yıl yürütülen mücadele sonucunda elde ettiği kazanımlar çok kısa bir zaman dilimi içersinde kaybedildi. Eğer hala liberal demokrat bir dünyada yaşıyor olsaydık Kürtlerin ödediği bedeller daha az olabilirdi. En azından Barack Obama iktidarı devam etmiş olsaydı, Kürtler referanduma gitmek zorunda kalmayabilirdi.    

 

Uluslararası ilişkileri doğru okuyamama Güney Kürdistan’lı Kürtleri büyük bir tehlike ile karşı karşıya getirmiştir. IŞİD savaşı boyunca dünyanın güvenlik politikalarıyla Kürtlere verdiği ehemmiyet Kürt liderlerde siyasi bir kibire dönüştü ve alel acele bunu kendileri için siyasi bir kazanım haline getirmek istediler.

 

Bu öyle bir kibirdi ki Kürdistan Bölgesi liderlerini, “ABD Kürdistan’ın iç işlerine karşamaz” demeye kadar götürdü. Bir şekilde bölgedeki dengeleri unutarak Irak’ın son bulduğunu, Türkiye ve İran’ın da olası bir Kürt statüsü karşısında hiç bir şey yapamayacağını düşündüler. Özellikle de Erbil’in tüm yumurtalarını Anklara’nın sepetine koyduğu bir dönemde, Recep Tayyip Erdoğan’ın “Kürdistan Bölgesi hükümeti referendum konusunda bize danışmadı” şeklindeki sözleri eğer doğruysa, bu bir felakettir.

 

Rojava’da PKK’ye bağlı Kürt güçleri de ilk başta ABD’ye yaklaşmakla iyi bir oyun oynadı ve Kürtleri Suriye’de önemli bir aktör halinbe getirdi. Fakat orada da siyasi kibir ve uluslararası dengeleri iyi okuyamama durumu, Efrin faciasına ve Kürtlerin onurunu kırmaya yol açtı. ABD kendiliğinden de olsa, YPG’nin PKK’den uzaklaşması için çok çaba sarfetti. Fakat bu çabalara itimat edilmedi, aksine bir çok defa YPG’li yöneticiler ABD’lilere, “Kabul etmezseniz Rusya’ya taraf oluruz” dediler.

 

Türkiye ve Rusya’nın gözardı edilmesi ve kendini devletsiz bir aktör olarak görmeme, Suriye Kürtlerini de uluslararası dengelerin kurbanı haline getirdi. Bu yüzden dünya Efrin’in YPG’nin elinden alınmasını sözde bile olsa kınamadı ki sözüm ona IŞİD’e karşı mücadelenin en önemli müttefiklerinden biriydi. Uluslararası ilişkileri iyi okuyamama YPG’yi öyle bir karmaşanın içine sürükledi ki değil ABD veya Rusya bayraklarını göndere çekmek, Esad’ın fotoğraflarını kaldırmak bile yardımlarına koşmaya yetmedi.

 

Kurzey Kürdistan’daki 2015 seçimlerinde Selahattin Demirtaş başkanlığında emsalsiz bir başarı elde edildi. Türkiye genelinde % 10’luk barajı aşarak 80 milletvekili kazanmak Kuzeyli Kürtler için tarihi bir zaferdi. Hiç kimse yeni Türkiye de Türklerin genç bir Kürde başkanlık için oy vereceğini tahmin bile edemiyordu. Demirtaş’ın bu rol modelliği için onlarca farklı araştırmaya ihtiyaç var fakat bu modelin devam etmesine izin vermediler. Bundan Türkiye hükümeti ne kadar sorumluysa PKK’nin kibirliliği de o kadar sorumludur. Demirtaş’ın Türkiye’yi salladığı bir dönemde PKK de Kuzey’deki saldırılarını yoğunlaştırdı ve bu durum Türkiye halkının Demirtaş’a öfkelenmesine neden oldu. Bu yüzden 2015 yılının sonlarında gerçekleşen seçimlerde HDP büyük bir oy kaybı yaşadı.

 

Rojhılat ve siyasi güçleri, özellikle ABD’de yeni ulusal güvenlik timinin gelmesi ve dışişleri bakanının değiştirilmesi ile Washington yönetiminin İran’a darbe vurmasını bekliyor. Doğrudan olmazsa bile önümüzdeki altı ay içersinde ABD’nin Irak, Suriye ve Libnan’da İran’a bir darbe indirmesi bekleniyor. Doğu Kürdistanlılar için söylenecek tek şey var, o da Kürdistan’ın diğer parçalarında olanlara iyice bakmaları, ders çıkarmaları ve hataları tekrar etmemeleridir.

 

Kürtler ne yapmalı?

 

Bir: Bu yeni dönemde, özellikle uluslararası ilişkilerde Kürtler diğer devletlerle savaşma hayalini bir tarafa bırakmaldır. Buna Ankara, Bağdat veya Tahran da dahildir. Uluslararası toplumun sınırların değişimini kabul etmediği bir kez daha açığa çıktı. Dolayısılya bu durumda yeni bir devletin kurulması da, özellikle silahlı mücadele yoluyla, imkansız hale geliyor.

 

Kürtlerin özellikle ekonomik açıdan bu başkentlerle ortak paydalarda buluşmaya çalışması bir gerekliliktir. Geçtiğimiz yıllarda Erbil’in Ankara ile ilişkilerinin daha fazla ekonomik olduğunu, ortak paydalarda nasıl buluştuklarını, bunun sonucunda Kürdistan’ın nasıl bir inşa ile karşılaştığını hepimiz gördük. Öyle ki Erbil için “Yeni Dubey” bile dendiğini duyar olduk. Fakat ortak paydalarımızı siyaset ve milliyetçiliğe dönüştürdüğümüzde Kürdistan Bölgesi’nin yarı bir devletten Bağdat’ın eline düşen güçsüz bir bölgeye dönüştüğünü gördük.

 

Ikincisi: Kürtler için önemli olan kazanımlarını başkalarının hesabı üzerinden büyütmek deği, korumaktır. Kerkük’te Kürtlerin referendum yerine “nasıl örnek bir yönetim oluşturularak kentin bileşenlerine ve uluslararası topluma bunu sergileyebilirim” düşüncesinde olması gerekiyordu.   

 

Rojava’da diğer Kürt partilerin kadrolarına ait evleri yakmak yerine, kantonları koruma, başkalarına tehdit olmama ve Kandil adına savaşmama üzerine düşünmek gerekiyordu.

 

Kuzey’de Demirtaş’ın hükümette yer alması gerekiyordu. Şehir şehir dolaşıp hendek kazmak ve sözde “demokratik özerklik” ilan etmek değil.

 

Üç: Kürtler felaketle karşılaştıklarında dizleri kırılıyor. Olanlardan ders çıkarma ve sorumluluk alma yerine bir birini suçlamalar başlıyor. Bir çok defa “ihanet” gerekçesi ve yine “Türklerle Farslar Kürtlerin düşmanıdır” bahaneleriyle kendi hatalarını unutuyorlar. Kürtlerin yeni bir sayfa açması gerekiyor ve tüm çabaları ellerinde kalan bu statüyü koruma üzerine olmalı. Kerkük ve Efrin tüm Kürtlerin gözü önünde elden gitti. Daha yıllarca “kim ihanet etti, kim etmedi” üzerine tartışacaklarına “Erbil, Süleymaniye ve Kamışlo’yu nasıl koruyabiliriz, vatandaşlarımız bu bölgesel değişimden nasıl en az zararla çıkabilir?” konusu üzerinde düşünmeleri gerekiyor.

 

Dört: Kürtlerin A Takımı daha fazla sorumluluk hissine sahip olmalı, polülizm ve inad havasından uzaklaşmaları gerekiyor. Kazanımların kaybedilmesi hepimizin kaybıdır, sadece belli bir tarafın değil. Efrin’de sadece Öcalan posterleri ortadan kaldırılmadı, aynı zamanda Demirci Kawa’nın da heykeli ayaklar altına alındı. Kerkük’te sadece Barzani ve Talabani’nin resimleri indirilmedi, Kürdistan bayrağı da ayaklar altına alındı.

 

Dolayısıyla sorumlu yaklaşmak önemlidir. Türkiye’nin Süleymaniye’yi tehdit etmesi sadece facebook üzerinden paylaşımlar, beğeniler ve serzenişlerle durdurulamaz. Kürdistan Bölge hükümeti ve muhalefetin akıllıca davranıp bölge devletlerini gözardı eetmenin Kürtlere zarar verdiğini görmesi ve bunlardan ders çıkarması gerekir.

 

Sonuç olarak dünyada proteksionist liderlerin büyük ülkeleri yönettiği bir dönemde yaşıyoruz. Dolayısıyla uluslararası toplumdan gelecek sonuçsuz hamleleri beklemek yerine, Kürtlerin kim olduklarını bilmesi, ne yaptıklarını ve ne yapabileceklerini iyi bilmesi gerekiyor.

 

Kürtler uluslararası bir aktör olmadıklarını bilmeleri, tüm adımlarını bölgesel dengeleri hesaplayarak atmaları gerekiyor. Yine bu dönemde bölgesel ve ulsulararası alanda ekonomik müttefik ve ortaklar bulmalıdır. Dünyada genelindeki dosluklarını kalıcı kılmak istiyorlarsa kurumlarını daha sivil ve demokratik hale getirmeli, içinde yaşadıkları ülkelerin başkentlerinde demokrasi emekçisi olmaları gerekir, siyasi istikrarsızlığın değil.