1900’lü yılların başında İttihat ve Teraki, Osmanlı maliyesinin tümünü devletin malı haline getirmeyi hedefledi. Bunun için de Rum ve Ermenilerin mal ve mülklerine elkoydu. Türklük temelinde bir imparatorluk kurmayı hedefleyen bu örgüt, Kürt, Rum ve Ermenilere karşı da yeni bir siyaset izledi. Rumları sürgüne, Ermenileri tehcire tabi tutan bu oluşum Kürtleri de Müslüman oldukları için asimile etme yolunu seçti.
Bunun ardından devlet derin bir terör politikası izledi. Kürtlere karşı katliamların yanı sıra kültürel asimilasyon politikası uygulandı. Bu politika cumhuriyetin ilk yıllarında sistematik bir biçimde derin devletin bir emeli olarak hayata geçirildi. Kürt ve Türk halklarının ortak mücadelesi ile kurulan cumhuriyet 1924’te kuruluş felsefesinden tamamen uzaklaştı.
Sözkonusu süreçle birlikte cumhuriyetin kurucu unsurlarından olan Kürtler inkar edildi. Cumhuriyetin yeni politikası Kürtlerin inkar ve imhası üzerine inşa edildi. Kürtler de Koçgiri’de, Palu’da, Baytuşşebap, Ağrı ve Dersim’de bu inkar ve imha siytasetine karşı direniş yolunu seçti.
1925’te Şeyh Said isyanının başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından Serhat’taki Kürt aşiretler Boroyê Heskî Têlî öncülüğünde 16 Mayıs 1926’da Ağrı Dağı çevresinde yeni bir isyan başlattı. Haziran 1926’da Türk ordusu Ağrı’ya büyük bir saldırı başlattı ve isyanın liderleri İran’a geçmek zorunda kaldı.
İsyanın ardından Türkiye ile İran sağlanan anlaşma gereği Ağrı Dağı çevresi tamamen Türkiye topraklarına dahil edildi. Çaldıran’ın bir kısmı da İran’a verildi.
İsyanın etkisi bitmeden 5 Ekim 1927’de Lübnan’da kurulan Xoybun Cemyeti, İhsan Nuri Paşa’yı 1928’de Serhat’a gönderdi ve yeni bir isyan başlatıldı. Aynı yıl Ağrı Kürdistan Cumhuriyeti ilan edildi ve çevredeki aşiretlerin desteğini aldı.
Türk ordusu 14-27 Eylül 1929 tarihleri arasında Tendürek’e kapsamlı bir harekat başlattı. Türkiye hükümetinin 9 Aralık 1929’da aldığı 8692 sayılı kararla Haziran 1930’da Ağrı Dağı 10 bin kişilik bir güçle kuşatmaya alındı ve Temmuz’un başında isyan sonlandırıldı.
Bunun üzerine Erciş'te yüzbaşı olarak görev yapan Derviş Bey, müfrezesini alarak Zilan Deresi’ni ablukaya alır. Giriş ve çıkışları askerlerce tutulan Zilan Deresi bölgesinde bulunan köylerde “isyana destek verikleri” gerekçesi ile büyük bir katliam yapıldı.
Zilan Dersesinde 44 köy yakıldı. Resmi rakamlara göre 15 bin kişi öldürüldü. Ancak o tanıklara göre, aralarında kadın, çocuk ve yaşlıların da bulunduğu 45 bin suçsuz insan katledildi. Katliamın ardından Zilan Deresi’ne girişler 20 yıl boyunca yasaklandı.
Zilan Deresi’nde yaşananları 13 Temmuz 1930'da devletin yarı resmi gazetesi durumundaki Cumhuriyet Gazetesi şu şekilde verir: "Temizlik başladı. Zeylan Deresindekiler tamamen imha edildi."
Doğrusu Zilan halkının çoğunun isyandan haberi yoktu. Ancak devlet bu katliamla birkez daha Kürtlere bir mesaj vermek istemişti.
Zilan Deresi Katliamı, Türkiye Cumhuriyeti’nin 1921’de Koçgiri’de gerçekleştirilen katliamdan sonra Kürtlere yönelik ikinci büyük katliamıydı.
Temmuz 1930’da Zilan Deresi’nde yaşananları (Geliyê Zîlan) o günün canlı tanıklarının ağızından dinleyelim:
Mehmet Çakır:
“Ben Aqse köyündenim, adım Muhammed. O zaman 9-10 yaşlarındaydım. Zilan Deresi’ni iyi hatırlıyorum. İşte bu çocuklar kadardım, çocukken yaşananları unutmuyor insan. Doğum tarihim 1340. Daha çocuktum, iyi anımsamıyorum da. Baktık birden kalabalık oldu.”
Rıza Sargut:
“Koyunları otlatıyordum, baktım yaklaşık 50 süvari vardı. Geldiler, ninem ‘Bu Seyid Resul’dür’ dedi. Ninem ona, ‘Kardeş nereye gideceksiniz?’ diye sordu. ‘He ya, 5 oğlun var per 5’i de gelinlerin koynunda uyuyor’ diye yanıt verdi. ‘Biz hükümeti vuracağız, ortadan kaldıracağız’ dedi.”
Mirza Akmaz:
“Halkın içerisine girip Erçiş’i vuracağız, Diyarbakır’dan asker ve güçlerimiz geliyor.”
Tahir Nas:
“Cevher Efendi’nin ailesi devletin istihbaratçısı MİTçi oldu. Evi Van tarafındaydı. Erciş’e taşındığında bu araziye elkoydu. Erdiş halkının hepsi Acem Türklerdir. Pilûr, Pilûrvank, Kasımbağ û Werane… Erdişli Türkler Resi’in ailesine bağlıydılar. Biz Soriyiz diyorlardı, Sori aşiretindeniz diyorlardı. Fakat onlar Acem’di.”
Mehmet Çakır:
“Savaş ve çatışmalar başlamıştı. Sonra hepsinin isimlerini yazıp devlete verdiler. Cevher Efendinin evi ilk başta kaçaklara ekmek ve aş verdi, onları besledi.”
Tahir Nas:
“Erciş’li Türkler MİTçi oldu ve askerlere öncülük etti. Askerler piyade değil, süvariydi. At ve katıl süvarileriydi. Bizim evimiz de Erciş’in Pelexlu köyündeydi. Bu Acemler çeteler her seferinde Erciş’teki karakollara saldırırlardı. Erciş’e, Muradiye’ye saldıryorlardı. Huduttaki karakolları vurup sonra Kürtler falan yerde filan köyde saldırdı derlerdi.”
“GENÇLERİMİZ, KADIN VE ÇOCUKLARIMIZ VADİLERDEN KAÇIP GİTSİN KURTULSUNLAR”
Mirza Akmaz:
“Nuri’ye haber verdiler, köyden hiç kimse bir yere kımıldamasın dediler. Biz gelip köylülere öğütler vereceğiz bakalım ne yapmışlar, ne yapmamışlar dediler. Nuri de köylülere, ‘Ey ahali, kimse biryere gitmesin, komutan gelecek, hepimizi toplayıp öğüt verecek’ dedi.
Yaşlılar ve büyükler, ‘Nuri bunu bize yapma, devlet bizi sağ bırakmaz. Gençlerimiz, kadın ve çocuklarımız vadilerden kaçıp gitsin kurtulsunlar... biz yaşlılar ise çok önemli değiliz’ dediler. Nuri karşı çıktı, ‘Vallahi kim yerinden kımıldarsa ihbar ederim, evini yaktırır, kadın ve çocuklarını öldürtürüm’ dedi. Korkudan kimse bir yere gidemedi.”
Tahir Nas:
“Bir gece ansızın askerler Zilan Vadisi’ne gelip çadır kurdular. Suvarköy’de, Şexan köyünde ve ırmağın kıyısındaydılar. Köylüler askerlerin Zilan Dersi’nde çadır kurduğunu duyunca yaşlılar, ileri gelenler ve iyi insanlar köylerden kaçtı.
Qazohan, Miğare, Sortilî ve Kele köyünde yaşayanlar kaçtı, vadide tek bir kadın ve çocuk kalmamıştı. Dağ ve derelerde saklanmışlardı.”
Abdulbaki Çelebi:
“Zarzor hatırlıyorum. Gri bir atımız vardı. Babam annemi ata bindirdi, önden gitti, biz de ardından köyü terkettik. 400-500 baş koyunumuz vardı, hiçbirini getirmedik. 20 baş büyük hayvanımız vardı, evimiz, barkımız, çadırımız öyle kurulu kaldı.
Herşeyi bırakıp gece kaçtılar. Babam, amcam, amcamın eşi, çocukları, Mele Ahmed, Mustafa, hepimiz brilikte kaçıp Bunizi’ye dedemlere geldik, şimdi o köyü Kırgızlara vermişler. Oraya gedik, bir iki gün kaldık. Birkaç gün sonra askerler köyü bastı, bütün erkekleri toplayıp götürdü.”
“ADAMLARI İKİŞER İKİŞER BİRBİRİNE BAĞLAYARAK KAMP YERİNE GETİRİYORLARDI”
Tahir Nas:
"Perexulî kaldı, Bonizlî kaldı. Bunizili Mele Muhammed’in köyüydü. Mele Muhammed de devlet ajanıydı, MİTçiydi. Mele Muhammed sabah kalkıp Erciş’e gitmeden önce köylülere şunu demiş; ‘Kimse bir yere gitmesin. Derviş Beyin askerleri geldiğinde bir iki dana ve koyun kesin, et ve bulgur yapın askerler yesin. Fakat Derviş Bey askerleri ile birlikte geldiğinde bekçi ve muhtarın dışında kimse yanlarına gitmesin. Köyde kimse kalmayınca saklanın.’
Elbette herkes saklandı. Derviş Beyin askerlerine hazırlık yapıldı, yemek hazırlandı. Derviş Bey ve askerleri yemek yedikten sonra muhtar ve 18 kişi saklandıkları yerden çıkıp askerlerin yanına gitti. Askerler yemekten sonra bu 18 adamı Mele Muhammed ile birlikte çadır kampa götürdü. Hepsini bağlamışlardı. Allah’ım sen haksın, ben bunları gözümle gördüm.
Adamları ikişer ikişer birbirine bağlayarak kamp yerine getiriyorlardı. Köy muhtarlarını da tutuklayıp getirmişlerdi. Burhan köyünün muhtarı Muhammed’di, Siri aşiretinden olduğunu söylüyordu. Ona Mihemedê Salihê Xalê diyorlardı. Derviş Bey onu ve birçok muhtarı daha köylere gönderdi. Onlarda köylülerine, ‘Kimse kaçmasın, evinden çıkmasın. Hepimiz Derviş Beyin yanına geleceksiniz’ dediler.”
Abdurrahman Gürbüz:
“Korkudan kaçıp ekinlerin arasına saklandık. Saklandığımız yerden çıkmadık. Askerler kendileri ile iki köylüyü getirtmişti. Gelen köylüler ‘af çıkmış, saklandığınız yerlerden çıkın’ diye çağrı yaptı. Millet de ekinlerin arasından çıkıp gitti. Komutan kimse kalmış mı diye sordu, bazı kişilerin kaldığı söylendi. Çağırdılar herkes çıkıp geldi. Bizim dışımızda kimse kalmadı. Tutuklanan köylülerden biri kaçarak saklandı, diğerlerini bağladılar. İkişer ellerini bağladılar ve Erciş’e doğru götürdüler.”
Abdulbaki Çelebi:
“Biz kadın, çoluk ve çocuk köyden kaçtık. Yukarıda bir dere vardı, yaklaşık 3-4 kilometre uzunluğundaydı. İçi geniş ama yukarı doğru dardı, derindi. Üstü de düzlüktü ve kaçmaya müsaitti. Millet gidip o vadide saklandı. Yani uçaklar da vadinin üzerinde gezse görmez, kim gelse görmez. Köylülerin çoğu, kadın, çoluk çocuk hepimiz orada saklandık.”
“MERMİLERİN BAZILARI BATAKLIĞA, BAZILARI DA İNSANLARA İSABET EDİYORDU”
Tahir Nas:
“Bir de baktık, öğlen vakti, öğle yemeği yiyorduk, askerler köyün etrafını sardı. Biz Perehule köyündeydik. Bazı erkekler kaçtı, çoğu kaçtı, birkaç yaşlı adam kaldı. İki genç de kaldı, diğerleri kaçıp saklandı. Askerler tüm köylüleri köyün aşağısındaki düzlükte topladı. Etraflarını sarıp birer birer, ikişer ikişer evlerden çıkardı. Hatta beşikteki bebeği de getirdiler, küçük bir kardeşim vardı, onu da getirdiler. Henüz 3-4 aylıktı, annem onu beşikte bırakmıştı. Kimseyi bırakmadılar. ‘Derviş Bey kimse evde kalmasın, herkese beraat kağıdı verilecek demiş’ dediler.
Bizi toplayıp Bunizi köyüne getirdiler. Büyük bir köydü. Şimdi Afganlılar o köyde. 100’den fazla ev vardı. Tutuklananlardan 18’i Bunizli köyündendi. Askerler bizi Bunizi köyünden Birhan köyüne götürdü. Kadın, yaşlı, çocuk, çok kişi vardı. Bir iki genç vardı, diğerleri yaşlıydı. Birhan köyüne geldiğimizde nehrin karşısında askerler bize kurşun sıkmaya başladı.
Nehir kenarı bataklıktı, bazı mermiler o bataklığa isabet ediyordu, bazıları da insanlara isabet ediyordu. Bazıları yaralandı, bazıları bağırıyor, bazıları inliyordu. Askerlerden biri bir ağaca beyaz bir bayrak asmış gidiyordu. Şöyle bir dönüp baktım, ninem oradaydı, eteğinden tuttum, hem ağlıyor hem de onunla gidiyordum. Ninem bir erkek gibiydi. Allah’ın takdiri, asker gitti, silahlar sustu.
Biz Birhan köyüne geldik. Eskiden büyük evlerde şömine vardı. Şöminenin bacasından bir kız ve erkek çıktı. Fakat evin damında iki kişi düşmüştü. ‘Bizi ateşe verip yakmışlar. Allah kabul etmesin, içeridekileri yakmışlar’ dediler. Bizi kurtarın dediler, sonra gelip bize katıldılar.”
“ÖLEN İNSANLARIN YAĞLARI SU GİBİ AKIYOR CAYIR CAYIR YANIYORDU”
Abdulbaki Çelebi:
“Birhan köyünü ateşe vermişlerdi. Fakat ben görmedim, o zaman çocuktum. Köyümüzden Hacı Hamit de o halde kaçmış, ekinlerin arasından gizlenerek gelmiş, Birhan köyüne ulaşmıştı. ‘Tüm köy halkını evlere kapatıp sonra ateşe verdiler, insanları canlı canlı yaktılar’ diyordu.
Hacı Hamit yeminle şunu söylüyordu; ‘Kapının eşiğinden Mehmedê Salihê Xelê’nin evine baktım, içerde 4-5 ceset vardı. Biri Feqi Muhammed’in oğlu Kaso’ydu. Baran isimli bir kadındı. Diğer evlerde de öyle, aralarından 9-10 kişiyi tanıdım. Cesetlerin bazıları o kadar yanmıştı ki yanık et kokusu etrafı sarmıştı. Yanan insanların yağı su gibi akıyordu. Öyle bir yanıyorlardı ki, cayır cayır, Birhan köyünde.”
Tahir Nas:
“Bizi Derviş Beyin yanına götürdüler. Yazsıcağı öğle namazı vaktiydi. Temmuzdu. Fakat ayın kaçıydı bilmiyorum. Askerler bizi kafir Derviş Beyin yanına götürdü. Erciş’in tüm MİTçileri, hepsi şu an ölmüş, yanında oturuyorlardı, ayak ayak üstüne atmışlardı. Daha önce tutukladıkları 18 erkekle birlikte diğer köylerden de çok sayıda kişiyi getirmişleri, hepsini bağlamışlardı.
Bizimle bereber getirilen erkekleri de bağladılar, esirler o tarafta otursun dediler. Getirdikleri köylüleri grup grup oturttular. Çevre köylerdekilerin hepsi oradaydı.”
Ali Taştan:
“Derviş Bey yanıma gelip sordu; ‘Elinde ne var?’ Ekmek olduğunu söyledim. Elimdeki eşerpı açıp içindeki ekmeği yere döktü. Sol kolumdan tutup dizime bir tekme vurdu. Yeri hala belli, kan akmaya başladı. Yanında duran iki asker de silahlarının namlusunu bana çevirmiş vaziyette duruyordu. Sivillerden bir Derviş Beye, ‘Neden vurdun, o daha çocuk’ diye sordu.”
Tahir Nas:
“Sivil olan kolumdan tutup beni askerlerin olduğu yerden uzaklaştırdı ve bana, ‘Evine git’ dedi. Fakat daha ne dediğini anlamıyordum, küfür mü ediyordu bilmiyorum. Konuştu durdu, Ercişli çetelerle fısıldıyordu. Daha sonra Derviş Bey dönüp askerlerine talimat verdi. Grup grup oturmauşlardı, eliyle bir grubu işaret etti. Elinde kırmızı bir bayrak tutan asker bir grupla başka yere gönderildi. Derviş Bey hangi grubu gösteril el işareti yaparsa o grup kaçmaya başlıyor, askerler kovalıyordu. Sonra bize dönüp, ‘Korkmayın, köylerine geri gönderiyoruz’ diyordu. Belki de gönderiyordu, feryat ve figan sesleri arasında...”
“ANNE, BİZE ÇOK HELVA BIRAKIN Kİ SİZ GİDİNCE ACIKMAYALIM!”
Abdulbaki Çelebi:
“Adile adında bir kadın vardı. Şimdi bir kız kardeşim onun gelinidir. Adile, “Biz vadiye geldik. Şor Vadisi. Kaçıp İran’a gideceğiz diyorduk. Akşamdan ekmek pişirdik, helva yaptık. Sonra baktık ki büyükler kendi aralarında gidip gelip fısıldaşıyor. Küçük çocukları geride bırakacağız, kadınları alıp götüreceğiz diyorlardı. Çocukları götüremeyiz diyorlardı.
Muhbet adında bir kızı vardı, Allah rahmet eylesin. Hepsi ölmüş. Muhbet akşam annesine, ‘Anne, bize çok helva bırak ki siz gidince acıkmayalım. Siz akşam bizi bırakıp kaçacaksınız’ dediş.
Muhbet’in babası Beko’ydu. Ona Bekir ağa diyorlardı. Bekir ağa yerinden doğrulup şunu söylemiş; ‘Vallahi çocuklarımı geride bırakmam, bırakırsam şuradan adımımı atmam.”
“GÜN AĞARIYORDU AMA GÖK AĞLIYOR GİBİYDİ”
Tahir Nas:
“İnsanlar oturmuş ağlıyorlardı. Sıra bizim köye geldi. Askerler bizden önce Mulk köyü halkını toplayıp götürdü. Daha sonra bizi de götürdüler. Bizi Mulk’nun aşağısına götürdüler, diğerleri kaldı. Muhtar Kasım da Mele Muhammed’in kardeşiydi. Ne dediklerini bilmiyorum, ifade aldılar. Muhtar Kasım ile birkaç köylüyü birbirlerine bağlamışlardı. Derviş Bey tabancasını çıkarıp tak tak, muhtarı oracıkta öldürdü. Bizi köyden getiren muhatrdı, bize ‘kaçmayın Derviş Bey size beraat kağıdı verecek’ diyen kişi.
Bizi de aldılar, Mulk köyü halkı ile birlikte götürdüler. Askerler; ‘Korkmayın, havaya birkaç el ateş edeceğiz’ dediler. Bizi Mulk köyündeki mezarlığa götürüp bıraktılar. Her iki yanımızda su akıyordu. Doğu’dan ve kıble tarafından su akıyordu. Fakat önümüzde bir düzlük vardı. Bizden, mezarlığın yanındaki boş alanda oturmamızı istediler. Askerler etrafımızı sarmıştı.
Askerler çevirmelere şunu diyordu, ‘üzerinizden birkaç mermi patlatacağız ama siz korkmayın, kaçmayın.’ Ama yazdı, mermi sesleri havaya karışmıştı. Öldürüyorlar mı, öldürmüyorlar mı bilmiyorduk. Mulk köyünden iki yaşlı kadını da yanımıza getirdiler. O kadınlar, ‘Bizim köyde kimseyi sağ bırakmadılar, birkaç kişi kaldık bizi de buraya getirdiler’ diyorlardı. Onlar ırmağın bir yanında biz diğer yanındaydık. Aramızda ırmak vardı. Muhtar Dilvan, komutanın ‘kaçmayın, başınızın üzerinden birkaç kurşun sıkacağız, sonra hepinize beraat kağıdı verip köyünüze göndereceğiz’ dediğini söyledi.
Askerler ırmağın diğer tarafından kurşun yağdırmaya başladı. Öğlendi, halktan bazıları namaz kılıyordu, bazıları oturuyordu. Gök kızıla boyandı. Rabbi, gök kan çanağına dönmüştü. Sanki gün ağarıyordu ama gök ağlıyor gibiydi.”
Cemil Tumlaç
“Ben mezradaydım. Uçaklar gelip üzerimize bomba yağdırdı. Annem ve babam kaçtıklarında ben çocuktum, onlara yetişemedim. Annem ve babam uçaklara hedef olmamak için yamaçlara saklanıyordular. Bir patikadan kaçıyorlardı, ben de arkalarından kaçıyordum. Uçak bomba attığında gökten dumanlar yükseldi. Biri beni kucağına aldı ve ‘Aman evim yıkıldı’ dedi. Baktım annemin amcasıydı, beni o kurtardı. Annemin adı Xezal’dı, ‘Xezal, Cemil’i getirdim Xezal’ diye bağırıyordu.”
Tahir Nas:
“Bağırıp çağırışmalar, Allah’ım sen haksın. Ninem beni kanatlarının altına aldı. Öyle ateş ettiler, ettiler, birkaç dakika sonra kimseden ses çıkmadı.
Askerler çeviri yapan muhtarı tutmuşlardı. Allah’ın sen haksın. Muhtar o kadar bağırıyordu ki gökyüzü titriyordu. Annem, ninem ve halam düşmüşlerdi, ben de onların altında kalmıştım. Her taraf kan içindeydi. Şöyle bir baktım, mermi ayağıma değmişti, dizden aşağısını kırmıştı. Bazen gözümü açıp etrafa bakıyordum.
Askerler o muhtarı üç defa yere attı. Avazı çıktığı kadar bağırıyordu. O ses hala kulağımda çınlıyor. Askerler muhtarın kafasına büyük bir taşla vurdu, yılan ezer gibi kafasını ezdiler.”
Abdulbaki Çelebi:
“Rabia adlı kadın Bunizli köyünden, Tahir de Erciş’in etrafındaki Eskari köyündendi. Rabia şöyle anlatıyordu: ‘Tahir yaralanmıştı, mermi yemişti. Akşam gelip Suvarköy vadisinden kaçmayı denedik. Baktık bir adam eşi ve çocukları ile birlikte birkaç baş hayvanı da önüne katıp gizlice gidiyor. Onlara yetiştik ve peşlerinden gittik. Bebeğim ağlıyordu. Adam dönüp bana, ‘çocuğunuz ağlıyor, bizimle gelmeyim, askerler bizi duyacak’ dedi. Tahir yaralıydı, yürüyemiyordu. Onları bırakırsak biz de kurtulamazdık. Bebeğimi sıkıca göğsüme bastırdım, bir süre sonra baktım ki nefessizlikten boğulup ölmüş. Onu bir ağacın altına öylece bırakıp devam ettik.”
“KÖYÜN ACIKAN KÖPEKLERİ CENAZELERİN İÇİNE DALDI”
Tahir Nas:
“Kafirin oğlu kafir, kafir askerler. Ölülerin arasına daldılar. Kadınları çevirip altın ve takılarını çıkarıyorlardı. Kadınlar takıları ile getirilmişti. Kendi gözümle gördüm, Allah’ım sen şahitsin. Ölen genç bir kadın sırt üstü düşmüştü. Asker kadının elini kaldırdı, yüzüğünü çıkarmak istedi. Çok uğraştı, çıkaramayıca kadının parmağını kırıp yüzüğü çıkardı. Baş ucumdaydı, gördüm.
Askerler ninem ve annemi de sırt üstü çevirdi. Her ikisi de ölmüştü. Allah’ım sen şahitsin. Annem Mikaili aşiretinden Ali beydi Muhammed Abdi ağanın oğlu. Annemin tütün kutusu işlenmiş gümüştendi. Asker o kutuyu annemin kuşağından çıkardı. Boynundaki takıları, yüzüğünü. Bir de koynunda sardığı 40 günlük bir çocuk vardı. Adı Hüseyin’di. Annemi çevirdiklerinde o ağlamaya başladı. Bebeğe bir süngü ile vurup oraya attılar. Sadece o değil, yaklaşık 100 çocuk, kız, kadın sağ kalıp kıvrananlara postalları ile bir tekme vuruyolar, cenazeleri çevirip bakıyorlardı.
Ben ölü taklidi yaptım. Gözümü açıp etrafa bakıyor ve kapatıyordum. Askerler çekip gitti, biz orada kaldık. Bir halam hala yaşıyordu. Dönüp bana, “biraz su verebilir misin” diye sordu. “Ne suyu hala, temiz su yok ki sana vereyim, su kan gölüne dönmüş” dedim. Ayağımdan yaralı olduğumu söyledim. Sürünerek gidip annemin ayakkabısı ile dereden su içtim. Su kanlıydı. Ayakkabıya doldurduğum suyu yine sürünerek halama getirdim ama baktım ki o da ölmüş. Allah’ın emri ile akşama kadar orada kaldım, üzerimdeki kan kurudu. Haşa köpekler cenazelerin başına üşüştü, kuşlar konmaya başladı. Sen görmemişsin, eskiden akbabalar ne kadar da çok vardı. Kan akıyordu, kartallar, akbabalar toplandı. O gece öyle kaldılar, köyün köpekleri acıkmıştı, onlar cenazelerin içine daldı.
Sürünerek ayağımı peşimden sürükleyerek ilerledim. Yukarıdan aşağı doğru indim, cenazelerin içerisinden çıktım. İleride bir kadın düşmüştü, elini başının altına koymuştu. Memelerinin altından bir bebek çıktı, annesinin memesini emiyordu. Beni gördüğünde çok mutlu oldu, gülmeye başladı, yine eğilip annesinin memelerini sömürmeye başladı. Allah’ım sen şahitsin. Gidip yakından baktım, kadın ölmüştü, çocuk da oradaydı. O çocuğu oradan aldılar mı almadılar mı Allah bilir.”
Abdulbaki Çelebi:
“O cenazeler, o cesetler orada kaldı. Sahipsiz kaldı, kimse gidip alamıyordu. O gece kim ne kaldırabildiyse kaldırdı, diğerleri güneşin altında kaldı.”
Abdurrahman Gürbüz:
“27 akrabamız, babamın obasından akrabalarımızı alıp getirip bağladılar ve öldürdüler.”
“CENAZELERİN ALTINA SAKLANARAK ÖLÜMDEN KURTULDULAR”
Mehmet Çakır:
“Erciş’te öldürüldüklerini duyduk. Bizim köyün aşağısında yüzlerce cenaze bulundu. Millet koyun gibi üst üste yığılmıştı. Kimin kimseden haberi yuktu. Yan köyden bazılarının kafasını kesmişlerdi. Öldürmüşlerdi haberimiz yoktu. Kimseler aramıyordu, kimse gidip gelmiyordu, herkes evinde, yerindeydi. Gidiş geliş yoktu.”
Abdulbaki Çelebi:
“O zaman bizim köyümüzden bazıları, Emin mesela, Mustafa, başka bir Mustafa daha, Tahir, Sofi Ali ve başka bir Tahir daha, cenazelerin altına saklanarak ölümden kurtulmuşlardı, mermi bedenlerine değmemişti. Tahirê Biro yaralıydı.”
Osman İleri:
“Askerler süngülerle karınlarına vurdu. Ben kendi gözlerimle gördüm. Cebeli’de birinin karnını deşmiş, çocuğunu çıkarıp göğsüne tutuşturmuşlardı.
Askerler birbirleri ile iddiaya giriyorlardı. Biri o hamile kadının karnındaki çoçuk kız, diğeri erkektir diyordu. Çocuğu kadının karnından çıkarıp erkek mi kız mı diye baktılar. Kanımız, gözyaşlarımız, çoluk-çocuğumuz üzerine bize böyle hakaret ediyorlardı.”
Rıza Sargut:
“Bizi toplayıp İncest’e getirdiler, Mirza’nın dedesinin evinin önünde duvar dibine dizdiler. Mirza, Yeko amcanın kardeşiydi. Bizi duvarın dibine dizdiler, tamam dediler. Ağır makinalı tüfeklerle biri orada biri burada, silahları bize dorulttular hepimizi öldüreceklerdi. Bir de baktık bir süvari geldi, elinde bir kağıt vardı, komutana verdi. Komutan, ‘Size af çıkmış’ dedi. Bunu söyleyince kuzu koyuna kavuşur gibi biz de sevindik. Bizi saldılar, herbirimiz bri yere kaçtık. Allah’a çok şükür deyip kaçtık.”
Osman İleri:
“Kalkıp gittik. Yola düştük gidip ekinlerin arasında yaralı düşenler, kaçıp gizlenenler de çıkıp bize katıldı.”
Abdulbaki Çelebi:
“Mulk köyü, esirlerin toplatılıp öldürüldüğü köylerden biriydi. Yani öldürülen esirlerin kemiklerinin kalınlığı şu duvar kadar yüksekti. O alan yaklaşık 10 dönümlük bir araziydi. Ha bir insan ha bir tavuk öldürülmüştü. Tavuğun sahibi yien neden öldürdün diye hesap sorar ama insanlar neden öldürüldü diye soracak bir kimse yoktu. İşte böyle bir zulümdü.”
Cemil Tumlaç:
“İslam adına hiçbir şey yoktu. Öyle saldırıp katlediyorlardı. Zilan Deresi insanları kimseye bir zarar vermemişti.”
Mehmet Çakır:
“Soru sorgu yoktu. Kime rast gelirlerse öldürüyorlardı. Bu çocuktur, şu ittir, bu büyük, şu küçük ayrım yoktu.”
Vahyettin Elçi:
“Kadın ve çocukları kandırıp size yiyecek vereceğiz dediler. Birkaç kişi Erciş’e saldırmış, devlete karşı gelmişti. Herkes evindeydi, ne kimsenin olaylardan haberi vardı, ne de ilgileniyordu. Tüm kadın, çoluk ve çocukları toplayıp öldürdüler.”
Salih Polatcanlı:
“Vallah biz hepimiz, annem ve babam hepimiz derelerde saklanarak kurtulduk. Kalanların da hepsini de, binlerce insan öldürdüler.”
Abdulbaki Çelebi:
“Haşa köpekler o kadar alışmıştı ki, o kadar ceset yemişlerdi ki, kimse oradan geçmeye cesaret edemiyordu.”
Abdurrahman Gürbüz:
“Köpeklerin insan cesetlerini yemesinden dolayı her tarafı koku kaplamıştı. Köpekler cesetleri yedi.”
Abdulbaki Çelebi:
“Köpekler o kadar insan eti yemeye alışmıştı ki, o bölgeden kim geçerse parçalayarak yiyorlardı. Aynen herşey bu şekilde gerçekleşti.”
“DEVLET BÜTÜN MALIMIZA VE KOYUNLARIMIZA EL KOYDU”
Osman İleri:
“Devlet bütün malımıza ve koyunlarımıza el koydu. Herşeyi gümrük malı yaptılar. Bir koyun ya da keçimiz bile kalmadı. Fakirleştik, boynu bükük kaldık ve hakarete uğradık.”
Abdulbaki Çelebi:
“Vallah insanların kafaları fazla ot yemekten şişmişti. Yemek yoktu nerden getireceklerdi. Bu acıları yaşadık. Valla o kadar çok çektik ki hepsini hatırlamıyoruz. Yaşadığımız acıları ancak Allah bilir.”
Osman İleri:
“Bize zulmettiler. Keyfi bir uygulamaydı. Bir suçumuz yoktu, asker öldürmedik, karakola saldırmadık, bir komutan öldürmedik, üstüne bir de gidip devlete 4 Yunan savaşı ve kıtlık zamanlarında 4 yıl askerlik yaptık. Vatanı koruduk. Ama onlarda bütün bunlara rağmen bize böyle bir zulüm yaptılar.”
Hafize İpek:
“Bütün köylerimizi yıkıp yaktılar. Biz de Erciş’e kaçtık. Hiçbir aile kalmadı. Artık yoksulluk, muhtaçlık ve yokluk başlamıştı babam. Biz bunları gördük. Yerde yatıyorduk, barınağımız yoktu. Kurban olduğum, Allah’ımız vardı ama sığınacak bir şeyimiz yoktu.”
Tahir Nas:
“Zilan Deresi’nde yaşananları gözümle gördüm. Bizatihi yaşadım. Hepsini hatırlıyorum. Hiçbiri yalan değil. Size hepsini söyledim.”
Hafize İpek:
“İnşallah Zilan Deresi’nde yaşanan zulüm kimsenin başına gelmez. Allah’ına şimdi niye soruyorsunuz.”
Abdulbaki Çelebi:
“Maçars Köyü’nde Xeloyiler vardı. Hepsini toplayarak aşağı memlekete sürgün etmişlerdi. Bazen sürgünden kaçarak geri geliyorlardı. Devlet de geri gelenleri bir daha yakalayarak geri götürüyordu. Temir ağa diye birisi vardı. Her gün kaçarak gelirdi. Devlet de her seferinde yakalayarak geri götürürdü.”
Mirza Akmaz:
“Keşke ölülerimizi gömebilseydik. Topraktan meydana gelmiştik ama toprağın altına giremedik. Ayı, kurt ve köpeklere yem olduk. Keşke toprağın altına girebilseydik. Allah bizi topraktan yaratmıştı ama bizi ondan da kopardılar. Onu da bize yasakladılar. Kimsenin aklına gelmeyenleri bize yaşattılar. Vallahi olmayacakları bize yaşattılar.”
Abdurrahman Gürbüz:
“Bu adalet midir? Bu adalet midir? Böyle bir şey olur mu? Böyle olur mu?”
Temmuz 1930’da Zilan Deresi’nde gerçekleştirilen katliam, Türkiye Cumhuriyeti belgelerinde “Zilan Hadisesi” şeklinde geçer ki bu hadisede 44 köy askerler tarafından yakılmıştır.
Devletin resmi belgelerine göre 15 bin insan öldürüldü, yüzlerce ev ve köy yakılıp yıkıldı.
Zilan Deresinde Pertax, Newala Kuştiya, Hesenevdal, Adaxeybê, Mulk, Newala Fedê, Newala Bebo û Çaqirbeg katliamın merkezi oldu.
5 Mayıs 1932’de çıkarılan İskan Kanunu ile 20 yıl boyunca Zilan’a girişler yasaklandı, katliamdan kurtulanlar da sürgün edildi.
Sürgün edilenlerin bazıları hapishanelerde hayatını kaybetti, bazıları da devlet tarafından öldürüldü.
Yasakla birlikte Zilan Deresi devletin harası haline geldi. 1980’lerde Kenan Evren’in kararıyla bölgedeki köylere Kırgızlar yerleştirildi.
Osmanlı dönemine ait tapuları olduğu halde Zilan halkı hala arazilerine sahip çıkamıyor, köylerine geri dönemiyor.
Yorumlar
Misafir olarak yorum yazın ya da daha etkili bir deneyim için oturum açın
Yorum yazın