Enfal Soykırımı tanıkları anlatıyor: Suçumuz neydi?

Birinci Bölüm:

Irak’ta devrik diktatör Saddam Hüseyin liderliğindeki Baas rejiminin Güney Kürdistan halkına karşı başlattığı ve adına “Enfal” dediği soykırım hareketinin ilk aşaması 23 Şubat 1988’de başladı.

Sistematik bir şekilde 8 aşamada tüm Güney Kürdistan’da uygulanan soykırımda, kadın, çocuk, yaşlı, erkek 182 bin Kürt katledildi.

Binlerce kişi Irak’ın güneyindeki çöllerde canlı canlı toprağa gömüldü, kadın ve çocuklar açlık ve susuzluktan yaşamını yitirdi.

Yine Enfal’de 4500 köy ve 30 ilçe yerlebir edildi, 1800 okul, 300 hastane, 3000 cami ve 27 kilise yıkıldı.

Kürdistan tarhinin en karanlık süreçlerinden biri olan Enfal soykırımına birebir tanık olanlar, yaşadıklarını Rûdaw’a anlattı:

“3 gün boyunca bizi dövüp işkence ettiler”

Sadiye Hurşid Mecid:

Birgün sabahın erken saatlerinde gökyüzünde kıyamet koptu, top atışları başladı. O gün hepimiz Aziz Kadir köyüne kaçtık. Bir taraftan top sesleri geliyor, diğer yandan cahşlar (hain) üzerimize yürüyordu, yoğun bir çatışma yaşandı. Oradan Aliya Nur’a kaçtık oradan da Hawara Raqa ve Hawara Qula köylerine kaçtık. Ortalık tamamen karşı kıyamet kopmuştu. Helikopterler havadan ateş açıyordu. Saldırılar Mila Surah köyüne ulaşana kadar devam etti. Daha sonra hepimizi kamyonette bindirdiler ve bizi Firqa’da indirdiler. Meydanın karşısındaki Firqa’da. Küçük büyük herkesi o meydanda topladılar, gelene kadar yolda ölenler arabaların altında kalıp linç olanlar, hava saldırısıyla ölenler oldu. Daha sonra hepimizi tekrar bindirip Topzawa’ya götürdüler.

Topzawa’da erkekleri bizden ayırmasınlar diye kendilerine yalvardık. Orada Kürtçe tercüme yapan çocuk, “bize böyle yapmayın, isimlerinizi yazıyorlar böyle yapmayın” dedi. Daha sonra bizi yağmur altında herkesin gözü önünde meydana yığdıkları erkeklerin üstünü çıkardılar, ayakta duramayanlar hasta olanlar da vardı, kıyamet günü gibiydi. O dönemlerde erkekler zavallı ve kendi halinde insanlardı, şimdiki gibi değildi.

“Kelepçeler yetmedi, kemerlerle bağladılar”

Sürekli kelepçe getirip duruyorlardı, kelepçeler yetmedi. Bizler de öylece seyrediyorduk. Kelepçeler yetmeyince bu kez kemerleri birkaç parçaya ayırıp erkekleri onlarla bağladılar. Sonra gece oldu hepimizi bir salona götürdüler, çığlıklar salonu inletiyordu. Bebekleriyle olan kadınlar, can çekişenler ve korkudan ödleri kopuyordu. Topzawa’da bize bunları yaşattılar. 3 gün boyunca bizi dövüp işkence ettiler ondan sonra bizi Dibis’e götürdüler.

Birilerinin elinde baston diğerinin sopa kadın erken ayırt etmeden herkesi dövüyorlardı. Kapıdan çıkanlara vuruyorlardı, orada da kıyamet koptu. Oradan Topzawa’ya götürdüler ve hapis ettiler. Erkekleri bir tarafa bizi bir tarafa attılar. Zavallı erkeklere orada neler yaptılar acaba!

Genç kadınlar ve kızları da başka bir yerde topladılar, o zamanlar ben de gençtim. Yaşlıları da ayırdılar kimseyi affetmiyor önlerine geleni dövüyorlardı. 6 ay boyunca biz çile çekmeye devam ettik. Ne yiyecek ne de içecek vardı, birkaç günde bir bize kuru ekmek getiriyorlardı çok zor durumdaydık. Her akşam bir çocuk ölüyordu, her gece birkaç yaşlı kadın yaşamını yitiriyordu. Dişleri olmamasından dolayı sert ve kuru ekmekleri çiğneyemiyorlardı.

Erkekleri ayırdılar, eşim kayınbiraderi Mehbub'a 25 Irak dinarı verdi (Dönemin Irak dinar) çocukların için bir şeyler alırsın dedi. Onu gördüğümüz son an buydu. Bize 'isimlerini yazıp geri getireceğimizi' söylediler. Ama bir daha da göremedik. Onların suçu neydi size ne yapmışlardı; hiçbir şey.

“Eşimle bir büyük oğlumu kaybettim”

Enfal’in acısı o kadar ağır ki nereden anlatmaya başlayayım bilemiyorum. Çok rezalet çektik çok zor bir durumdaydık, bir burada ölüyor diğer ileride can çekişiyordu. Ölenleri alıyorlardı,  mezara mı götürüyorlar gömüyorlar mı bilemiyorduk. Haci Hamid adında bir amcam vardı, erkekler dedikodu yapıyor diye aralarına karışmıyor ve onların ortamlarına katılmıyordu. Nugre Selman’da siyah bir köpeğin saldırısına uğradı ve orada öldü. Rüyalarımda gördüğümde her zaman bakımlı, tertemiz ve üzerinde ulusal Kürt kıyafetleri vardı.

Büyük bir rezalet çektik, nasıl üzülmem, amca çocuklarımız, akrabalarımız, arkadaşlarımız ve komşularımızı kaybettik. Hacı İbrahim ve Bafraw'ın oğlu Aziz Kadir köyünde top atışı sonucu öldü üç kişi cenazesini gömdü, Ağabeyi Hasan, Hama Şıvan ile Emin adında bir kuzeni vardı onlar gömdüler. Zavallı öğretmendi. Dediğim gibi 3 kişi tarafından defnedildi, herkes korkuyor ve kimse cenazeyi defin işleminde yardımcı olamıyordu. Eşimle bir büyük oğlumu Dıbıs’ta kaybettim, bizi de Allah kurtardı da şans eseri oradan çıktık. Yemin ederim 3 ay boyunca Dıbıs’ta ayaklarım tutmuyordu. Bende mermiyle vuruldum ve yaralandım ve kanamam vardı o zamanlar hamileydim ve ölü bir kız doğurdum. Vurulduğumda ayaklarımdan aşağıya doğru oluk oluk kan akıyordu. Kansızlıktan öldü diyorlar.

Eşimin yeğeni Latif’in oğlu annesine aç olduğunu söylüyor ve yemek istiyordu Yadgar adındaki annesi de bir şekilde buluyor ve yediriyordu. O da acılar içinde kıvranarak öldü, kaç kişi daha böyle öldü. Sonra hepimizi toplayıp araçlara bindirerek sınırda bir yerde bıraktılar. Günlerdir yemek yemediğimiz için yemek gördüğümüzde çığlık attık. Geldiğimizde de kendi aşiretini ve yakınlarını tanıyan bir birlerini buluyordu. Kimin im olduğunu bilmiyorduk. Daha sonra bizi Derbend kara bir deliğe götüreceklerini söylediler. Daha Süleymaniye’yi görmediğimiz için nerede olduğunu bilmiyorduk, gece karanlık olduğu için neresi olduğunu seçemiyorduk.

“Bize, ‘okaliptus ağacı gibisiniz dibinden de kesilesiniz yine baş verirsiniz’ diyorlardı

Gerçekten bir kara delik olduğu için korkmuştuk, daha önce Dibis'te bize bir deliğe sokacakları söylendi. Sirwan nehrini görünce, çığlık atmaya başladık. Hurşid amcanın oğlu olarak bilinen bir çocuk vardı. Hama Gawhar'ın damadıydı. Bize haykırmamamızı söyledi, kara delik dediğiniz de Darbandihan tüneli. Bizi Şarezur’den getirdiler. ”Hiçbir yeri bilmiyorduk çünkü o zamanlar kadınlar seyahat etmiyor ve şehirlere gitmiyordu. Çok ağladık ve çığlıklar attık. Bizi geri getirdiler.

Daha sonra bizi oradan indirdiler ve insanlar tanıdıklarını aramaya başladılar ve evlerine eşlik ettiler. Hiçbir şey yargılamadık ve her birinin bazı çocukları vardı. Enfal'dan önce çalışıyorduk ve erkekler ekin yapıyor oraklarla hasat topluyor, tabi o dönemde biçerdöver araçları yoktu. Bizler de hayvancılıktan tutun tarımcılığa kadar birçok iyi yapıyorduk. Peşmerge’lerde her gün iki kez kırsallara geliyor, geldiklerinde de en az 100 kişi geliyorlardı her geldiklerinde de iki öğün yemek yiyorlardı. Bize hep şunu söylüyorlardı; okaliptus ağacı gibisiniz dibinden de kesilesiniz yine  boy verirsiniz.

 

Esed Şükür Gaffur: Öldürülen babam ve ağabeyim rüyalarıma giriyor

Hayatımız tamamen yok olmuştu diyebilirim. Bir gece hatırlıyorum Sergele köyünde hava saldırı oldu. Bizler de sığınaklara koşuyor, kendimizi kurtarmaya çalışıyorduk. O dönem her evde sığınak vardı, her evin sığınağı vardı. Annem bana sığına koş dedi, gözlerim uykulu. Daha çocuktum 8 yaşındayım.

Yaklaşık bir hafta boyunca Sergele’yi bombalamaya devam ettiler. Ortalık karışmıştı Peşmergeler savaştaydı ama fayda etmedi. Daha sonra bir de üstüne Enfal geldi. Kaçtık ve buğday tarlaları arasında saklandık. Birkaç gün böyle hayatta kalmaya çalıştık. Ayran (Doina) yapıyorlardı, bulgur pişiriyorlardı. Hayatımız iyice zorlaşmıştı.

Gökyüzünde dumanların yükseldiğini hatırlıyorum.  Annem bunun bizim evimiz olabileceğini söyledi, babam da “gidip yangını söndürelim” dedi. Annem ümitsizce, “neyi söndüreceksiniz artık hayatımızın sonuna geldik, burayı terk edelim ve gidelim” diyordu. Daha sonra Binak’a gittik. Oradan da kaçtık ve Alyanko’ya gittik. Bu kez Alyanko’da da ordu geldi ve yine ortalık toz duman oldu. Çok zorluklar gördük herkes traktöre binip kaçtı.

Mila Sura adını verdikleri bir yere vardık. Dayımlar ve tüm akrabalarımız bizimle birlikteydi. Hatırlamıyorum, çok kalabalıktık. Bizi Mila Sura'ya götürdüler ve danışmanlar geldi. Hükümetin bize toprak ve para vereceğini söyledi. İnsanlar biran olsun mutlu oldular, hepsi sıraya dizildi ve isimleri kayıt altına alındı. Askeri kamyonlar geldi, biz de bindik, sonra bizi ‘Meydan’ adını verdikleri bir yere götürdüler.

“Geldiler ve erkekleri bir bir ayırmaya başladılar”

Biz orada iki ya da üç gece kaldık tam hatırlıyorum, Meydan'da bize ekmek dağıtıyorlardı. Yirmi kişi ekmeği yakalamaya çalışıyordu. Gerçekten çok sıkıntı bir süreçti. İnsanlar çay yapıyordu ve yaklaşık yirmi aile bir araya toplanıyordu, çay içiyor ve kuru ekmek yiyorlardı. Babamlar da yanımızdaydı.

Bir sabah erken askeri araçlar geldi ve herkesi bindirdiler. Araç hareket etti ve gitmeye başladık. Sonra Topzawa adında bir yere vardığımızı söylediler. Vakit geçti ve akşam olmuştu. Akşam namazından sonraydı ve yağmur yağıyordu. Geldiler ve erkekleri bir bir ayırmaya başladılar. İsimlerini kayıt altına aldıktan sonra geri getireceklerini söylediler. Kadınlar o an ne olduğunu anladılar ve çığlık atmaya başladılar. Sonra, erkekleri bir daha asla göremeyeceklerini söylediler.

“O gün son gündü ve bir daha babamı hiç görmedim”

O an kıyamet koptu! Asla unutamayacağım bir felaketti. Kadınlar akşam saatlerine kadar çığlık atıp ağıt yaktılar. O gün son gündü ve bir daha babamı hiç görmedim. İkişer ikişer ellerine kelepçe vurup götürdüler. Nereye götürüldüklerini yalnızca Allah biliyor. Daha sonra onları toplu mezarlarda bulduk.

Bizi dövüyorlardı, yemek yoktu. Askeri kamyonlarla askerlerle geliyorlardı, askeri tabldotlarla yemek dağıtmaya başlıyorlardı. Biraz pirinç veriyor üstüne de biraz çorba döküyorlardı. Yemekler çok kötüydü ve hastalanmamıza neden oldu. Çocuklar ölüyordu, çocuk dediğim 10-12 yaşlarında ergenlerde vardı.

Dibis'te Yasin adında bir çocuğu hatırlıyorum. Ergendi, onu da götürdüler, kadınlar ona bir iğne yaptıklarını söylüyordu. Yasin daha sonra öldü. Bajdar adında bir kuzenim vardı, oda orada hayatını kaybetti. Çok fazla kişi öldü, anlatılmaz.

“Birçok çocuk hastalık ve yorgunluktan öldü”

 Birçok çocuk hastalık ve yorgunluktan öldü. İnsanları taciz ediyor ve kadınları dövüyorlardı. Bir gün kadınlar yemeğin pisliğinden şikayet ediyorlardı, gelip kapıyı üzerimize kilitlediler. Bir yaz günüydü ve hava çok sıcaktı ama yine de kapıyı açmadılar.

Canavar gibiydiler ahlak ve insanlık duyguları yoktu. Birgün, yaşıtlarımla birlikteydik, karpuz getirdiler. Çocuklar karpuzu görünce çıldırdı, çünkü altı, yedi ay olmuştu ve hapishanedeydik. Uzun süre karpuz görmemiştik. Sonra bunları salonun oraya götürün dediler. Aramızda sadece 50 metre mesafe vardı. Gazi adında bir çocuk vardı, sanırım Karadağlıydı, arkadaşımdı ve devamlı onunla birlikte oyun oynardık. O an elindeki karpuz yere düştü ve kırıldı. Karpuzları dağıtandan biri geldi, albaydı, çocuğu öyle bir tekme atı ki üç metre sürüklendi kanlar içinde kaldı. Korumaları gülmeye başladı, teşekkür etmeye başladı.

Abu Zuya adında biri daha vardı, adı Mahmut’tu. İnsanları tahrik ediyor, bizi çok fazla dövüyor ve çocukları taciz ediyordu. Mesela eskiden tuvaletin su tankının yanında oynuyor, tankta yüzüyorduk. Tabi çocuktuk bilmiyorduk. Birgün bizi kuşattılar ve kaçmaya başladık. Haydar adında bir çocuğu yakaladılar, dövmeye başladılar. Annesi ve diğer kadınlar çığlık atmaya ve ağladı. Kadınlar onu ellerinden zor çıkardı. Haydar’ı sütuna bağladıktan sonra kabloyla dövdüler.

“Kadınları elektrik kablolarıyla dövüyorlardı”

Sizi tenzih ediyorum ama hiç ahlakları yoktu. Çok fazla insanı taciz ettiler. İnanır mısınız kadınları elektrik kablolarıyla dövüyorlardı. Çok zeki bir kadın vardı, nur içinde yatsın, vefat etti tabi. Kendisine Hurşide nine derlerdi, bir gün onlara küfretmeye başladı. “Bu insanlardan ne istiyorsunuz, size ne yaptılar neden dövüyorsunuz” diyordu.

İsimleri okunanlar geç cevap verseydi kabloyla döverlerdi. Bizi çok fazla taciz ettiler, hep taciz ediliyorduk. Gazi ve Haydar adlı askerler vardı. Bir keresinde domates yiyorlardı, istedikleri yiyecekleri vardı. Bizler de uzaktan baktığımızda canımız çıkıyordu. Bütün çocuklar öyleydik, domates gördüğümüzde deliriyorduk. Ama bize vermiyorlardı tabi. Çöpe atılan domatesler olunca, onlarca çocuk yemek için atlardı, Vallahi durum öyleydi. Salatalık, domates gibi şeyler çok önemliydi.

“Kuzenim Başdar açlıktan öldü”

Çocuktuk, bilirsiniz çocuklar bir şey bilmez, sadece kuru ekmek vardı. Salatalık için ağlardı domates yemek için ölesiye ağlardı çocuklar. Ekmek istediğinde var gücüyle ağlarlardı. Bir salon vardı, yaklaşık 100 aile burada yaşardı. Başdar adında bir kuzenim vardı açlıktan canı çıktı, ona verecek yiyecek, yemek yoktu, açlıktan öldü.

Onun gibi onlarca çocuk açlıktan öldü. Her gün 3 ila 10 çocuk ölüyordu. Hawice adında bir mezarlık vardı ama cesetlere ne yaptıklarını bir Allah biliyor. Babam ve ağabeyimi Enfal’de kaybettim. Bir kardeşim de bizimle birlikteydi o bizimle kaldı. Ağabeyim 1972 doğumluydu, yaşı büyük değildi ama Topzawa’da erkeklerle birlikte onu da götürdüler. O çobanlık yapıyordu, daha sonra Topzawa’ya geldiğinde erkeklerle birlikte onu da götürdüler. Hala rüyamda görüyorum, ama çok az hatırlıyorum. Babamı rüyamda görüyorum ama abimi o kadar sık görmüyorum.

 

Payize Mahmut: 7 ay 18 gece toplama kampında kaldık

Adım Payize Mahmut Mansur, Tepe Spi köyünde doğdum. Enfal katliamının mağduruyuz. 7 ay 18 gece Nugre Selman’da (toplama kampı) kaldıktan sonra geri döndük. O zamanlar 9 ya da 10 yaşlarındaydım. Olayları tam olarak hatırlamıyorum, nerden geldiğimizi nerelerden geçip Nugre Selman’a ulaştığımızı hatırlamıyorum. Ama gözlerimin önünde yaşananları asla unutmuyorum, bize karşı yapılanları unutmuyorum.

Nugre Selman’a gitmeden önce Mıla Sura’dan Qoratu’ya sevk ettiler bizi. Qoratu’dayken bir gece bizi Topzawa’ya götürdüler. Yanılmıyorsam 2 iki gece Topzawa’da kaldık. Geniş bir alanda hepimizi topladılar, orada bulunan insanları 4 bölüme ayırdılar. Yaşlı kadınlar bir tarafa, genç kadınlar ve kızlar bir tarafa, yaşlı erkekler bir tarafa ve diğer erkeklerde başka bir tarafa.

Biz en son babamızı orada gördük bir daha da göremedik. Sonra askeri bir araçla bizi bir yere götürdüler. Uzun bir süre yol gittik, birkaç saat sürdü. Bizi nereye götürdüklerini bilmiyorduk, kaç saat olduğunu da bilmiyorum. Daha sonra bizi ormanlık bir alanda indirdiler. Burasının Dubıs olduğunu söylediler. İki ay boyunca burada (Dubıs) kaldık. Sonra yine askeri bir araçla bizi Nugre Selman’a götürdüler. Yolculuk uzun sürdü 17, 18 saat aracın içinde kaldık ve bizi kentte dolaştırdılar. Nugre Selman’a ulaştığımızda hava kararmış ve gece olmuştu. Bizi bir yere götürdüler, ne elektrik vardı ne de su. Toz toprak içinde battaniyeler vardı. Su ve elektrik olmayan bu yerde 3 gün kaldık. 3 gün geçtikten sonra elektrikleri açtılar ve su getirdiler.

“Cesetleri bir çukura atıyorlardı, köpekler gelip yiyordu”

Yaklaşık bir, iki ay aynı koğuşta kaldık. Çok fazla tacize uğradık. İki günde bir bize ekmek veriyorlardı. Ekmekleri de fare ve kedinin gezindiği bir alanda tutuyorlardı. Ekmek dediğim, taş gibiydi. Su bile yoktu ki suyla birlikte yiyelim. Bize acı, tuzlu ve ekşimsi tadı olan bir su veriyorlardı. Su içerken burnumuzu tutuyorduk, çok pis bir suydu. Oradakilerin hepsi hastalığa yakalanmışlardı. Her seferinde biri farklı sebeplerden ölüyordu.  Ölenlerin cenazesini alıp gömeceğiz deyip götürüyorlardı. Bir çukur açıp cesetleri çukura atıyorlardı.

Sonra siyah köpekler, birkaç köpek vardı, siyah köpek olarak adlandırıyordu, gelip cesetleri çıkarıp yiyorlardı. Hatırlıyorum, Nugre Selman’daki koğuşların iki ayrı bölümü vardı. İki koğuşun arasında boş bir alan vardı. Bir bölümde Halepçeliler vardı, diğer bölümde ise Germiyanilerdi. Şamal ile Garib adındaki Halepçeli iki genç, Şamal senin boyundaydı, diğeri ise daha küçüktü, su tankerleri geldiğinde kova su aldılar. Şamal ile Garib’e işkence edenlerden birine Halas amca diyorlardı. Kürtler bitti (Halas) diyordu. Bu nedenle ona “Mam Halas” diyorlardı. Diğer askerin de ismini hatırlamıyorum

“İki çocuğu ölünceye kadar dövdüler”

Oradaki bir yetkili iki asker çağırdı ve iki genci ellerinden asarak ayaklarının altına vurmaya başladılar. Faşakaya yatırdılar. O kadar çok fazla vurdular ki yürüyemiyorlardı. Daha sonra da futbol sahasının ortasında bacaklarından asarak kablolarla ölünceye de işkence ettiler, can bedenden çıkana kadar dövdüler. Öldükten sonra da halatı kestiler. Cenazeleri sütünün altındaki çamur alana düştü. Cesetler bir süre boyunca çamur içinde kaldılar. Nasıl götürdüklerini hatırlamıyorum.

Esmer adında bir yengem vardı. Bir gün ona kalk tuvaleti temizle dediler. O da “Saddam’ın babasının yüzü kararsın, size bize ne zamana kadar tecavüz edeceksiniz böyle, bize ne zamana kadar eziyet edeceksiniz, öldürün de kurtulalım” dedi. Hacac onu yakaladı, “Saddam’ın babasının yüzü kararsın dersin ha” dedi. Hacac,  “Saddam benim halamın oğlu” dedi ve Esmeri dövmeye başladı. O hala “Saddam’ın babasının da yüzü kararsın” diyordu, Hacac da dövmeye devam ediyordu. Annemler Esmer’e “kızım yeter sus” dedi. O da “bize başka ne yapacaklar artık” diye yanıt verdi, “bundan öte bana ne yapacaklar yani. Beni öldürseniz bize size minnet etmeyeceğim” diyordu. “Öldürseniz de size minnet etmeyeceğim” demeye devam ediyordu. Hacac, bayıltana kadar dövmeye devam etti.

“Tankerden su içenler öldü”

Nugre Selman iki ayrı bölümdü oradaki bütün insanlar toplanıp olanları izliyordu. İki koğuşun arasında boş bir alan vardı. Bir bölümde Halepçeliler vardı diğer bölümde ise bizler kalıyorduk. Dört su deposu vardı sanırım. İki depo bu tarafta diğer ikisi de karşı taraftaydı. Bir ara tankerle su getirdiler ve bu Halepçelilerin tankeri dediler. Kardeşim Beyan da bir kova su getirdi. Ama Beyan su kovasını bize ulaştırınca elinden düşürüp suyu döktü.

Ama sonda o tankerden su içenlerin hepsi öldü. Eğer o su dökülmese ve biz de içseydik Suphanallah biz de ölecektik. Tankerden su içenlerin hepsi hayatını kaybetti. Bizi Nugre Selman’a götürdüklerinde erkekler bir koğuştaydı, karanlık bölüm diyorlardı, ne su vardı ne elektrik, dizlerimize kadar toprağa batardık. Çığlıklar, bağırışlar kıyamet koptu sanki. Sonra kalabalığı koğuşa tıkıştırmaya başladılar. Yaklaşık 500 kişiyi tıka basa koğuşa doldurdular. İnsanları ite kaka koğuşa doldurdular, kimin kim olduğu belli değildi.

“Ne yemeği, siz Kürt değil misiniz?”

Kuwestan adında bir kuzenin orada vefat etti, Nugre Selman’daki o karanlık koğuşta. Kuwestan insanların ayakları altına düşmüş çığlık atıyordu. Annem, “Esmer Esmer” diye bağırmaya başladı. Karanlık olduğu için kimse kimseyi tanımıyordu. “Esmer, Esmer, Esmer!” bu çığlığın sahibinin Kuwestan olduğunu söyledi, Esmer de sesini duyuyorum ama nerede olduğunu bilmiyorum, ne yapıyım bilemiyorum diyordu. Çocuk sabaha kadar ayaklar altında bağırmaya devam etti. O karanlıkta, ayaklar altında ezilerek can verdi.

Ertesi gün güneş açtı, koğuştaki 2,3 pencereyi açtılar, koğuş biraz aydınlandı. Öğlen saat 12’ye kadar yemeğin gelmesini bekledik. Yemek gelmedi, akşama kadar bekledik yine gelmedi. İki gün boyunca bir şey yemedik. İki günün sonunda kuru ekmek getirdiler. “Hani yemek nerede” diye sorduk, “Ne yemeği, ne yemeğinden bahsediyorsunuz, Kürt değil misiniz? Siz Kürtsünüz, size vandallar size!” diyorlardı.