Sosyolog Engin Sustam: Yeni bir isyan bizi bu şiddet cenderesinden kurtarabilir

22-11-2019
Gülbahar Altaş
Etiketler Kürtler Atatürk Türkler Ermeniler Türkiye Kürdistan
A+ A-

Kürt Sosyolog Engin Sustam, Türkiye’de öteki olmanın tedirgin yaşamakla ilişkili pedagojik bir durum olduğunu belirterek, “Kürtler şuan politik, kültürel ve toplumsal kabulsüzlüğün tam içinden geçiyorlar, sadece Türkiye değil Ortadoğu’da bütün Kürdistan alanlarında şuan bu mevcut bir durum” dedi.

“Cumhuriyetin başından beri herhangi bir Kürt tanımlanışı olmadığı için duygulanım olarak bir birliktelikten kopuş yok, Kürtlerin kendi kaderlerine dair konuşmak adına politik kopuşları var diyebiliriz” diyen Sustam, “Kürtler Türkiye’nin kurucu ötekisidir. Unutmayin ki barış isteyen, direnen de Kürtlerdir, savaşı egemenler arzular ezilenler ceremesini çeker. Barış sürecini hep kollayan Kürtler’di, savaşı ise Türk militarizmi ve derin devleti” diye konuştu.

HDP’nin şu anda şeytanlaştırılmış ve kriminalize edilmiş durumda olduğunu belirten Dr. Sustam, “Siyaset kanalları ancak parlementer bir sistemde tıkanır ve kesinlikle sivil itaatsizlik bunun en iyi cevabı olabilir. Ve benim en korktuğum sahne olan iç savaş senaryosuna karşı da sivil itaatsizlik şiddet karşısında çözüm yolları sunabilir” ifadelerini kullandı.

Engin Sustam Kürdistan Bölgesi ziyaretinde Rûdaw’ın sorularını yanıtladı...

Türkiye’de özellikle Rojava operasyonuyla birlikte son dönemlerde Kürtler ile Türkler arasında bir kopuş yaşanıyor. Kürtlerin yaşanan baskın söylemlerden ötürü kendi içlerinde bir sorgulama bir kopuş yaşadıkları da görülüyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Soruya bir çok farklı persfektiften bakılması gerektiğini düşünüyorum. Sadece Rojava işgali meselesi değil, Türkiye’de ırkçılık boyutuyla ve benim özellikle Türk faşizmi tanımlamasıyla çok açık bir şekilde hesaplaşmamız gereken aşırı milliyetçi bir durumdan bahsetmekte fayda var. Çünkü 1920’lerin ortalarıyla birlikte farklı dinamiklerle gelişen Türkiye’de patalojik bir milliyetçilik var, ve bu milliyetçilik bir şekilde hem sömürgeciliği hem de fetih kültürünü görünür kılıyor. Şuan Türkiye’de herkesin her düşman ilan edildiği bu milliyetçilik bir savaşı, fethi ve nefreti körüklediği gibi 2015’de şahit olduğumuz devletin şiddetini apaçık gösterebiliyor. Şuan bu şiddet ve güç zehirlenmesinden kaynaklı, Türkiye’de Kürtler ve Türkler arasında politik ve toplumsal bir kopuş yaşandığı pek açık. Ama kopuş sadece toplumsal alanda sirayet etmiyor, ya da sadece Kürtler yaşamıyor. Yani Türkiye’nin makbul yurttaşı olamayan Kürtler bu şiddetin devlet ve milliyetçi halini her gün sokaklarında, evlerinde ya da faşist travmanın yükseldiği bütün milliyetçi patlamalarda  yaşıyorlar. En azından Amedspor’un batıya deplasmana giderken yaşadığı saldırılar en yeterli örnek gibi duruyor. Kürtlerin dillerinden, varlıklarından, meşruiyetlerinden kaynaklı yaşadığı, sömürgeci şiddetin ya da faşist saldırıların bence Daiş saldırdıları sırasında komşuları tarafından linçe maruz kalan Ezîdî’lerin yaşadığı duygulanımlardan pek farkı yok. Hamit Bozarslan gibi bir çok farklı tarihçilerin söyledikleri gibi bu bir Pantürkist ve Panislamist geleneğin devamlılığı ve yeni hakimiyet saptaması diyebiliriz. Bu iki politik faşizan durum kuşaklar arası bir aktarıma sahip olduğu için bugün biz Türkiye Kürtleri ya da diğer azınlıklar linç ültürüne ve toplumsal-fiziki şiddete çok rahat şekilde maruz kalabiliyor. Türkiye’de ayrıca hiçbir zaman Kürtlerin varlığı sol bazı dinamikler dışında kabul edilen bir durum değildşi. Yani biz zaten hiçbir zaman zaman eşit yurttaş olamadık ki bu kopuşu yaşayalım. Yani ortada aslında böyle bir sömrgeci hakimiyet ilişkilenmesi var. Ermeni Soykırımından sonra geriye kalan iki farklı görünür dinamik, halklar olan Kürtler ve Aleviler, hiçbir zaman ne Türklük ethosu ne de Sünnilik tarafından kabul gördüler! Ondan ben buna pek kopuş yaşanıyor diyemem. Kopuş, politik olarak Kürtlerin kendilerini Kürt olarak tarif edip, direnişe geçtikleri anda görünür olduklarında başladı. Bu şey 1990’lar sonrası özellikle kamusal alanı kuran, aktörleşen Kürt öznenin anında Türk faşizmi tarafından iç düşman ilan edilmesiyle başka bir boyuta varıyor. Cumhuriyetin başından beri herhangi bir Kürt tanımlanışı olmadığı için duygulanım olarak bir birliktelikten kopuş yok, Kürtlerin kendi kaderlerine dair konuşmak adına politik kopuşları var diyebiliriz. Ondan belki de bugün görünür olan bir Kürt öznesi sıradan vatandaş olan Türk’ü yani makbul yurttaşı da rahatsız ediyor, keza o Kürt devletini seven “bölücü” olmayan “iyi” asimile Kürt değil, beyaz Türk’ü de rahatsız eden “kötü” öteki, direnişçi Kürt. Dolayısıyla ne kopuş durumu ne de bu nefret birden ortaya çıkmadı, ne zaman ki başka yurttaşlar “Türk değilim ve mutlu da değilim ” dediğinde var olan ırkçılık kendini görünür kıldı. Ve ayrıca Kürtler ne zaman kendi özgürlüklerinden söz etse, özgürlüklerini gündeme getirdikleri andan itibaren ya da bugün olduğu gibi savaş ve otoritarizm çağında hızlıca hedef haline gelebiliyorlar. Kürtler örneğin Türk akademisinde görünür bile değiller, bunun sebebi tam da bu şiddetin yarattığı faşizmin toplumsal baskılarından kaynaklı korku ve tedirginliktir.

Türkiye’de öteki olmak tedirgin yaşamakla ilişkili pedagojik bir durum.  Bazen en sıradan politik “demokrat” gibi davranan arkaşınız bile, içindeki beyaz Türklüğe çok hızlı sarılıp sizi etiketleyebiliyor ya da nefret söylemi kurabiliyor. Kürtler şuan politik, kültürel ve toplumsal kabulsüzlüğün tam içinden geçiyorlar, sadece Türkiye değil Ortadoğu’da bütün Kürdistan alanlarında şuan bu mevcut bir durum. Dün nasıl ki Hristiyanlara, Yahudilere, özellikle Ermenilere ve Alevilere karşı soykırım ya da toplumsal dışlanma pratikleri kabul gördü belirli toplumsal hegemonya iktidarlarında, şuan her alanda Kürtlere karşı yürütülen müthiş bir fobi var. Bu fobi içinde belirli travmaları, korkuları da barındırmakla beraber düşman ilan ettiği özneyi yıkıma uğratmak ister. Bu şey tam Güney Afrika’da gelişmiş olan zenafobiyle alakalı nekropolitik bir Kürt fobisidir. Şuan Ortadoğu’da gelişen cihatçı şiddetin, travma halinin ya da Türk faşizminin mayası şuan bu Kürt fobisidir diyebiliriz.  Başta belirttiğim gibi evet Kürtler de bir kopuş yaşıyor ama bu kopuş “kardeşlik” (ki sorunlu hiyerarşik bir söylem) üzerinden değil Kürtlerin kendilerine dair politik tercihi üzerinden gelişen bir durum. Çünkü komşularının ciddi bir boyutta kendilerine saldırabildiklerini  gören Kürtler var. Diyasporadaki, istanbul, Ankara ve İzmir’de bunu deneyimleyen Kürt göçmen farklı türli nasıl düşünebilir sizce? Yarın iç savaş olduğunda –Ki Türkiye siyaseti potansiyel olarak buna müsait,  ben Ezidilerin yaşadığı komşuluk ilişkisini düşünmek istemiyorum, aklıma 6-7 Eylül 1955 İstanbul Pogromı geliyor. Şengal’de DAİŞ faşizminden kaçan Ezîdîler, “Bize ençok acı veren, kötülüğü yapan yanımızdaki Arap ve Müslüman komşularımızdı” demişlerdi. Dolayısıyla hakimiyet ve hiyerarşi üzerine kurulu kardeşlik söylemleri sessizlik döneminde getirilen egemenlik söylemiymiş gibi geliyor bana, kopuş tam da politik olarak bunda yaşanıyor.

Türkiye’deki tüm kesim bunu mu düşünüyor?

Elbette ki hayır. Bu şekilde düşünen hareket eden büyük bir çoğunluk olan makbul vatandaş var olsa bile özellikle şunu belirtmek isterim samimi bir şekilde faşizme karşı gelen bunu dile getiren Marksistler, anarşistler ve liberal sol demokratlar hala varlar. Ermeni soykırımı karşısında tavırları ney ise Rojava da olup bedel ödeyen, Suruç’ta DAİŞ’in şiddetine maruz kalan ezilen, devletin hedefine giren muhalif insanlar var. Ama bunun dışında Türk ulusalcılarının, Kemalistlerin, hiçbir milliyetçinin veya herhangi bir cumhuriyetçinin veya Türk politik İslamcısının bu konuda samimi olduğunu düşünmüyorum. Bunun bir egemenlik, hakimiyet söylemi olduğunu düşünüyorum. Giderek bu hiyerarjik ilişkiyi reddeden Kürtlere karşı belki de Türkiye’de son direnen halk olan Kürtlere karşı ciddi bir boyutta her alanda ırkçılık var.  Barış süreci bitince savaş başladığında şahit olduk ki tam da bu kardeşlik ve büyük ağabeylik söylemi böyle çatışmalı dönemlerde yeniden kuruluyor. Bana tam da Cumhuriyet’in başında cereyan eden Kürt isyan ve direnişleri döneminde yapılanları hatırlatmaktadır. Keza siz ne olursa olsun bir iç düşmansınız. Yeni Mahmut Esat Bozkurt’lar Nihal Atsız’lar dönemi başlıyor. Biz yeniden siyah uşaklar ve o temiz köleler olmaya başlıyoruz. Ve o beyaz Türklerin içinde eriyen biat etmesi gereken “kiro” ve “hanzo” Kürt “dağ Türkü” söylemi gibi olmasa da biat eden Kürt Kürt dönemi başlıyor: Mehmet Metiner’ler ve AKP’li Kürt kökenli diğer milletvekilleri tam da bu dönemin aktörleri.

Peki bu durum Kürtler’de Türkler’e yönelik bir ötekileştirme hissiyatı geliştirmiyor mu?

Kürtler zaten kendilerini hep dışarda hissediyordu. İşte barış sürecinde ve öncesinde biraz farklı hava esti Kürtler tanınır oldu demiştik ama lafı ağzımızda sanırım bıraktılar. Kürtler Türkiye’nin kurucu ötekisidir. Unutmayin ki barış isteyen, direnen de Kürtlerdir, savaşı egemenler arzular ezilenler ceremesini çeker. Barış sürecini hep kollayan Kürtler’di, savaşı ise Türk militarizmi ve derin devleti. Özellikle hükümetin pek işine gelen bir darbe girişimi sonra toplum bildiğiniz devlet faşizminin arzuladığı ruhani havaya getirildi. Toplumsal travma, paranoya, komploculuk bu dönemde Kürtleri dizilerde bile sadece öteki yapmadı, aksanlı Türkçe konuşan “kötü” direnen Kürt uluslararası güçlerin maşası gibi gibi Türk faşizmi tarafından televizyonlarda dile getirildi. Kürtler açık bir şekilde “savaşa girip kendimizi savunmak zorundayız” der duruma getirildi, “Kobane düştü düşecek” denilen hakimiyet ilişkisi, derin devleti, paramiliter unsurları devreye koyarak bugün Efrîn’i işgal etti Serekanîye’ye girdi, Kerkük referandumuna karşı en sert şekilde müdahil oldu. Bugün Rojava’da olup-biten gibi, Kerkük ve referandumda olanlar Kürtlere dair bir kabulsüzlüğün sonuçlarıdır. Aşırılıkların en üst düzeyde olduğu bir travma ve kriz çağında yaşıyoruz. Öyle ki kimse kendini evinde huzurlu hissetmiyor. İşgal, tehdit bu kadar pervasızlaşmışken, 21.yy da yeni bir sömürgecilik bu boyutlara varmışken insan kendini nasıl hissetmeli? Yani hem Şii hem Arap Sünniliği ve hem de oradaki belirli Türkmen dinamiklerinin kullanılmasıyla elde edilen Türk ırkçılığının güç ilişkileri, sömürgeci devletlerin hangi biçimde nasıl Kürtlerin bağımsızlık referandumuna dair sertleşebildiğini gösterdi. Efrîn şuan Türkleştirilmek için en iyi labaratuvar haline getiriliyor, sadece zeytinleri Ankara’da satılmıyor, bölgenin nüfus yapısı demokrafisi değiştiriliyor, Kürtler kendi yurtlarından göçebe hale getiriliyor yeniden. Kürtler nasıl öteki olmasın. Kürtler bu durumda nasıl hissetmeli? Ben örneğin; burada Kürtlerin Güney yurdunda bir Kürt olarak, şiddetin dilini hızlı bir şekilde duyumsabiliyorken, burada DAİŞ saldırdığında İran sesini yükseltiğinde, Türkiye tarafından Kürt dağları bombalandığında insanlar evinde kendini nasıl güvende hissedebilir ki!

Yaşananlarla birlikte Kürtler Türkler’den nefret ediyor mu?

Yani bu sorunun cevabı elbette hayır, Kürtler bir ezilen ve sömürülen toplum olarak nefreti herşeye rağmen en çok duyumsayan bir durumdalar. Keza savaşı ve işgali isteyen egemen halkın patalojik halinde değiller. Nefret etmek için Kürtlerin “ırkçı” olması gerek. Kürtler ırkçı değil, kendi uluslarına dair kendi öznelliklerine dair konuşuyorlar, özgürlüklerini istiyorlar. Kürtler yine de herşeye rağmen bir “dostluk” ilişkisini rahat bir şekilde kurabiliyorlar, keza kendi özgürlüklerine dillerine yurtlarına dair samimi ve açıklar, işgalci değiller. Nefret tipik erkek egemen söylemin ızdırabı diyebilirim.

Kürtler her şeye rağmen direnmesini sözünü çoğaltmasını, faşizme karşı dayanışmayı çok iyi bilen hala komşuluğa önem veren bir halk. Bunlar kötü şeyler değil. Ama elbette herhangi bir asimile Kürt özne bile şuan Ortadoğu alanında şunu rahat hissedebiliyor: Hastalıklı bir şiddet mekanizması var ve bu şey Kürtlerden nefret ediyor, ondan dolayı Kürtlerin özgürlüklerine müdahale ediyor. Kürtlerin kendi kendilerini yönetme hakkı ya da kendi coğrafyalarında yaşamını otonom şekilde arzusu, niyeti, pratiği politik bir haktır. Nefret tam da buna müdahale eden alandan geliyor. Şimdi nefret söyleminin bizi kucaklayacak herhangi bir yanı yok. Şunu her zaman dillendiriyorum. Ezilenler olarak bizim Arap, Türk ve Farslar’dan nefret etme hakkımız yok. Ama Türk, Arap ve Fars faşizmine karşı hınç duyma hakkına sahibiz. Hınç duymanın sebebi Kürtlerin kendi meşruiyetlerini tanımayanlara karşı kullandıkları bir tepki. Bu kadar şiddete, ırkçılığa, ötekileştirilmeye maruz kalmış bir halkın hala “birlikte” yaşamaktan bahsetmesi sanırım mucize olsa gerek.  Ondan dolayı Kürtler nefret etmiyor ama dün biz ontolojik bir kopuştan söz ediyorken, bugün bunun politik bir kopuşu ortaya çıkardığından bahsetmekte fayda var. Sanırım Ahmet Türk diyordu, “Biz konuşabileceğiniz son kuşağız”. Sanırım haklı olabilir. Yeni doğan kuşak devletin mlilitarist ve polis şiddetinin ortasında doğdu ve müthiş bir Türk ırkçılığının nefret söylemiyle karşı karşıya kaldı. Yeni kuşak, Kerkük referandumunu, Efrin’i, Rojava’yı ve Ezidileri, panzerlerle öldürülen Kürt çocuklarını, idam edilen politik Kürt tutsaklarını iyi okuyor, biriktiriyor.  “Kobani düştü düşecek” söylemini hafızasında unutmuyor. Savaşın içinde büyüyen bir kuşak travma ve patolojiyle büyür ve bu kuşağın yüklendiği bir hınç siyaseti var. Bu hınç siyaseti barış ve eşitlik, adalet ile sağıltılmadıkça başka bir evreye geçeceği kesin. Bu sosyolojik olarak radikalleşmeyi ön gören bir durumu analiz ediyor. Devlet ve egemen milliyetçi evreler bir blok olarak nekropolitik bir şiddet rejimi yarattılar, ve yeni Kürt kuşağına, şehirde büyüyen bu kuşağa sertleşmesini ön gören şeyler yaşattılar. Kimse Taybet Ana’nın bir hafta sokakta yatan “cesedini” unutamıyor… Adapazarı’nda Bolu’da, İstanbul’da Türk faşistleri tarafından Kürtçe konuştukları için öldürülen, hedef haline getirilenleri unutamıyor. Bu tam bir travma hali, düşünün herhangi bir sıradan Türk vatandaşı Kürtlerin konuştuğu dilin neye tekabül ettiğini bile bilmiyor. Bugün Kürtlerle, göçmen Suriyeliler ve diğerleri sanırım aynı konumdalar, bir linç kültürünün despotik toplumsal ve devletsel şiddetin çarkları arasında ezilmekteler.   

Peki mevcut durumda HDP’nin demokratikleşme söylemi ne kadar elle tutulur bir kazanım sağlayacak?

HDP’nin söyledikleri geleceğe dair bir durum tam da bu faşizme cevap veren bir siyaset, tek dil millet ırkçılığına karşı toplumsal dayanışmadan, farklılıklardan herkesin otonom hakkından bahseden bir dil var. Bugün devletin bu kadar HDP’ye yüklenmesinin tek sebebi Kürtlerin özgürlüğüne dair hala sözün bitmemiş olması ve HDP’nin AKP karşısında sahih muhalefet eden tek dinamik olması. Selahattin Demirtaş’ın İstanbul seçimleri sırasında stratejik olarak söylediği şeyin yanlış olduğunu düşünmüyorum ve CHP’nin demokratik bir yapı olduğu konusunda hem fikir değilim. CHP devletin ana muhalefet partisi toplumun değil. CHP, Cumhuriyetçi Kemalistlerin Türklük ethosunu tatmin ettiği en önemli duraklardan biri. Türk siyasetinde en çetrefilli ama devletin içerisinden konuşan önemli bir kurum. AKP ve MHP faşist bloğu karşısında HDP’nin geçici politik tutumu doğru olduğunu Kürt diyasporasının nasıl belirgin olduğuna şahit olduk ama bu söylemin artık bu dönemde çok geçerli olduğunu düşünmüyorum. Bunun da sebebi de HDP değil, iktidardaki despotik blok ve otoriter devlettir. Devlet öç alma ve şiddetin sefaletini toplumsallaştırma konusunda ki çabası başarılı oldu ve HDP’nin demokratikleşme atılımına darbe vurdu. Kürtler 2004 ile 2015 arası dönemde yavaştan yükselen bir şekilde toplumsal olarak özerk olabilen kendi topraklarında demokratik bir yapıyı kurmuşlardı hatta buna belki de toplumsal ve kültürel devrim bile demekte fayda var. Öyle ki Kürtler kendi coğrafyalarında ilk kez farklı Kürt eğilimlerin temsil edildiği bir özgürleşme anlığını gerçekleştirdiler. 2000’lerin başıyla başlayan belediyelerin kazanılması vb. süreçler farklı politik çatışmalar olsa ilk kez örneğin farklı sömürge alanlarındaki Kürtlerin Kuzey alanına ilk kez geziler düzenlemesini sağladı. Siyaset bir konsensüs üzerine kurlu olsa da bu konsensüs içinde sürekli şekilde direngen olan dissensus vardır. Kürt alanı tam da farklı seslerin temsil edildiği bu demokratikleşme pratiğini bütün eleştiriler açık olmakla birlikte HDP süreciyle birlikte legal alanda yaşadı.  Hem de bu durumu bütün saldırılara rağmen yaşadı. Şuan devlet dışarda savaş politikası yürütürken, içerde de baskı ve otoriterlik üzerinden bir kontrol mekanizması kurmaya çalışıyor. HDP belediyelerine sürekli şekilde absürd boyutlarda yapılan kayyumlar, HDP eş genel başkanlarının siayasi rehine olarak içerde tutulması, Diyarbakır iki seçilmiş belediye başkanlarının rehineliklerini göz önüne alınca HDP’nin siyaset iddaasının devleti hangi boyutlarda tedirgin ettiğini gözlemliyoruz.

HDP devlet için bekasına karşı ciddi bir tehdit. Ondan devlet artık sizi gözaltına alıp öldürmüyor, göz altında kayba ihtiyacı yok, sizi şeytanlaştırıp, kriminalize ediyor. HDP’de şu anda şeytanlaştırılmış ve kriminalize edilmiş durumdadır. HDP’yi şu anda harcayarak marjinalleştirmeye çalışarak onun muhalefet etme olanaklarını elinden almaya çalışıyor. Şu anda devlet yapabilirse eğer sanırım, HDP’nin sol ve Kürdistani hareketler etrafında aldığı oyları, gücünü ayrıştırıp ve kriminalize ederek, onun muhalefet potansiyelini yok etmek ve Ankara’ya bağımlı konuşmayı sürdürecek bir HDP yaratmak istiyor. Ondan HDP’ye ve onun demokratikleşme projesine karşı her gün saldırılarına aralıksız devam ediyor.  

Devlet bu konuda başarılı olacak mı?

Yani bu şekilde devam ederse fiili anlamda evet, devlet kısmi başarı elde edebilir ama bu devletin tamemen direnişi yok edebileceği anlamına gelmiyor. Tersine yukarda demiştim, şuan başka türlü bir Raperînlerin olması kaçınılmaz görünüyor, AKP hükümeti bu faşist bloğu çok devam ettirebilecek güçte ve siyasal akılda değil. Şuan devlet nefes alacak alanlar bırakmasa bile sanırım onun açısından geçici bir sarhoşluk zafer kazanma hali, ne Efrin ne de diğer alanlarda uzun süre buna mütadil olabilecek bir demokratik kurum yok. Bütün sömürgeci kurumlar ve hukuklar bir şekilde kendi despotik sonlarını kendileri hazırlarlar. Almanya faşizmine, Nazizmin yarattığı sonuca bakmanız yeterli. Elbette ki büttün haklı konumlanışa rağmen yine de soruyorum, HDP şu an bu despotik Meclis’te ne yapabilir ? Bu HDP’den dolayı değil. Tam da Türkiye Meclis’inin tamamen faşist bir ittifakı görünür kılmasından kaynaklıdır. Yani düşünün Mustafa Kemal’in kurduğu devletin CHP’sine dahi sabredemeyen bir despotik zamandayız. Parlamenter rejimim tamamen bittiği, en ufak devlet aygıtıjın bile çalışamaz olduğu her an herkesin hapse rahatlıkla sokulabileceği akıl yarılması anti-demokratik bir dönemdeyiz ve HDP’nin sesi bastırılıyor, kesiliyor. Ortada olan bir tek şey var AKP ve MHP bloku, HDP direnmeye devam etmesine rağmen, HDP’yi kriminalize ederek marjinelleştirmeye çalışıyorlar.

HDP’nin Kürt sorunun önünü kapattığı söylemine katlıyor musunuz?

Hayır ben buna katılmıyorum. Kürt sorununun önünü kapatan ve çözemeyen HDP veya onun bileşenleri değil. Bu konuda Mücahit Bilici ya da başka isimler gibi hiç düşünmüyorum. HDP Kürt özgürleşme dinamiğinin bir sonucudur. Eleştirebiliriz elbette özellikle bazı dönemlerde Kürtlerin sesinin kısılmasının ben de yarattığı bir burukluk vardı ama HDP sonuç itibariyle Kürtlerin kazanımlarının, özgürlük mücadelesinin bir sonucu olarak o mecliste yer alıyor. Devlet Kürt sorununda her dönemde farklı stratejiler işliyor, aslında HDP konusunda da devlet tam Kürt sorunun önünde engel söylemini özellikle kurmayı denedi, Orhan Miroğlu gibi “iyi” Kürtleri bayağı bu konuda kullandı. Ondan HDP’nin içinde bileşen olan DBP’nin ve farklı dinamiklerin yanyana durmasını sağlayan şey aslında Kürt sorununun çözülmesine yönelik bir insiyatif almaktı. Ve bu insiyatif Türkiyenin diğer sorunalrını da, Ermeni Soykırımı ve Aleviler gibi, Kürt sorunu etrafında ele alarak politik bir toplumsal kontra oluşturmaya çalıştı. Kürt sorununun önünü kapatan devletin kendisi ve hafızasıdır.  Derinden gelen devletin, organize bir suç örgütünün Kürtler konusunda tarihindeki yaptıklarını hatırlamakta fayda var. Devlet hafızası aslında Kürtler arasında kı bu çatışma ve hegemonya siyasetini çok iyi kullanıyor. Bizim unuttuğumuz bir şey var, kimse ne parlamentoya ve ne de Ankara’ya şuan çok güvenmiyor, toplumun o ırkçı blok içinde farklı duran ayrık otlarına ihtiyacı var, en çokta Kürtlerin. Sorunun kaynağı tamamen Türk sömürge hukuku olduğunu unutmadan bazen konuşmakta fayda var, bazı analizler sanırım ayarını ondan kaçırıyor. Belki bundan dolayı şuan hem Bakûr’da da Başûr’da da siyasetin dili de pratiği de tıkanıyor. Düşünün Türkiye’de inanılmaz bir baskı ve otoriter sistem var, İran’da halk rejime karşı ayaklanmış durumda, sizce Kürt sorununu bu durumda kim çözmek istemiyor olabilir.. ama şua çok açık herşeye rağmen devlet aklı halen HDP’nin parlamento da olmasını istiyor, keza Kürt sorununun yeniden radikalleşmesinden tedirgin.

Kürtlerin; Araplar, Türkler ve Farslar ile eşit ve adil haklara sahip olmak istediğini belirttiniz. Kürtler içinde bulundukları şartlarda bu haklarını nasıl elde edecek?

Bu şartlarda haklarını almaları çok zor görünüyor. Ama içinde olduğumuz şiddet rejimleri isyan ve kalkışmalarla karşı karşıyalar zaten, sanırım Kürt sorunu şuan konuşulacak durumda değil, Kürtler şuan hem Türkiye için hem de İran için önemli direngen bir “tehdit”, Rojava’ya ve Kerkük’e müdahale bundan. Ama ümidimizi yitirmemek, umutsuzluğa düşmek gibi bir lükse sahip değiliz, şuan Kürtler tarihlerinin en kritik döneminden geçiyor, ve bu dönemde birlikte hareket etmeye ihtiyaçları var. Sevgili Hamit Hoca’nın (Hamit Bozarslan’ın) söylediği gibi, Türkiye örneğinde, Türkiye 1923 tarihini ters tarih okuması yaparak, 1071, 1453 ve 1923 gibi bir tarihsel bir kronolojiyi gelecekte yeniden tahayyül ediyor 2023, 2071 ve 2453. Erdoğan’ın kendisi de bunu ifade etmişti; bu rejim kendi fabrika ayarlarını geleceğe yeniden kurmak üzerine tasarlıyor. Çünkü kafasında kurduğu bir teori var. Ve bu gelecek projesi içinde belki de en sorunlu şey Misak-i Milli sınırlarına ulaşma fantazisi yani Musul ve Kerkük’ün içinde olduğu bir Türkiye tahayyülü. Ama İran’da bundan farklı bir çaba içinde değil Suriye’yi Yemen’i düşününce. Ondan Kürtlerin şuan içlerindeki politik çatışmayı, romantik ulusalcılığı bir kenara bırakıp ortak hareket etmesinde fayda var, karşılarında blok halinde ilerleyen bir sömürge hukuku ve şiddet rejimleri var.

Büyük Osmanlı hayalini mi oluşturmaya çalışıyor?

Yani sadece bu değil, o imkansız bir şey hatta. Davutoğlu paramiliter cihatçı gruplar üzerinden başbakan olduğu dönemde denedi, ama konteks ve konjektür buna uygun değil. Evet Türk hükümetinin içerde ve duışarda lüks, nefret, baskı ve otoriterlik üzerinden kurduğu, kurguladığı öyle bir fantazisi var. Ankara’daki Saray tam da böyle bir arzunun sonucu olsa gerek. Sultan Erdoğan, Musul’a, Kerkük’e inme fantazisi kurmaktalar, oyun kurucu olmak, lakin dediğimiz gibi bu çok zor. İçinde ABD, Rusya, İran vs varken Türkiye bunu yapabilecek kapasitede değil. Mesele sadece Rojava değil, Mazlum Kobani’ni de röportajında belirttiği gibi, mesele sadece Rojava değil, Bakur ve Başur’un da içine dahil edildiği Misak-i Milli sınırlarının yeniden çizilmesi ve büyük Osmanlı Devleti’ni kaybettiği o yerleri tekrar kazanmaktır. Hatırlarsanız Türkiye Milli Savunma Bakanlığı Rojava işgalinin ilk günü büyük Türkiye haritası yayınladı ve ertesi gün uluslararası basına sızınca bu harita hemen kaldırdılar. Bu harita bir yandan Güney Kürdistanı ve Rojava’yı kapsıyordu bir yandan da Yunan adalarını.  Bu şey tam da bir çok politologun dediği üzere, yeni bir İttihat Terakki ortaklığı. Ondan herşeye rağmen Ermeni Soykırımına benzemese de bugün Kürtlere dair yeni bir soykırım siyasetinin olmayacağının hiçbir garantisi yok.  Klasik sömürgecilik siyaseti hala canlı durumda ve  hayatlarımıza girecek kadar var aslında. Kürdistan Bölgesi’ne de yarın bir ambargoyla kıstırmayacağını kimse garantisini veremez. Bu dönemde Kürtlerin gerçek anlamda ortak hareket etmeye sanırım ihtiyacı var.

Türkiye; AB, AP ve NATO’ya rağmen bu denli ilerleyebilir mi?

Bu çok komplike bir soru çünkü Amerika’nın son yaptığının ne kadar vahim olduğunu gördük. Bu bizim batılı belki de emparyal olan bir ülkeye hızlı şekilde güvenmemiz gerekmediğini gösterdi. Kürtler aynı şeyi Güney’de 1. Irak savaşı sonrası burada yaşadı. Şuan dünyada kapitalizme alternatf olacak kurum ya da devletler güçler ya da iki kutuplu dünya döneminde değiliz, müthiş saldırgan bir kapitalist çağdayız ve Ortadoğu çok kişinin iştahını kabartıyor. Savaş ve şiddet buranın gündelik hayatı olmuş durumda, diğer bölgelere göre belki de en sakin alan şuan Güney Kürdistan. Burada mesele ABD’ye güvenip güvenmeme meselesi değil. Türkiye bir NATO üyesi, Avrupa Birliği (AP)ülkeleriyle ekonomik ilişkileri olan bir ülke. Ve Türkiye göçmenler şantajını sürekli kullanıyor. Kürtlerin ise uluslararsı alanda bir statüsü yok, ne Türkiye ne İran ne de Suriye bunu istemiyor da. Neredeyse 3 bucuk milyona ulaşan göçmen şantajını kullandığı için Rojava’ya rahat müdahale edebiliyor ya da Nato’yu krize sokabiliyor. Oradaki ara tampon bölgeyi kullanmayı istemesi tam bir mühendislik ve haritacılık Kürtlerin demografisiyle oynamak istiyor ve bunu sevgili Seda Altuğ’un dediği gibi Baba Esad’ın Arap kemeri üzerinden yapıyor. Deminde belirttiğim gibi, Erdoğan, içerde bir baskı rejimi ve hatta kutuplaşma siyasetini öyle bir şekilde götürüyor ki, dünyada gelişen otoriter yapılar ve şiddet dinamikleri buna fırsat sunuyor.

Türkiye şuan akıl tutulması yaşayan otoriter bir dünyanın bütün nimetlerinden yararlanıyor. Ve bu hükümet öyle ya da böyle hem Kürdistan coğrafyasında ve her yerde ekolojik tahribat yaparken (Hasankeyf örneği en vahimi), diğer yandan Kürtler ve Türkler arasında çatışma dinamiklerini de örgütlüyor. Bunu da bilerek yapıyor. Sadece Türk faşizmi ve milliyetçiliği değil, devlette devamlılık esastır payidesinde ilerleyerek Kürtlere karşı ama bunu bilerek örgütlüyor. Çünkü rejimin belli yaşamsal damarları için buna ihtiyacı var. Diğer taraftan da Batılı güçlerle farklı siyasal dinamikler üzerinde oynuyor. Para, diplomasi, ekonomi siyasetinin yarattığı devlet aklı, bir yandan totaliter bir kaymayı yaşarken, diğer yandan herkesin hayatına müdahale eden bir tehdit mekanizması kuruluyor. Örneğin Batı’nın şuan cihatçılar üzerinden tehdit edilmesi tam da böyle bir ideolojik akılla alakalı olsa gerek. Tehdit ve ayar verme Türk hükümetinin kestirilebilinir en başarılı siyaseti oluyor. İçerde ve dışarda saldırgan dilin kullanılması sürekli agresif bir halin sergilenmesi sadece patolojik değil, gelişmişliği dikey yapılaşma, rantçılık ve mühendislik ideolojisi üzerinden kuran Türkiye açısından bugün ki kendi siyasetinin Batı karşısında kurduğu meşru stratejisi : zayıflayan batı güçlenen Türkiye imajı uzun süre işlendi.  

Tüm bu yaşananlarla birlikte İskandinav, Avrupa hatta uzak doğu ülkelerindeki kamuoyunda da Kürtlere desteğin de olduğu görülüyor. Söz konusu tabanın tepkisi Kürtlere yönelik izlenilen siyasette geri adım atması konusunda caydırıcı olamaz mı?

Elbette bunlara rağmen diyebilirim ki Batı toplumlarında (devletlerinde değil) müthiş bir Kürt hayranlığı, Kürtlerle dayanışma var. Sanırım Katalan bölgesinde duvara, isyan sırasında aklp içinde Hong Kong, Katalunya, Kürdistan ve Ekvator direniyor diye bir slogan yazılmıştı. Rojava işgaline karşı inanılmaz destek var sokaklarda. İnsanlar Erdoğan’ı yeni yüzyılın Hitler’i ya da Mussolini’si olarak okuyor. Bunun sonuçlarını  görmek için beklememiz lazım. Almanya, İtalya, Fransa’da onbinlerce insan yapılan gösterilere her gün destek veriyor. Kürtler direniş tarihlerinde yaşamadığı bir popülariteye kavuştu, Kobane, Rojava, Madrid ve Barcelona kuşatmasına karşı verilen direnişe Stalingrad’a benzetiliyor. Çin’de dahi birçok insan Kürtlere desteklerini sundular. Demin de belirttiğim gibi bu Kürtlerin kardeşleşmeye ihtiyacı yok, eşit olamaya özgürleşmeye ihtiyacı var.

Tarihsel değişimlerle birlikte Kürtler örneğin; İstanbul gibi kentlerde hamallık, temizlik vs gibi işlerle anılırken, mevcut durumda Kürtlerin birçoğu en az 2-3 dil biliyor. Gerek akademik gerek siyaset ve ticarette uluslararası mecralarda varlık gösteriyor. Gelinen aşamada Kürtlerin baskın kültür ve halkların tahakkümünde kurtulmaları söz konusu değil mi?

Bu mesele sadece elitlerin ortaya çıkmasıyla alakalı gibi durmuyor. Kürtler bu durumu direnişleriyle mücadeleleriyle elde ettiler. Bugün akademide Kürtlerden söz ediliyorsa 1990’lar kuşağının (her iki alanda da) yarattığı bir emek var, ya da aynı şekilde bugünün direnişinin sağladığı bir durum bu. Bugün rejim hala “iyi Kürt” ve “kötü Kürt” üzerinde meseleyi kursa da Kürt sorunu artık küresel birsorun ve AKP bu meseleyi tek başına çözme şansını elinden kaçırdı demeliyim. Yani devletini seven iyi vatandaş Kürt ve devletine isyan eden 6 milyonluk terörist Kürt diye kronik bir devlet aklı var. Kürtleri kurataracak olan kahramanlar ya da elitler değil, Kürtlerin ortak dayanışması ve direngenliğidir.  Mesele Kürtlerin okuması veya akademi de olup olmaması değil. Mesele Türkiye de çok açık şu : sen bu ülkede tek devlet, tek millet kimlik siyasetini benimsiyor musun ? Benimsiyorsan her alanda olabilirsin bunda hiç sorun yok, hatta 1071 ve Çanakkale Kürt-Türk kardeşliği gibi devletin bayat edebiyatı bile burada devreye girebiliyor. İtaat etmen ve biat etmenle pek alakalı devlet seninle pozisyon kuruyor. Devlete itaat eden hiçbir akademisyenin etnik “kökeni” ile devletin sorunu yok, devlet Kürt varlığını inkar etmiyor, tersine kendisine itaat ve biat eden “Kürt kardeşiyle” “iyi” Kürt ile birlikte hareket etmek istiyor. Devletin bu biyopolitik kontrol etiğini benimsedikten sonra kendinin Kürt olduğunu söylemen bir şey ifade etmiyor toplumun ırkçı gözünde hala arazlar olsa bile. Bunda sorun yok.

Mesela ben, akademisyendim ve 2015’te savaşa hayır dediğim için imza attım ve işimden oldum, benimle birlikte bir çok kürt ve türk akademisyen işinden oldu. Yurtdışına çıktım ve sürgündeyim. Ve şu anda Fransa’da ders vermek zorundayım. Türkiye vatandaşı olmama rağmen Türkiye’ye dönemiyorum, çünkü devletin makbul Kürdü değilim (elbette burada herkesi aynı potada okumuyorum, bazılarını tenzih ederim). Türkiye’de şuan iyi akademisyen olmak, muhalefet yapmamakla ilişkilidir. Yani Üniversite alanı içinde ne kadar muhalif değilseniz sesinizi ne kadar kısıyorsanız ve devletin arıza konularına dokunmuyorsanız, yani eleştirel bir yurttaş değilseniz abartsam da devlet sizi kolluyor ve size genelde Kürtlük üzerinden dokunmuyor. Siz ne zaman ki Kürtlüğü bir politik zemin olarak devlet karşısında kuruyorsanız o zaman mimlenen bir aktör oluyorsunuz.  Yani TRT6 Kurdi de açık  kalabilir bunda sorun yok. Ama haberlerine bakınız, inanılmaz Kürtçe devlet propagandası yapılıyor. İşte sana sen bunu kabul edeceksin sen bu ülkenin yedek gücüsün demeye getiriyor. Tam da Osmanlı’da ki tipik muhtariyetlik gibi.

Bazı çevreler Osmanlı döneminde daha iyiydik diyor. Bu doğru bir söylem değil, çünkü Osmanlı döneminde sana muhtariyelik veriyordu ve savaş olduğunda sana diyordu ki; askere gideceksin ve  vergini ödeyeceksin. Bir efendi Köle diyalektiği işleniyor. Bir bağımlılık var. Şu anda AKP’nin kendi içinde Orhan Miroğlu gibi Muhsin Kızılkaya gibi bağımlı olan ona biat eden Kürtleri var ve şuan en azından sorun yaşamıyorlar. İstedikleri gibi konuşuyorlar, elbette Erdoğan’ı büyük Reisi övmek şartıyla. Aynı kişilik başka formlarda da devam ediyor. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin hafızasında tecrübe edilmiş bir Osmanlı Devlet geleneği var. Bu gelenek Kürtleri nasıl kontrol edebileceğini de iyi biliyor. En önemlisi de Kürtleri şu ana kadar ümmet üzerinden kontrol ediyordu.

Kürtler artık ümmet kavramına inanıyor mu?

En azından büyük bir çoğunluğu sanırım buna pek inanmıyor. Özelikle AKP’den ve DAEŞ’tan sonra sanki bırakın o söylemi herhangi bir radikal İslamcı politika hareketinin söyleyebileceği hiçbir şey Kürt alanında etkisini bulamaz gibime geliyor. Mesela Türkiye Hizbullah’ının tüm şartlara rağmen bu kadar iyi örgütlenmemesinin nedeni fiziki sadece PKK değildir, Kürt halkının ona güvenmemesidir de. Keza 1990’larda işlenen suçlar, devletle ilişkisellik birazda bu konumu sanırım kuruyor. Daeş üzerinden konuştuğumuzda da Daiş’in neden Kürt seküler dinamiklerini hedef aldıklarını daha iyi okuyabiliriz, Rojava, Basur ve Bakur onun için bir tehdit olarak okundu.   

Peki Kürtlerin artık ne yapması gerekiyor?

Kürtlerin direnmekten başka çaresi yok. Kürtler bugün mücadele de sadece kendi içlerinde birlikte hareket etmenin yanı sıra rejim karşıtı, otoritarizme karşı direnen diğer öznelerle de birlikte hareket etmeleri de gerekiyor. Örneğin şuan acil şekilde Rojava ve Başûr alanında ki yapılar kurumlar ortak siyaset dili ve zemini oluşturmalılar, anti-kolonyal ortaklıktan başka şansları yok. Keza tahmini olarak tehdit sadece Rojava’ya yönelik değil.   

Türk demokratlar ve solcular bu konuda samimiler mi? Özellikle son dönemlerde bu tür kesimlerden de üstü kapalı gayrı demokrat söylemlere de rastlandı...

Ben HDP bileşenlerin hepsinin samimiyetsiz olduğunu düşünmüyorum. Evet bazı sol eğilimli milliyetçiler hariç, hatta evet bunlar tipik misaki millici damarı kabaran solcular, diğer sol bileşenlerin çoğu aynı zamanda bedel ödeyen Kürtlerle kader ortaklığı yapanlardır. Zaten Türk faşizmiyle ilişkilenmiş herhangi ulusal solla onlarla muhatap olunmaması gerektiğini düşünüyorum. Ama samimi olanlarla da birlikte, ortak hareket edilmesinden faşizmin yenilgiye uğratılmasından bahsetmek gerek. örneğin Figen Yüksekdağ ve İsmail Beşikçi örnekleri bilinen örnekler. Kürtlerin ve entelijansıyasının bence şu travmatik olan herşeyi aynı potada okuyan okumalardan ödün vermesi gerek. Siyaseten sorunlu olan bu şey bize bir şey katmıyor. Hangi soldan ve solculuklardan bahsediyoruz? Değişen sol dinamizm var hepsi de sonuçta ulusalcı değil. Yukarda Suruç örneğini vermiştim, orada ölen gençlerden çoğu batılı Türk ailelerin okumuş insanlarıydı. İnançlıydılar ve Rojavaya gitmek istediler Kürt arkadaşlarıyla birlikte. Ondan ben genel okumalara dikkat etmek gerektiğine inanıyorum. Hepsini aynı toplumsal analiz ve tahayyül içinde okumak bir çok detayı gözden kaçırmak anlamına da gelebilir. Kürtler artık “hamal” filan değiller, böyle bir okuma aşırı yorum olmaktan da öte romantik bir okuma. Bir aktör olarak Kürtlerden konuşmakta fayda var. Ve Kürtler aktör olarak bütün bu şiddete rağmen siyaset yapmaya devam ediyor hem her alanda.   

Siyaset kanalların tıkanması halinde Kürtler “sivil iteatsizliğe” gidebilir mi? Gidilmesi halinde ne kadar başarılı olur?

Siyaset kanalları ancak parlementer bir sistemde tıkanır ve kesinlikle sivil itaatsizlik bunun en iyi cevabı olabilir. Ve benim en korktuğum sahne olan iç savaş senaryosuna karşı da sivil itaatsizlik şiddet karşısında çözüm yolları sunabilir. Çünkü savaş baronlarının, kendi romantik odalarından ulusa seslenenlerin unuttuğu bir nokta var, şiddeti ilk halk kadınlar ve çocuklar duyumsar. AKP’ye dikkat edin,  sürekli bu savaş söylemini pohpohluyor ve kutuplaşmaya yol veren dili kuruyor. Hem parlamentoda hem iktidar yanlısı basında sürekli bu tetikleniyor. Sürekli de Kürt kardeşlerimizle bir sorunumuz yok deniliyor. Oysa başından bu Cumhuriyetin sorunu o Kürt “kardeşleri”.

Türk faşizmi Kürtleri net bir şekilde elemine etmek istiyor. Bir Türk Sünni düşüncesine karşı ola Kürt Alevi’nin, LGBTQ’lu birinin konumlanışını düşünün. Kürdistan da esen devlet şiddetinin tek cevaı Kürtlerin özgürleşmesi ve statüye kavuşmasıdır. Bunun cevabı şuan sanırım Rojava’da kitli duruyor, küçük parça bütün okumaları değiştiriyor, sorunun konumunu da. Zaten PKK’de barış sürecinde silahlı mücadelenin siyasi çözümü tıkandırdığını gördüğü için geri çekilme kararı almıştı. Bugün ondan Rojava önemli keza şiddete rağmen direngen bir potansiyel sunuyor şiddet karşısında. Sivil Cuma namazlarının  devletin imamı karşısında Kürdistan da nasıl etkili olduğunu gördük. Ümmetin imamına karşı kendi imamını örgütlemek. Lakin açık konuşmak gerekir se bu dönemde baskının ve denetimin bu boyutlarda işlendiği bir dönemde sadece Kürtlerin başlatacağı sivil itaatsizlik eylemlerinin ne kadar etkili ve başarılı da olacağı konusunda emin değilim. Sanırım ancak yeni bir isyan ve kalkışma bizi bu şiddet cenderesinden kurtarabilir. 

 

 

Yorumlar

Misafir olarak yorum yazın ya da daha etkili bir deneyim için oturum açın

Yorum yazın

Gerekli
Gerekli