Çandar: Türk devlet geleneği Kürtler’in bağımsızlık isteğini katiyen kabul etmez
Gazeteci Cengiz Çandar, AK Parti’nin ve Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Gezi olaylarına bu kadar sert tepki göstereceğini beklemediğini belirterek, bu yaklaşımın kendisinde bir hayal kırıklığı oluşturduğunu söyledi.
Çandar, Türkiye’nin Avrupa Birliği’nden (AB) uzaklaşmasına ilişkin ise durumun tek taraflı olmadığını, Avrupalı bazı liderlerin Türkiye’yi uzaklaştırıcı kararlar aldığını belirtti.
“Türk devletinin hafızasında Kürt devlet oluşumu alerjisi, rahatsızlığı ve tepkisi devam ediyor” diyen Çandar, Türkiye’nin Rojava’da yaşanan gelişmelere karşı tavrının bu bakıştan kaynaklandığını ifade etti.
Türk Devlet geleneği ve aklının Kürtler’in bağımsızlık isteğini katiyen kabul etmediğini belirten Cengiz Çandar, mesele Kürt meselesi olduğunda bir araya gelmeyen tarafların da bir araya gelebildiğini ifade etti.
Cengiz Çandar Rûdaw’ın sorularını yanıtladı.
Öncelikle Türkiye’deki son durum ilgili yorumunuzu merak ediyorum. AK Parti’nin iktidara gelmesiyle sizinle aynı görüşte olan liberal, demokrat ve entelektüel insanlar Erdoğan’ın partisine destek verdi onu Türkiye için bir umut olarak gördü. Ancak Gezi olaylarından sonra bu desteğin azaldığını gördük bunun sebebini neye bağlıyorsunuz?
Sorduğunuz sorunun içinde aslında bir anlamda vereceğim cevabın bütün unsurlarını da sıraladınız. Benim de içinde bulunduğum insanların AK Parti iktidarının ilk yılarında olumlu tavır aldıkları şeklinde bir tanımlama yaptınız. Demokrat ve liberal insanlar olarak, demokrasi ve fikir özgürlüğüne, toplumdaki bütün özgürlüklere inanan, bu arada Kürt sorununun da bir şekilde silaha başvurulmadan, şiddet kullanılmadan, müzakereler yoluyla çözülmesini savunanlar olarak AK Parti’den ve bizzat onun lideri Tayyip Erdoğan’dan bu doğrultuda işaretler gördük. Biz böyle yorumladığımız için AK Parti’ye de, liderine de, altını çizerek söylüyorum, destek verdik.
Bir bakıma şu söylenebilir; bir yola girmiştik ve biz ilerliyorduk. Tayyip Erdoğan’ı ve AK Parti’yi o yolda yanımızda gördük. Madem aynı yere gidiyoruz hadi beraber seyahat edelim dedikve beraber yürüdük. Dediğiniz gibi Gezi olayları önemli kırılma noktalarından biriyidi. Sadece o değildi ama çok önemli kırılma noktasıydı. Gezi olaylarına benim ve benim gibi insanların bakış açısı ile Tayyip Erdoğan’ın bakış açısı farklı. Biz o olayları bir toplumsal rahatsızlığın dışa vurumu olarak gördük, o toplumsal rahatsızlığın taşıyıcısı genç kuşaklarıydı ve üstelik eğitimli genç kuşaklarıydı. Ve şehir hareketiydi. Yani büyük şehirlerinde başladı sonra Türkiye’nin her yerine yayıldı. Dediğim gibi 30 ve 18 yaş arası gençlerdi. Çok da sevimli yönetmelerle, mizah gücü çok yüksek tavırlarla ortaya çıkan bir hareket olarak gördük ve bir takım talepleri vardı. Şimdi bu büyük bir toplumsal rahatsızlığın dışa vurumuydu. Bu toplumsal rahatsızlığı gidermenin yolu, ne olduğunu anlamaya çalışmak, niye olduğunu anlamaya çalışmak ve üstüne gitmekti. Tabi Erdoğan bunu kendisini devirmeye yönelik bir dış komplo olarak gördü ve çok sert bir yöntem kullandı. Ben AK Parti iktidarına asla bu tür bir sertliğe başvurmayacağını düşündüğüm ve öyle inandığım bir iktidar olduğu için sempati duymuştum. Açıkçası bu kadar sert bir tepki ile Türkiye’nin genç kuşağına ve haklı taleplerine karşı duracağını düşünmemiştim.
Sizinle aynı görüşte olan insanların da bu noktada hayal kırıklığı yaşadığını söyleyebilir miyiz?
Çok büyük ölçü de evet, büyük bir hayal kırıklığı oldu. Hata o sıralarda ben bunun bastırılma şekline tepki olarak “bu zülümdür” dedim. “Ben AK Parti’den zülüm ve zalimlik beklemiyordum” dedim ve “benim zalimlerle zülüm mekanizmalarıyla işim olmaz” dedim.
Gezi olaylarından sonra Türkiye’de iktidarın yaklaşımlarında büyük değişimler yaşandı. Özellikle AK Parti bu olaylar yaşanmadan önce Avrupa Birliği ve ABD ile iyi ilişkiler içerisindeydi. Daha sonra bu ilişkilerin seyri değişti. Bu değişimlerin bir anda yaşanmasının sebepleri nelerdi?
Dediğiniz çok doğru. Öncelikle AK Parti’ye bu kadar iyi niyetle ve açık kalple yaklaşmamızın en önemli sebeplerinden biri AK Parti’nin Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne taşıma bayrağını yükseltmesiydi. Avrupa Birliği benim gibiler için çok şey ifade ediyordu. Ülkenin gitmesi gereken ve gittiği zaman birçok meselesini demokratik özgürlükler çerçevesinde ve en önemlisi de Kürt meselesini çözülebileceği bir alandı o. AB’ye bu öncülüğün işaretini veren o bayrağı kaldıran Ak Parti’ydi. AB ile müzakerelerin başlaması ve tam üyelik müzakerelerine geçiş süreci için Brüksel’de gerçekleşen zirve toplantıları, hazırlık çalışmaları ve seyahatlerde Tayyip Erdoğan’la ve Abdullah Gül’le bizzat çok yakın temaslarda bulundum, canı gönülden destekledim.
Sonra dediğiniz gibi o yol ayrıldı. Zaten Gezi’ye verilen tepki de o yoldan ayrılmanın sonuçlarından biriydi. Yoksa Avrupa Birliği standardındaki herhangi bir ülke de Gezi gibi bir durum ortaya çıkınca öyle tepki verilmez, iş başka türlü hal edilir. Fransa’da bir süreden beridir devam eden Sarı Yelekliler olayları var. Paris’i ve Fransa’nın bütün şehrini altını üstüne getiriyorlar ama hiç böyle bir şiddetle karşılaşılmıyor. Tabi bu durumda polis önlemini alıyor, ki Sarı Yelekliler Gezi gibi barışçıl bir gösteri de değil. Yakıp yıkıyorlar ortalığı, cam çerçeveyi kırıyorlar. Fakat Türkiye’de Gezi’ye gösterilen şiddet dikkat ederseniz Fransa’da olmadı. Yani Avrupa Birliği standartlarındaki ülkelerde öyle şeyler olmuyor.
Soruya dönersek başında da söylemiştim; bu sadece AK Parti iktidarın ya da Tayyip Erdoğan’ın kabahati değil, böyle dersek haksızlık yapmış oluruz. AB içinde de o dönemin Fransa Cumhurbaşkanı Nikola Sarkozy’le başlayan ve sonra Almanya Başbakanı Merkel ve Avusturya gibi ülkelerin de içinde bulunduğu çevreler Türkiye’nin AB’ye üyeliğini imkansız kılacak kararlar almaya başladılar ve adeta Türkiye’yi ittiler. İktidarın başında olan Tayyip Erdoğan ve AK Parti de “Sırf Müslüman olduğumuz için bizi Avrupa Birliği’ne üye yapmayacaklar, bize orada hayat yok” dediler, ki bunu hala söylüyorlar. Bu tarih dönemi çok önemlidir. Dikkat edilirse Türkiye’de bu düşünceye vardıklarında batı basınında “Arap Baharı” denen olaylar patladı. Önce Tunus’ta sonra Mısır’da, arkasından Libya’da Yemen, Bahreyn ve Suriye’ye de geldi dayandı.
Türkiye’deki iktidarın AB’den tam da soğuduğu, AB ufkunun karardığı ve AB üyeliğinin mümkün olamayacağı düşüncesinin yerleştiği bir sırada Tunus’ta, Mısır’da, Libya’da ve hata Suriye’de Türkiye’ye övgüler yağdıran, “biz buralarda iktidarı değiştirirsek Türkiye gibi oluruz” diyen hareketler ortaya çıktı. Bu noktada AK Parti’nin lider kadrosu en önemlisi de Tayyip Erdoğan, “AB perdesi inerken önümüzde kocaman bir yeni sahne açılıyor, Türkiye’nin gücünü AK Parti’nin ve kendi kişisel gücümüzü yayabileceğimiz koca bir Müslüman Ortadoğu ve Kuzey Afrika dünyası doğuyor” diye düşündüler. Ondan sonra Türkiye’nin Suriye politikası değişti. Hatırlarsak Beşar Esad’ın en yakın dostu Tayyip Erdoğan’dı. Esad eşi ile tatil için Türkiye’ye geliyordu. Birdenbire Türkiye-Suriye ilişkileri bozuldu. Türkiye, Suriye muhalefetinin örgütlendiği ve yerleştiği ülke haline geldi.
Türkiye’nin değişen dış politikası ülke üzerinde ne gibi etkiler yarattı? Dış gözlemciler, Türkiye’de özgürlüklerin kısıtlandığı, basın ve medya özgürlüğüne sınırlamalar getirildiği ve nerdeyse bütün medya organlarının aynı çizgide yayın yaptığı şeklinde eleştiriler geliştirdi. Türkiye demokrasisinin darbe aldığı söyleniyor. Sizce bu doğru mı bu politika Türkiye’yi nereye doğru götürüyor?
Türkçe’de “üzüm üzüme baka baka kararır” diye bir söz vardır, belki Kürtçe’de de vardır. Şunu tekrar edeyim, bu sırf kendi kabahati değildi. AB’nin de Türkiye’den daha fazla kabahati var. Bunu bir kere daha belirteyim. Türkiye AB’ye doğru yol alırken bütün hukuk sistemini değiştirmesi icap ediyordu. Uyum yasaları denen kanunlar ve AB müktesebatına “Akiko minuter” denilen Fransızca tabiriyle “Avrupa Hukuk Sistemine” uygun bir ülke haline gelmeye çalışıyordu. Yani ne olmak istiyorsunuz siz? AB üyesi olmak istiyorsunuz. O zaman bir AB ülkesi gibi olmaya başlıyorsunuz o üzüme bakarken sizin üzümünüz de onun gibi renk alamaya başlıyor. Şimdi AB’den uzaklaşınca yeni kapılar açılıyor, Türkiye’ye güç katacak yeni bir alan açılıyor diye Ortadoğu’ya doğru girmeye başladığı andan itibaren, bütün Ortadoğu ülkelerine örnekken Türkiye’nin kendisi de bir Ortadoğu ülkesi halini aldı. O bakımdan pek örnek alınacak bir hali kalmamaya başladı. Çünkü Mısır, Suriye, Irak, Kürdistan Bölgesi, Libya gibi ülkeler “Türkiye gibi olalım” derken Türkiye kendileri gibi olmaya başladı. Tabi bunlar zaman içinde oluyor gece yatılıp ertesi sabah kalkınca olmuyor.
Tekrar sorunuza dönersek, Türkiye’nin Suriye’deki gelişmelerle birlikte aldığı dış politika tavrı, ki bir anlamda Müslüman Kardeşler rüzgârının estiği bir dönemden bahsediyoruz, Kuzey Afrika’dan Mısır’dan Tunus’a kadar olan alandı ve Suriye’de ilk muhalefet nüveleri olarak Müslüman Kardeşler ve onun çeşitli selefi cihadı türevleri üremeye başladı, tam da öyle bir döneme denk geliyor. Oysaki Türkiye zaten Müslüman bir ülke ve AK Parti iktidarının da islamcılıkla ilgili kendi ideolojik arka planı var. Giderek Müslüman Kardeşler partisi değil ama aynı dalga boyunda pozisyonlar almaya başladı. Suriye’de rejiminin kontrol ettiği Türkiye sınırlarına bitişik Kürt bölgelerinden çekilmesiyle ortaya çıkan öz yönetimler Türkiyeyi korkuttu. Tabi Tayyip Erdoğan tam devlet değildi sonradan oldu. Türkiye sınırları dibinde kurulan Kürt oluşumuna karşı tavrın bunda çok büyük payı var.
Buna Kürt meselesimi sebep oldu?
Evet bunun çok büyük payı var. Yüz üzerinden bir nispetleme yaparsak yüzde 70, 80 civarında diyebilirim. Ben buna Türk devletinin algısı diyeyim. Ne kadar biliniyor ve ne kadar hatırlanıyor bilemiyorum ama Tayyip Erdoğan’ın daha 2014 ve 2015 yıllarında verdiği demeçler var. Bu demeçler diğer demeçler arasında kayboluyor bazen. Kendi tabiriyle söylüyorum; “Kuzey Suriye’de de Kuzey Irak’taki gibi bir oluşuma müsaade edemeyiz” diyor.
Bunu son dönemde de dile getirdi...
Kuzey Irak dediği Kürdistan Bölge yönetimi ve Türkiye ile çok iyi ilişkisi var. Ankara Erbil ilişkileri, Türkiye’nin Ortadoğu’daki diğer başkentlerle ilişkileri kötüyken bile Ankara Erbil ilişkileri çok iyiydi. Yani ne kötülüğü var Erbil’in? Yani Erbil’de olanın Rojava’da, Suriye’de olmasına tahammül edemeyiz derken orda olanı engelleyemedik, aslında onu da istemezdik, birde Suriye’de olmasını kabullenemeyiz, diyor. Ama bu Tayyip Erdoğan’dan ziyade Türk devletinin bakış açısı. Geriye dönüp hatırlarsak 2003’te Saddam’ın yıkılmasından sonra uzun bir süre Ankara, Kürdistan Bölgesi yönetimine iyi gözle bakmadı. İlişkiler zamanla ısındı ve gelişti. Türk devletinin hafızasında Kürt devlet oluşumu alerjisi, rahatsızlığı ve tepkisi devam ediyor. Buna Suriye’deki gelişmelerde etkilenince, “bunu biz kabullenemeyiz” diyor. Türkiye, Suriye ile sınırlarının bitişikliğini ve Suriyeli Kürt unsurların Türkiye’dekilerle içiçeliğini göz önüne alarak Kürt meselesine karşı izlediği yolu terketti. Aynı şekilde Türkiye’de Kürtlerle dayanışma içerisine giren Türk siyasi hareketleri ve şahsiyetlerine karşı da baskı başladı.
Erdoğan klasik Türk devleti politikasına geri döndü dediniz. Size göre Erdoğan ile ABD’nin arası, Rojava ve Suriye’deki Kürt meselesinden dolayı mı açıldı?
Tabi şüphesiz Türkiye ile ABD’nin arası bu noktada bozuldu. Yine hafızamızı zorlarsak, Türkiye ile ABD iki müttefik NATO ülkesi olarak aralarının çok bozuk olduğu bir dönem yine Kürt meselesinden dolayı oldu. Ne zaman oldu? 2003 yılında oldu. Nerde oldu? Burada (Kürdistan Bölgesi) oldu. Irak’ta Saddam’ın devrilmesine yol açan savaş başladığı sırada, Türkiye, ABD’nin Irak’ta bir Kürt devleti kurduracağı ve bunu giderek Türkiye’nin parçalanmasına yol açacağı düşüncesini taşıdı. Süleymaniye’deki meşhur Türk özel kuvvetlerinin başına çuval geçirilmesi olayı, onların Kerkük’e daha sonra Bağdat’a götürülüp getirilmesi, Türkiye ile ABD ilişkilerinin çok ağır bir darbe aldığı bir dönemdi. Bu tamamen Kürt meselesi yüzündendi. Şimdi aynı şey Suriye’de bir daha tekrarlanmaya başladı. Aradaki fark şu; o yıllarda Tayyip Erdoğan iktidara yeni gelmişti ama devlet değildi. Kürt meselesi nedeniyle, ABD’nin bir Kürt devleti kurduracağı kanısı nedeniyle Türkiye ABD’den müthiş rahatsızlık duyuyordu. Hâlbuki Suriye’deki olaylar 2011’de başladı, 2012’de Şam rejimi Kürt bölgelerini terk etti, çekildi. Ondan sonraki dönem yani 2013 ile 2015 arasındaki dönem Rojava’da bir yapılanmanın ortaya çıkması ve Türkiye’nin bunu kabullenmeme haliydi. O dönemde Tayyip Erdoğan artık devlet olmuştu. Yani Tayyip Erdoğan devletindi, devlet Tayyip Erdoğan’ındı iç içe geçmişlerdi. Ama devletin zihniyeti bir Kürt oluşumuna müsaade edemeyeceği için, Suriye’de de ABD’nin en yakın müttefiki olarak DAIŞ’e karşı savaşan Kürtlerin devlet olacağı ve bunun daha sonra Türkiye’ye sirayet edeceği kaygısı vardı. Bu nedenle ABD’ye “siz ne biçim müttefiksiniz, bizim müttefikimizseniz Kürtlerden ayrılın, onları bırakın” diyor ve bu tartışma şuana kadar da devam ediyor.
Türkiye ile Kürdistan Bölgesi ilişkilerine gelirsek. Biliyorsunuz referandum öncesine kadar da Ankara-Erbil ilişkileri ileri düzeydeydi ancak referandum sonrasında ilişkiler geriledi. Ekonomik açıdan ilişkiler devam ederken siyasi ilişkilerde soğukluk devam ediyor. Sizce bu ne zamana kadar sürer?
Şimdilerde biraz ısındı gibime geliyor. Her iki tarafında, Türkiye’nin de Kürdistan Bölgesi Yönetimi’nin de birbirine birçok bilinen sebepten dolayı birbirlerine ihtiyacı var. Petrol boru hattı buradan çıkıyor Türkiye’ye gidiyor. Türkiye’den dünya pazarlarına açılıyor. Sonra bu iki coğrafyanın birbirinden kopukluğu ikisine de yaramıyor. Dolaysıyla birçok nedenden ötürü solukluluğun ve olumsuzluğun bu şekilde sürekli devam etmesi çok akıllıca değil. Devlet adamları bir noktadan sonra bu işi bir yerlerinden toparlarım diye düşünüyor.
Ama sorduğunuz soruya dönersek; bağımsızlık referandumu sonrasında bozuldu dediniz. Bu doğru, ki o tarihe kadar Ankara ve Erbil arasından su sızmıyordu. Bir Türk olarak bunu söylemek size tuhaf gelecek ama ben Kürdistan Bölgesi yöneticileriyle uluslararası toplantılarda, konferanslarda karşılaştığımda onlara “şuan Türkiye hükümetine benden daha yakınsınız” diyordum. Lakin şunu da bilin, ben bir Türk’üm, kendi ülkemin zihin kalıplarını, kafa yapısını ve kendi hükümetlerimi de gayet iyi tanıyorum. Bir de şahsen çok iyi tanıyorum onları. Bazı kelimeler yan yana gelemez, aynı cümle içerisinde yer alamaz. Bunu devlet zihniyeti için söylüyorum. “Bağımsızlık” ve “Kürt”, “Bağımsızlık” ve “Kürdistan”. Bu kelimeler bir arada kullanılamaz. E canım şimdi biz dostuz derseniz orada durur iş. Bu buranın kabahati değil. Bu Türkiye’nin devlet aklı ve devlet kültürüdür. O devletin başında Kenan Evren de olsa, Atatürk de olsa, Tayyip Erdoğan’da olsa fark etmez. Devlet bu yapısını bitirmediği müddetçe, eğer siz Kürt olarak “ben bağımsızlık istiyorum” derseniz Türkiye karşı çıkar. Bu kural böyle ve nitekim öyle de oldu. Hiç kimsenin akılına gelemeyecek ama tarihi iyi bilen kişilerin pekala niye olduğunu anlayabileceği ilişkiler oluştu. Mesela Türkiye ile İran o kadar yaklaştı ki bir İran Genel Kurmay Başkanı, İran İslami Cumhuriyeti kurulduğundan bu yana hayatında ilk kez Ankara’ya geldi ve uzun görüşmeler yaptı. Erbil’e karşı ne yapmamız gerekiyor diye konuştular. Daha önce böyle bir şey olmamıştı. Peki yani hiç mi olmamıştı? Olmuştu. Ne zaman olmuştu? 1937 yılında Türkiye ile İran Sadabat Paktında bir araya geldiklerinde olmuştu. Konu neydi? Sadabat Paktının anlaşma metinlerine baktığınız zaman görülür. Mesele Kürt meselesidir ve Kürt’le ilgili bir gelişme olursa öbürü diğerine yardım eder diye geçer.