Davutoğlu: Bahçeli’yi destekliyorum, DEM, Kandil ve İmralı bu fırsatı kaçırmamalı

Türkiye’de özellikle MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin Meclis’in açılışında DEM Parti milletvekilleri ile tokalaşması ve ardından PKK lideri Abdullah Öcalan’a yönelik çağrılarından sonra ciddi şekilde “yeni bir çözüm süreci” beklentisi oluştu. Cumhur İttifakı’nın ortağı olan MHP’nin bu tutumu siyaset dünyasında ve kamuoyunda yeni bir tartışmaya kapı araladı.  

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve ana muhalefet partisi lideri Özgür Özel de genel hatlarıyla da olsa şu ana kadar Bahçeli’nin bu çıkışına karşı durmadı. Ancak yeni bir süreçle ilgili beklentiler artarken ilk önce İstanbul Esenyurt, ardından da Mardin Büyükşehir ile Batman ve Urfa Halfeti belediyelerine kayyım atandı.  

Bahçeli’nin özellikle bu süreçte yaptığı çağrı ne anlama geliyor, Türkiye’nin mevcut iklimi buna hazır mı, yeni bir çözüm süreci başlarsa nasıl gelişecek, başarısız olan önceki süreçten ne tür dersler çıkarılacak hangi aktörler rol alacak, bunun bölgedeki gelişmelerle bağlantısı ne ve bunun gibi süreçle ilgili tüm soruları Gelecek Partisi Genel Başkanı Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu yanıtladı.      

İki dönem Dışişleri Bakanlığı üç dönem Başbakanlık yapmış olan Davutoğlu, aynı zamanda Kürt kamuoyunda “ Serok Ahmet” olarak da tanınan bir siyasetçi.     

Gelecek Partisi lideri Ahmet Davutoğlu, Rûdaw Ankara Temsilcisi Şevket Herki’ye konuştu.   

Rûdaw: İlk olarak gündemin en önemli başlığından başlamak istiyorum. Malumunuz Sayın Devlet Bahçeli’nin açıklamalarının ardından ciddi bir Çözüm Süreci beklentisi oluştu. Öte taraftan kayyım  atamaları yapıldı. Siz böyle bir süreçte yeni bir sürecin başlayacağını düşünüyor musunuz? Olası bir yeni sürecin başarıya ulaşması için hangi stratejik ve yasal adımların atılması gerekiyor?   

Ahmet Davutoğlu: Her şeyden önce Kürdistan Bölgesi’ndeki bütün kardeşlerime Erbil'deki, Süleymaniye'deki, Duhok'taki, Zaho’daki kardeşlerime selamlarımı iletiyorum. Orada o bölgeyi ne kadar yakından bildiğimi ve sevdiğimi herkes bilir.

Ben olayları değerlendirirken mümkün olduğu kadar önce dünyanın genel gidişatı, Ortadoğu bölgesinin bu gidişat içindeki yeri, Türkiye'nin de bu süreçteki konumu açısından bakarım. Sonra da Türkiye içinde ne yapmak lazım, Ortadoğu'da ne yapmak lazım ve bu dünyayı nasıl etkiler?

Dünya büyük bir değişimden geçiyor. Bunu görmemiz lazım. Maalesef büyük değişimlerin olduğu dönemlerde en büyük acılar bizim bölgemizde yaşandı. O zaman biz Türkiye olarak baktığımızda bütün bu coğrafyada yaşayan kardeşlerimizle nasıl bir dünya kurmak isteriz? Ben hep böyle baktım. Onun için Sayın Bahçeli'nin açıklamalarını destekledim. Belki de kamuoyunda Bahçeli'ye net destek veren açıklama benim tarafımdan yapıldı. Neden destekledim? Türkiye'de hep benim dile getirdiğim bir husus var. Türkler Kürtlerin haklarını anlar ve dertleriyle dertlenirse, onu çözmeye çalışırsa, Kürtler de Türklerin bu ülkenin bütünlüğü, birliği, güvenliği konusunda bir güven verirlerse, Türkiye huzura kavuşur. Bu Irak içinde geçerli, başka ülkeler içinde.

“TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ BİR DEMOKRATİK DEVLET OLMAK ZORUNDA” 

Siz “Serok Ahmed” unvanından bahsettiniz. Sayın Bahçeli “Serok” unvanını hep biraz da hem benimle hem de Kürtçe ile alay eder şekilde söylüyor. Ben de hep şerefle şunu söyledim; Sayın Bahçeli bana “Serok” diyor, “Ser sera, Ser çevan”. Meclis’te de söyledim bunu, her yerde söyledim. Neden Kürtler   bana “Serok Ahmet” der? Ben yörük kökeniyim, Türkmenim ama hep “Selahaddin'in ordusunda bir Türk, Alparslan’ın ordusunda bir Kürt olmayı isterdim” dedim. 2016 yılında Diyarbakır'a gittiğimde ki çok gerilimli bir dönemdi, Ulu Camii'nin önünde otobüsünün üstünde şunu söyledim; “Toros Dağları'nda doğan bir Türkmen çocuğunun bu topraklarda ne kadar hakkı hukuku varsa, Dicle kenarında doğan, Hakkari dağlarında doğan Kürt çocuğunda hakkı hukuku aynıdır. Ne eksik ne fazla. Ve benim Yunus Emre'den gelen aziz Türkçem ne kadar mukaddesse, Fekiye Teyran'dan gelen aziz Kürtçem de o kadar mukaddestir.” O zaman bütün meydan Serok Ahmet’le inledi.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti bir demokratik devlet olmak zorunda. Demokrasi çoğulculuğa saygı demek. Demokrasi bir kesimin diğer kesim üzerine egemenlik kurması değil, herkesin vatandaşlık haklarından istifade etmesi demek. Biz bunları söylediğimizde Sayın Bahçeli çoğu zaman bunu Türkiye'nin birliğine tehdit gibi algıladı. Ben şimdi Bahçeli'den bu açıklamaları duydum da çok mutlu oldum. Hatta fark ettiniz belki olmayacak bir şey yaptım. Grup toplantımızda yani bütün milletvekillerimize, Saadet Partisi ile Gelecek Partisi milletvekillerine alkışlattım Bahçeli'yi. Bahçeli’nin bana çok ağır eleştiriler de var. Neden? Çünkü ben bir Türk'üm ve Sünni'yim. Kürtlerin hukukunu ben korursam Kürtlere adil davranmış olurum. Alevilerin hukukunu da ben Sünni olarak kurursam devlet olurum. O bakımdan psikolojik bariyeri aşma açısından son derece önemli bir açılımdır. Bu tür süreçlerde ben hep psikolojiye önem veririm Şevket Bey. Psikoloji aşılır, iklim yaratılırsa diğer şeyler teknik süreç olarak gider. Dolayısıyla Bahçeli'nin açıklamalarını önemsiyorum.

Ama daha sonra üç hafta boyunca her çarşamba grup toplantısında Sayın Cumhurbaşkanı'na çağrıda bulundum ve dedim ki; eğer Bahçeli ile bir konuda anlaştıysanız Cumhurbaşkanı sizsiniz, devleti siz yönetiyorsunuz. Bahçeli bir girişimde bulunur ama o girişim hayata geçirecek olan sizsiniz. Çıkın ve planınızı açıklayın. Şunu yapacağız ve bu süreç şöyle işleyecek deyin. Ama eğer aranızda görüş farkı varsa bunu da kendi aranızda çözün. Herkesi beklenti içinde bırakmayın. Bu kadar çıta yükseldikten sonra sükut haline yol açmayın. Maalesef Sayın Cumhurbaşkanı'ndan aynı şekilde güçlü bir destek gelmedi. Genel olarak destek ifade etti ama benim beklendiğim halka dönük ulusal seslenişti.

“BÜTÜN AKTÖRLER DEVREYE GİRERSE TÜRKİYE'DE GÜZEL BİR SÜREÇ BAŞLAYABİLİR” 

2013’te çözüm sürecinde ben de Diyarbakır'da gittim konuştum, Diyarbakır Dicle Üniversitesi'nde konferans verdim. Sayın Erdoğan da konuştu. Şimdi sürecin iklimi bakımından çok uygun şartlar var. Neden? Hem Türk milliyetçileri, Sayın Bahçeli'nin şahsında önemli bir açılımı öne çıkardılar hem de burada bir mukabilette bulunmak gerekiyor. Açıkçası bundan sonra biraz da görev Türkiye'deki Kürt vatandaşlarımızın hakkını, hukukunu savunduğunu iddia eden partilere, kesimlere, aydınlara düşüyor. Onların da bu iklimi düzeltmesi lazım. Çözüm süreci başladığında ben Dışişleri Bakanıydım sonra Başbakan olarak döndüm ve bütün samimiyetle destekledim. Ama bu sürecin başarılı olması için herkesin sahip çıkması lazım ve kamu düzeninin bozulmaması lazım. Yani terör, şiddet, hendek kazmak gibi insanların hayatlarını zorlaştıracak şeyler yapıldığı zaman olmaz. İşte çözüm süreci o yüzden yürümedi. Bütün bunlardan ders almak lazım. Bütün bunlardan ders alınırsa ben çok olumlu bir yere gidebileceğimiz kanaatindeyim. Ümidimi hiçbir zaman yitirmedim. Ben hep iyimser bakmışımdır, hep vizyoner bakmaya çalışmışımdır.

Şu anda Bahçeli'nin bu açıklamalarından ileriye doğru bakmak lazım. DEM Parti’ye düşen görevler var. Açık ifade edeyim, bu açıklama karşısında DEM’in yaptığı açıklama zayıf kalmıştır. Çok sol ideolojik bir retorik kullanıldı. Daha doğrudan meseleyi sahiplenen bir noktaya gelmesi lazım. Sayın Cumhurbaşkanı eğer bu meseleyi bir devlet siyasetine dönüştürürse, DEM ve ilgili bütün aktörler, ki artık herkes biliyor, Edirne, İmralı, bütün aktörler devreye girerse Türkiye'de güzel bir süreç başlayabilir.

“ERDOĞAN'LA BAŞBAKANKEN GÖRÜŞ AYRILIĞINA DÜŞTÜĞÜMÜZ KONULARDAN BİRİ KAYYIMDI”

Rûdaw: Biz Sayın Devlet Bahçeli’nin daha önceki çözüm sürecinde ki yaklaşımını ve genel olarak Kürt meselesi ile ilgili katı tutumunu biliyoruz. Hatta kendisi çoğu zaman size “Serok Ahmet” denmesini dahi hiciv etmiş eleştirmişti. Bu bir siyasi profilin bu kadar kritik ve farklı bir açıklamasını nasıl değerlendiriyorsunuz. Açıkçası Bahçeli’nin açıklamaları bir çok kesim için sürpriz oldu. Ayrıca Öcalan ile ilgili bu kadar önemli bir açıklamayı Cumhurbaşkanı olarak Sayın Erdoğan’ın değil de Sayın Bahçeli’nin yapmış olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Ahmet Davutoğlu: Sayın Bahçeli sürpriz yapmayı sever. Ben ondan bu tür sürprizler bekliyordum ama çıtayı çok yükseltti. Şimdi bir seferliğine yapsa bir mesaj veriyor denir ya da derim ki bir rahatsızlık ifade ediyor. Ama üç haftadır da sabit bir şekilde “sözümün arkasındayım” diyor. O bakımdan ben ciddiye alıyorum. 1 Ekim'de Meclis resepsiyonunda karşılaştığımızda uzun süre görmemiştik birbirimizi. Tabii onun yaşı daha büyük, hürmeten selam verdim, o da bize selam verdi. “Devletimizin sizden ve büyük tecrübelerden istifade etmesi gereken bir dönemdeyiz. Bu tecrübelerinizi değerlendirmemiz lazım” gibi iltifat eden cümleler söyledi. Ben de aynısını onun için kullandım. O zaman daha bu açıklamayı yapmamıştı. Ama DEM’le aynı gün el sıkışmış, tokalaşmıştı. Bunlar ben başta bir jest olarak gördüm. Çünkü bizimle arasında çok sert konuşmalar olmuştu.

Açık ifade edeyim daha önce de söylemiştim, kayyımlara sert şekilde karşı çıktım. Sayın Erdoğan'la başbakanken görüş ayrılığına düştüğümüz konulardan biri kayyımdı. O kayyım atanmasını söyledi. Ben de “demokrasiye inanıyorsak vatandaşlarımızın oyuna saygı göstereceğiz, kayyım atamam ben” dedim. Ve benim dönemimde tek bir kayyım atanmadı. Sayın Bahçeli bu konuda benim tutumumu da biliyor, DEM’li milletvekilleri ile tokalaşması bir jest olarak değerlendirilebilirdi ama böylesi kritik bir süreçte bu jest olmaktan çıktı. Üç haftadır “sözümün arkasındayım” diyor. Peki o zaman arkasını da getirmeler lazım. Açıkçası bana bu konuda bir soru yöneltirse veya destek istese elimden gelen desteği veririm.

“BENİM SİYASETE GİRİŞİMDE ERBİL'İN ÖZEL BİR YERİ VARDIR”

Çok acı çekti bu millet. Ben Ortadoğu'daki süren o etnik mezhebi çatışmaların türbülansına Türkiye'nin girmesini hiç arzu etmem. Bunu engellemek için ne gerekiyorsa yaparım. İnşallah Kuzey Irak'a geleceğim. Vaktinde benim siyasete girişimde Erbil'in özel bir yeri vardır. Bilmem bilir misiniz, 2007 sonunda Kerkük’te referandumla ilgili bir süreç vardı. Orada tartışma öyle büyüdü ki rahmetli Celal Talabani ile Türkiye arasında. Bir bizim askerler Kuzey Irak'ta operasyon yaptı. Geçmişte Türk askeriyle birlikte omuz omuza olan Peşmergelerle bizim asker karşı karşıya gelince ben Bağdat'a gittim. O olaylar olmasa Ocak'ta görevden ayrılacaktım ama Şubat ayında Bağdat'a gittim. Rahmetli Talabani’yle güzel bir yemek yedik. Sağ olsun kendisi çok iyi ikramlarda bulunurdu. Sonra da Sayın Neçirvan Barzani Erbil'den geldi. Ben de onlara “bütün bu sorunları aramızda çözelim” dedim. Çünkü Türkiye'de o sırada bazı provokatif kesimler içerisinde askerin Erbil'i bombalaması gerektiğini bile söyleyenler vardı. Hatırlarsınız siz, şimdi ben gazete isimlerini vermeyeyim, “Erbil'i bombalayalım” başlığı ile çıkanlar vardı.                   

Orada ben şunu savundum; Türk uçakları teröre karşı mücadele eder ama Erbil şehri hepimizin ortak mirası olur. Mam Celal (Celal Talabani) ve Kak Mesud (Mesud Barzani) ile sonra da Neçirvan Bey'le görüştük ve o krizi aştık. Bizim asker geri çekildi. Sonra da 15-20 gün sonra Mart ayında Sayın Talabani Cumhurbaşkanı olarak Türkiye'ye geldi ve o sene 48 anlaşma imzaladık Irak'la. Bu anlaşmaların önemli kısmı da Kürt bölgesiyle ilgiliydi. Ardından Mart ayında AK Parti’ye kapatma davası açıldı. Ben o zaman ayrılmam artık dedim. Çünkü AK Parti kapatma davası demokrasi meselesiydi.

Bunun derleme sebebim şu, bizim sadece Türkiye için de değil, çevremizde de bir barış kuşağı oluşturmamız lazım. Burada Sayın Erdoğan'a görev düşüyor. Şu anda Sayın Erdoğan'la bizim aramızda görüş aylıkları var. Görüş aylıklarının sebepleri herkesçe malum. Siyasi ahlak yasası ve birçok konularda. Ama ona da eski bir arkadaşı, beraber çalıştığı çalışma arkadaşı olarak tavsiyem şu; bunu konuyu ciddiye alıp, bir an önce bir eylem planı içinde halkla paylaşmasıdır. Başbakanlık görevini bıraktıktan sonra benim en çok üzüldüğüm olaylardan birisi bu referandum sürecinde Türkiye ile Kürdistan Bölgesi arasında yaşanan gerilimdi. O zaman da Sayın Cumhurbaşkanı'na bu gerilimin yaşanmaması, her şeyin yüz yüze görüşülmesi konusunda görüşümü dile getirdim.

Özetle, şu anda önemli bir şans oluştu. Uç noktalardaki kişiler eğer tavırlarını esnetirlerse merkezdekiler daha kolay hareket eder. Yani öyle veya böyle Türk milliyetçiliği, Kürt milliyetçiliği böyle gerildiği zaman merkezdekiler baskı altında kalır. Ama orada bir yumuşama olduğu zaman merkezdekiler daha rahat çözüm üretir. Şimdi Sayın Bahçeli bir uçtaydı, merkeze doğru gelmesi sevindirici bir şey. Sonuç hayırlı olsun da ben hiç şeye bakmam. Ümit ederiz doğru bir çizgi oluşur.

“MESELE ÖCALAN'IN MECLİS’E ÇIKMASI DEĞİL, İKLİMİN DEĞİŞMESİ”  

Rûdaw: Sayın Bahçeli’nin açıklamalarının ardından çok fazla yorum yapıldı. AK Parti’ye yakın bazı çevrelerin yorumlarına göre “Öcalan çağrısı” aynı zamanda Cumhur İttifakı içerinde bir fikir ayrılığının da sonucu. Bahçeli Öcalan çağrısı öncesinde konuyu Sayın Erdoğan’la istişare etmiş midir? Bu konu Cumhur İttifakı’nın ortak stratejisi midir yoksa Sayın Bahçeli sadece bireysel bir inisiyatif mi almıştır?

Ahmet Davutoğlu: Bunun salt bireysel bir inisiyatif olduğu kanaatinde değilim. Bireysel bir inisiyatif olsa bir seferliğine bir şeyler söylersiniz. Bu kararlı bir tutum haline dönüştü. Üç haftadır Sayın Bahçeli aynı şeyleri. Ama Sayın Erdoğan'la ne kadar uyum içindeler ben de emin değilim. Çünkü Sayın Erdoğan'dan beklediğim çok net bir şekilde bu girişimin yanında durmasıydı. Mesele Öcalan'ın Meclis’e çıkması değil. Bu çok sembolik. Gerilimlere de yol açabilecek bir şey. Mesele iklimin değişmesi. Mesele bu konuların konuşulur olması. Ortadoğu bölgesinde her ülke için risk vardır ama ben o özgüvenle söylüyorum; Türkiye bölünmesi mümkün olmayan bir ülke. Ben de Türk'üm. Türk milliyetçileri bekli de bunu zikrederler ama şimdi nasıl bölecekler? Kim bölecek Türkiye'yi? Başka ülkelerdekine benzemiyor Türkiye. Şöyle benzemiyor. Ben bunu söylediğimde de Sayın Bahçeli kızmıştı bana ama şimdi herhalde ne kasıtla söylediğimi biliyordur. Dünyada en çok Kürt'ün yaşadığı şehir, Kürt şehri ne Erbil'dir, ne Diyarbakır'dır. İstanbul'dur. Şu anda dünyada en çok Kürt'ün yaşadığı, Kürt kimlikli insanların yaşadığı yer İstanbul’dur. Şimdi kimler, nasıl bölecekler?

“DEM, KANDİL, SİLİVRİ, İMRALI DA BU FIRSATI KAÇIRMAMALI”

Kendimize güvenmemiz lazım. Kendine güvenen devlet dilden korkmaz. Kendine güvenen devlet farklı kimliklerden korkmaz. Türkiye'de azınlıklar da var, Ermeniler de var, gayrimüslimler de var. Hiçbirisine verilecek haklar Türkiye'yi bölmez. Türkiye'yi bölecek olan şey dışlamaktır. Bunu hep savundum. Şimdi olaya böyle baktığımızda, özellikle meselenin diğer ucunda bulunanların da aynı dili benimsemesi lazım. Türkiye'de birileri hala şiddetle, terörle, gelip Kürt halkının haklarını savunuyoruz diye şehirlerde hendek kazarak, orada yaşayan Kürt vatandaşlarımızın hayatını zorlaştırarak, Diyarbakır'da Yasin Bürü gibi gençlerin ölümüne yol açarak bir yere varamaz. Aynı şey Kuzey Irak'ta da çok yaşandı. Mesud Barzani'nin Erbil'e girişi teröre karşı Türk askerinin desteğiyle oldu. Şiddetle hiçbir şey çözülmez. Dolayısıyla burada Sayın Bahçeli'nin bu seslenişini Erdoğan'ın sahiplenmesi lazım. DEM başta olmak üzere Kandil'di, Silivri'ydi, İmralı'ydı kimler varsa onların da bu fırsatı kaçırmaması lazım. Bu fırsat kaçırılmayacak bir fırsat. Bakın ben bazı şeyleri söylersem normal karşılanır. Ama Bahçeli söylemişse bizim işimizi kolaylaştırıyor demektir. Niye bunu niyeti ne, neden söyledi diye sorgulayalım? Boş verin niyetini. Niyet inşallah hayırdır. Niyeti kötü değildir İnşallah ama diyelim ki kötü olsa da sonucuyla bakarım ben. Sonucunda kardeşliğimiz pekişiyor mu, barışımız artıyor mu? Yoksa Bahçeli ile siyasi hayatında en çok mücadele eden benim. Neler söyledi bana? Öfke ile siyaset olmaz ki. O geride kaldı. İnşallah bu konuda ferdi olduğunu düşünmüyorum. Ama Sayın Erdoğan'la tam bir uyum içinde olduğumu da düşünmüyorum açık, dürüst davranmak zorundayım. Çünkü olsaydı Sayın Erdoğan’ın da bu üç hafta içinde bunu daha net savunması lazımdı. İnşallah aralarında bir uyum sağlarlar. Biz buna destek oluruz. Hiçbir şekilde engel olmayız.

Rûdaw: Malumunuz Türkiye’nin daha önce de bir çözüm süreci tecrübesi oldu fakat süreç akamete uğradı. Sürecin bitmesi ile ilgili hala sorulan çok fazla soru var, en çok merak konu çözüm sürecinin neden bittiği masayı kimin devirdiği? Size de sormak istiyorum Çözüm Süreci neden bitti? Sürecin bitimine müteakip çok kanlı bir süreç başladı hendek savaşları oldu, sürecin bitmesi ve hendek savaşları ile ilgili siz siyasi bir sorumluluk hissetiniz mi? O dönem yaşananlarla ilgi siyasi ve güvenlik bürokrasisinin sorumluluğu yok mudur?

Ahmet Davutoğlu: Bir kere artık çok açık konuşacağım. Öyle bazı şeyleri örtülü konuşmanın anlamı yok. Bir çözüm, bir şey bulacaksa herkes de ders almalı. Çözüm süreci nasıl başladı? Çözüm süreci 2013 Nevruz'da başladı. Öncesinde hazırlığı uzun oldu, ona girmeyeyim şimdi. Ben de içindeydim. Şimdiki Dışişleri Bakanımız Hakan Fidan o dönem MİT müsteşarıydı. Sayın Erdoğan tabii nihayetinde yürütüyordu süreci. Sayın Abdullah Gül Cumhurbaşkanı olarak sahipleniyordu. Hepimizin sahiplendiği bir süreçti. Sürecin mantığı Türkiye'de Kürtlerin kültürel, sosyal hakları ile ilgili meselelerin herhangi bir pazarlık mevzu olmadan çözülmesiydi. Ben bir vatandaşımıza bir hak verirken pazarlık konusu edilmesini doğru görmem. Kürtçe pazarlık konusu değildir benim için. Bizim partinin programında vardır, Kürtçe eğitimde ve her yerde kullanılabilir. Bu silah sussun Kürtçeye özgürlük verelim şeklinde değil. Kürtçeye özgürlük zaten verilir.

“PKK VERDİ SÖZLERİNDE DURMADI”

Ama o çözüm sürecinde Haziran ayında, PKK’nın silahlı unsurlarının Türkiye'yi terk etmesine karar verilmişti. İki taraf da buna mutabık kaldı. Fakat bu arada birkaç olay oldu. Anladığım kadarıyla bu terör örgütü tarafında bir kafa karışıklığına yol açtı. Birincisi, Gezi olaylarıydı. Gezi olaylarıyla birlikte acaba hükümette bir şey mi oluyor, biz anlaştık ama ne oluyor Türkiye'de? Bir şüphe oluştu. İkincisi, IŞİD'in o sırada sahneye çıkması. Ben 2013 yılında yeni bir kitap yazdım “Sistemik Deprem” diye. 2013 yılı bölgedeki birçok şeyin değişim yılıydı. Arkasından Mısır darbesi, ardından Suriye'de kimyasal silah kullanımı oldu. Bölgede demokrasi yerine terör ve otokrasi öne çıkmaya başladı. Suriye'de IŞİD saldırısının ardından yaşanan şeyler, bir kantonlaşma birçok şey yaşandı. Üçüncüsü de 17-25 Aralık sürecinde Başbakan Erdoğan'a karşı içeriden darbe şeklinde bir girişim olunca PKK, yada çözümün diğer tarafı diyeyim, silahlı güçlerini Türkiye'den çekmedi. Sözlerinde durmadılar. O sırada 2013 yazında KCK içinde bir takım görev değişiklikleri oldu. Şimdi detaya girmeyeyim. Çözüm sürecinin esas baltalayan, güveni sarsan şey, 2013 Haziran'ında Türkiye'den çıkması gereken unsurların Türkiye'den çıkmamasıydı. Bu devlet tarafında bir şüpheye yol açtı. Bunlar demek ki bir şey için bunu tutuyorlar. Niyetleri iyi olsa sözden de dururlardı. Öbür taraf ise acaba hükümet ne kadar sağlam, Gezi olayı ve 17-25 Aralık. Halbuki Türkiye sen devletle konuşmuşsun. Bir hükümet değil sadece ki hükümetimiz de sağlamdı. Ve konuştuğumuz kişi Erdoğan, Davutoğlu, Gül. Biz buradayız. Bize verilen sözü yerine getirmediler. Silahlı mücadeleyi bırakacağız dediler. Şimdi de Bahçe'nin yaptığı çağrı da aynı. Silahları bırakın diyor. Eğer o zaman, o yaz, o süreçte bu yapılsaydı çözüm süreci bölgenin en başarılı süreci olarak yürürdü.         

Birincisi mesele burada Türkiye içinde sanki bir sarsıntı olacak da ne olacağı belli değilmiş gibi bir vehme kapılmaları. İkincisi Suriye'deki gelişmeler sonrasında hep kötü yorumlar yaptılar. Kobani olayları esnasında başbakanlığı yeni almıştım. Ben Kobani'deki kardeşlerime selam olsun diye konuşmalar yaptım. Peşmergeleri Türkiye sınırlarından geçirip Kobani'ye soktuk. Buna rağmen Suriye'dekine benzer şekilde Türkiye'de neredeyse kantonlaşma gibi böyle bir şeye girdiler. Yani sadece dağdaki silahlı unsurları değil, şehre inmeye kalkıştılar. Bu da devlet tarafından bir tehdit olarak algılandı.

Bu arada askeri bürokrasi içinde FETÖ unsurları da vardı tabii. Ben başbakanken hep şunu söyledim, hala aynısını söylüyorum; böyle süreçler iki temel ilke üzerinde kurulu. Birincisi tavizsiz ve eksiksiz demokrasi. Biz tam ve eksiksiz demokrasi konusunda yapacaklarımızı yapmaya başlamıştık ki o zaman yapıyorduk da. İkincisi ise tavizsiz kamu güvenliği. Başbakan olduğumda bir baktım ki şehirlerde hendekler kazılmış. Şevket Bey, dışişleri bakanıyken fark edemiyorsunuz bunları. Niye şehirlere hendek kazıyorsun? Niyetin ne? Barikatlar kurulmuş. Kanton yönetimi gibi şeyler adlandırılmış. Bir devlet buna tahammül etmez. Bundan sonra da eğer ders alınacaksa bundan, kamu güvenliğini tehdit etmeyeceksin. Devlet de ne yapacak? Hukuku hiçbir zaman göz ardı etmeyecek. O eskiden olduğu gibi faili meçhuller, bilmem insanların dağlara kaçırılması olmaz. Kendi başına örgüt mahkeme kuruyor. Kürt iş adamları bana mektuplar yazıyordu. Biz devlete mi vergi vereceğiz, örgüte mi vergi vereceğiz diye. Örgüt toplanıyor Yüksekova, Bitlis'te orada burada yerleri var. Şimdi ben bu ülkenin başbakanıyım. Türk'üm ama başbakan olduğumda ne Türk'üm ne Kürt'üm. Ben başbakanım. Bütün vatandaşlarımın güvenliğini korumak benim görevim. Orada Konya'daki veya İzmir'deki bir Türk rahatsız olmuyordu, bilmiyordu. Şehit haberi gelince üzülüyordu da. Esas acıyı çeken kim? Kürt halkı. Okula gidemeyen, hastaneye gidemeyen, hendeklere takılan o. Dikkat edin biz devlet olarak çözüm süreci bozulmasın diye seçimlere kadar bir yıl boyunca buna sabrettik.

“DEVLETİN KAMU GÜVENLİĞİNDEN TAVİZ VERMESİ BÜYÜK HATAYDI”

Seçimden sonra da süreci baltalayan temel şey de örgütün tutumuydu. Bunu buradan açık ifade edeyim. Seçim neticelerine bakarak örgüt o zaman başında bulunduğum AK Parti'nin iyice zayıfladığını düşündü ve iç savaş, silahlı mücadele çağrısında bulundular. Sonra da 23 Temmuz'da biliyorsunuz iki polisimizi evinde uyurken şehit ettiler. O sabahı çok iyi hatırlıyorum. Beni aradı İçişleri Bakanımız, MİT Müsteşarımız ve efendim iki polisimiz şehit dedi. “Bir provokasyon olabilir, kimin yaptığına bakın ve sonra bana gelin haber edin” dedim. Yani yeni bir provokasyonla karşı karşıya kalmayalım. Örgüt saat 08.30’da “biz yaptık diyene” kadar da bize “terör örgütü yaptı” demedik. Eğer örgüt bunu dememiş olsaydı da biz yine araştırmaya devam edecektik. Ola ki bir yabancı istihbarat örgütü yapmış olurdu, bir şey yapar ki çatışma başlasın diye. Ama örgüt sahiplenince devlet olarak artık mücadele etmek durumundaydık. Burada tek tarafı suçluyorum gibi görmeyin. Bu tarafta da yani bizim devlet olarak da kamu güvenliğinden taviz vermeleri büyük hataydı. Evet çözüm süreci yürüyor ama valiler orada şehrin 10 kilometre ötesinde Bitlis'te mahkeme falan kurmalarına izin vermeyecekti. Asker içinde FETÖ unsurları istediler ki o çatışma büyüsün ve Türkiye'de iç savaş gibi bir görüntü doğsun, onlar darbeyi yapabilsinler.

Bütün bunlara karşı ben direndim, herkes biliyor. Ne devletin, halkın kamu güvenliğinden taviz vermedim, ne de Kürt vatandaşlarımızın hakkının, hukukunun zarar görmesine izin vermedim. Herhangi bir haber geldiğinde hemen takip ettim, üzerine gittim. Cizre'de, Diyarbakır'da birçok yerde bilirler. Vatandaşlarımıza, hukukuna bir şey gelmemesi için çaba harcadım. Bunları hep yaşadık. Şimdi bunlardan ders almamız lazım. Ne devlet bunu pazarlık konusu yapmalı. Yani Türkiye tam ve demokratik bir ülkedir, Kürt vatandaşlarımızın hakları Türk vatandaşlarımız gibidir diye tavrını net koymalı. Örgüt veya benzeri onun uzantısı olan yapılar da siyasi mücadeleyi seçeceklerse siyasi mücadele olmalı. Siyaset, ve siyasi mücadele silahla verilmez. Gelecekler bugün mecliste, her şey konuşuluyor. Bırakın orada konuşalım.

“HDP’LİLER BENİ SAYGISIZCA, NEZAKETSİZCE KARŞILADI”

Rûdaw: 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra siz yeni hükümet kurma çalışmaları kapsamında Türkiye’de ki siyasi taraflarla görüşmeler yaptınız. Bu süreçte Hakların Demokratik Partisi ile görüştünüz mü? Hükümette yer almaları konusunda HDP’ye bir talebiniz oldu mu? Olduysa HDP yöneticileri size nasıl bir cevap verdi?

Ahmet Davutoğlu: Şöyle, Halkların Demokrasi Partisi ile görüştüm. Hatta kendi partim içinde ve kamuoyunda herkes karşı olmasına rağmen ilk kez bir siyasi lider ve bir başbakan Halkların Demokrasi Partisi'nin Genel Merkezine gitti. Ve ben HDP'ye oy veren vatandaşlarımızın hukukuna saygı gereği geliyorum dedim. Fakat beni o kadar saygısızca, o kadar nezaketsizce karşıladılar ki biliyorsunuz kaçak çay ikram eder göndeririz falan dediler. O yüzden kimsenin bu tür süreçlerde şımarmaması lazım. Hiç kimsenin de muhatabını zor duruma düşürmemesi lazım. Ben siyasi hayatımda ciddi bir risk alıyorum. Şu ana kadar da zaten başka giden de olmadı HDP Genel Merkezi'ne. Ben bunu yapıyorum. Neden yapıyorum? Çünkü bütün partilerle görüşürken HDP ile CHP arasında veya MHP arasında fark gözetmedim. Çünkü hepsi halktan oy almış. Ben bunu yapıyorum karşılığında son derece nezaketsizce yaklaşılıyor. O görüşmeyi 15 Temmuz 2015'te yaptık. Yine Selahattin Demirtaş, Sırrı Süreyya Önder, Figen Yüksekdağ Hanım vardı orada. Hepsine de söyledim; “7 Haziran seçimlerinden dolayı bir şımarıklık görüyorum. Yani böyle aşırı bir özgüven ve bu tarafta da hükümet kurulmayacak gibi bir kanaatiniz var. Bir gün dahi başbakan olarak kalsam, bu halkın kaosa girmesine izin vermem. Dikkat edin bu yolla eğer aşırı özgüvenle, kibirle yanlış bir işe kalkışırsanız, Mecliste güvenoyu almamış bir başbakan olmama bakmayın, ne gerekiyorsa yaparım”. Ondan bir hafta sonra 23 Temmuz'da polislerimiz şehit edildi.

“TÜRKİYE'DE KÜRT MESELESİNİN ÜÇ SAC AYAĞI VAR”

Şimdi bunlar hep acı hatıralar ama tecrübeler aynı zamanda acı hatıralar tecrübelerdir. Tecrübeyi doğru değerlendirmek lazım. Şimdi bir süreç işleyecekse kimsenin şiddet yoluyla, terör yoluyla bir yere gidilemeyeceğini herkesin görmesi lazım. Türkiye'deki Kürt meselesinin üç sac ayağı var. Birisi Türkiye'nin demokratikleşmesi. Türkiye'nin demokratikleşmesi sadece Kürtlere has bir mesele değil. 28 Şubat'ta dindarlar çekiyordu sıkıntıyı. 70'li yıllarda solcular çekiyordu. 12 Eylül'de herkes çekti. Demokratikleşme Türkiye'nin genel meselesidir. Kürtçe'nin kullanılması da dahil demokratik haklar Türkiye'nin her yerinde demokrasiyle çözülür.

İkinci ayağı Doğu ve Güneydoğu bölgesine has problemlerdir. Mesela kayyım ataması. Kayyım atamaları gerçi şimdi İstanbul'a da sıçradı ama bununla birlikte bölgedeki özellikle ekonomik sorunlardır. Şimdi baktığımda mesela bölgenin en büyük sorunu nedir diye bana sorsanız Türkiye'nin genelde de öyle ama Doğu, Güneydoğu'da genç işsizlik ve uyuşturucu sorunu derim. Yani o bölgeye has özel tedbirler ve bölgenin refahını artırıcı, oradaki hayatı kolaylaştırıcı tedbirler.  

Üçüncüsü de sınır ötesindeki Kürtler. Irak'taki, Suriye'deki Kürt kardeşlerimiz. Suriye sınırı içindeki Kürtler de aynen Türkmenler gibi bizim soydaşımızdır dedim. Soydaş deyince Türk soydaşları anlaşılıyordu. İlk defa ben bir Türkmen olarak, bir Türk olarak “soydaşlık Türklükle sınırlı değil” dedim. Boşnaklar nasıl soydaşımızsa onlar da öyle. Bosna-Hersek’e yardım ediyoruz ama halbuki Boşnaklar da Türk değil. Kürtler de soydaşımızdır, tarihdaşımızdır. Suriye Kürtlerini, Irak Kürtlerini asla başka ülkelerin, küresel güçlerin insafına da hamiliğine de terk edemeyiz. Tabii Irak ve Suriye devletleri ayrı, onlar zaten o ülkenin vatandaşları. Ama gelip de Suriye'de bizim dibimize Amerikalılar gelecek, Ruslar gelecek, Kürtleri güya Türkiye karşı koruyacak. Ya da Irak'a gelecekler, orada Kürtleri bize karşı koruyacaklar. Tarihte o bölgelerde, Ceylanpınar’ı, Resulayn’ı nasıl ayırt edeceğiz? Kim kime karşı kendini koruyor? Dolayısıyla böyle bir anlayışla biz bu meseleye bakarız.  

“KÜRTLERİN DEVLETİ TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİDİR”

Rûdaw: Hem Dışişleri Bakanlığı hem Başbakanlık yaptığınız dönemlerinde Türkiye için en önemli gündem konularından biri Suriye meselesiydi. O dönemki bir çok söylem ve uygulamalarınız da sık sık eleştiri konusu oldu. Halihazırda ABD’de başkanlık seçimlerinden sonra Amerikan askerlerinin Suriye ve Rojava’dan çekilme ihtimali tartışılıyor. Olası böyle bir gelişme Türkiye’nin YPG-PYD ve Rojava Özerk Yönetimi ile müzakerelere başlayıp bir uzlaşma sağlanacağı yönünde de yorumlar yapılıyor. Siz bunu olası görüyor musunuz?

Ahmet Davutoğlu: Bu bütün aktörlerin nasıl tavır alacağına bağlı. Ben ilkesel bir şey söyleyeyim. İki kardeş aile düşünün. Tartışsalar da evin içindeler, arada sırada kavga etseler de evin içindeler. Onu çözmek uzaktaki birinin işi değildir. Ben Suriye'deki bir Kürt ile Amerika üzerinden konuşmam. Bir yerde dediler ki Kürtlerin bölgede bir devleti yok. Dedim ki Kürtlerin devleti var. Kürtlerin devleti Türkiye Cumhuriyeti devletidir. Rojava'daki bir Kürt ile Amerika ya da Rusya üzerinden konuşmayı hakaret telakki ederim. Oturur konuşuruz. Erbil'deki bir Kürt ile de aynı. Onun için sağ olsun Mesud Barzani Bey ile her oturduğumuzda yüzü güler hep bir aile buluşması gibi buluştuk biz hiç iki taraf gibi müzakere etmedik ki. Yani iki taraf gibi oturmazdık. Türkiye'de bu büyük problemdi. Bütün Kürdistan yöneticileri bilir. Kürdistan Bölgesel Yönetimin bayrağı Türkiye'de, Ankara'da da olmazdı. Ben ilk Dışişleri Bakanı olarak koydurdum. O zaman Bahçeli de hakaret etti. Dedim ki Irak bayrağı var, Irak anayasasına göre de orada bir bölge var. Onların da bayrağı var, Türk bayrağı da var, ne var bunda? Örnek verdim ve onun üzerinden Nahçıvan başbakanını çağırdım. Nahçıvan yönetimi başbakanı geldi Ankara'ya. Orada da Azerbaycan bayrağı, Nahçıvan bayrağı ve Türkiye bayrağı var. Bunun diğerinden ne farkı var dedim.

“ESAD’LA GÖRÜŞMEDE TALEPLERİMDEN BİRİ DE KÜRTLERE VATANDAŞLIK VERİLMESİYDİ”

Beşşar Esad kendi halkıyla savaşmaya kalkmasaydı, orada büyük katliamlar olmasaydı, kimyasal silah kullanmasaydı böyle olmazı. Suriye'de olaylardan önce Beşşar Esad'la 6 Nisan 2011'de yaptığım görüşmede taleplerimden bir tanesi de Kürtlere vatandaşlık verilmesiydi. Talep değil de şöyle yaparsanız iyi olur dedim. Kürtlere vatandaşlık vermiyor, Kürtlerin orada vatandaşlığı yok. Şimdi böyle bir yönetim daha sonra büyük sıkıntılar yaşadı. Bana sorarsanız herkesin herkesle konuşması lazım derim. Ben Suriye ile konuşulmaz diye bir şey söylemiyorum. Hele Gazze'de yaşananlardan sonra, İsrail'in bu yayılmacı politikasından sonra bölgede herkesin birbirleriyle konuşması lazım ki biz bu handikaptan çıkalım. Kimse kimseyi dışlamasın.

“CUMHURBAŞKANLIĞI HÜKÜMET SİSTEMİ DEMOKRATİK DEĞİL”

Rûdaw: Türkiye’nin diğer bir önemli gündem maddesi yeni Anayasa çalışmaları. Özellikle meclis yeni yasama yılına başlarken her yıl bu tartışma yapılır. Fakat tartışmalar daha çok ilk 4 madde ile vatandaşlığı düzenleyen maddeler etrafında yapılır ve bir süre sonra sonuçsuz kalır. Siz yeni dönemde yeni bir anayasa yapılabileceğine inanıyor musunuz?

Ahmet Davutoğlu: Ben akademik hayatta da, siyasi hayatımda da 12 Eylül Anayasası'na karşı çıktım. 12 Eylül Anayasası bir cunta, darbe yönetiminin anayasasıdır. Temel hak ve özgürlükler konusunda yeterli değildir. Sonra çok değişiklikler oldu ve belli ölçüde demokratik değişti. Ama Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi bu anayasayı daha da çarpık ve kötü bir hale getirdi. Dolayısıyla Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'ne şiddetle karşıyım ve demokratik bir sistem olduğu kanaatinde değilim. Başkanlık sistemi asla değil. Yasama, yargı, yürütme arasındaki dengeler korunmuş değil. Çeken balans kontrol mekanizmaları yok. Dolayısıyla yeni bir anayasa ihtiyacımız var. Ama yeni anayasa bugünkü hükümetin getirdiği şekliyle, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'ne dokunmayacaksınız, diğer şeyleri konuşacaksınız denirse bu yeni anayasa olmaz.

İlk dört maddeyle ilgili tartışmanın da sembolik bir tartışma olduğu kanaatindeyim. Gerçekte bir tartışma değil. Başkentini Ankara olmasından, İstiklal Marşı'nın marş olmasından rahatsız olan ne Türk çıkar ne Kürt çıkar. Ama bunu öyle bir ideolojik kutuba dönüştürüyorlar ki anayasanın geri kalan otoriter maddelerine dokunulması engellenmiş oluyor. Halbuki bizim çok basit, sade ve bütün 85 milyonluk vatandaşımızın her birinin hakkını, hukukunu gözeten bir anayasa ihtiyacımız var.

“ERBİL'İ ÇOK SEVERİM”

Rûdaw: Yakın bir dönem içeresinde Dohuk ve Erbil’i kapsayacak şekilde Kürdistan Bölgesini ziyaret edeceksiniz. Bu vesileyle şunu sormak istiyorum; sizin Başbakanlığınız dönemi ile kıyaslandığında şu an ki Kürdistan Bölgesi ile Türkiye ilişkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Ayrıca biliyorsunuz Erbil tarihi bir kent Erbil’de en çok görmek gezmek istediğiniz yerleri merak ediyorum? Tabi ki Kürdistan’ın zengin bir gastronomisi var, Kürdistan olarak zengin bir yemek kültürümüz var. Erbil’in hangi yemeklerini tercih edeceksiniz?

Ahmet Davutoğlu: Şeyde tabii şu anki ilişkilerin bütün detayını bilmiyorum. Haksızlık yapmak istemem. Ama eski yoğunlukta olmadığını görmek beni üzüyor. Eskiden derken bizim dönemlerde Neçirvan Bey olsun, Mesud Bey olsun, yılda 4-5 kere gelir giderdi. Bir dönem 2017-2018'deki referandum ve sonrasında neredeyse ziyaretler çok azaldı. İnşallah daha iyi olmasını ümit ederim. İlla iyi olması için bizim olmamız lazım demiyorum. İyi olmalı. Bunun için Kürdistan Bölgesi Yönetimine de görev düşer, Türkiye'de de düşer. Gidince hepsiyle görüşeceğim diye ümit ediyorum. Mesut Bey'le, Neçirvan Bey'le, Mesrur Bey'le, yine Kubad Talabani ile Bafil Talabani ile hepsiyle de tanışıklığımız var. Hepsiyle geçmiş bir hukukumuz var. Görüşeceğim. Durumu orada daha yakından görürüm. Ama tarih ve coğrafya bizi yoğun ve iyi ilişkiler kurmaya zorluyor. Bu coğrafyada ya kavga edersiniz ya barışırsınız. Kavga etmenizde kimsenin kimseye galebesi olmaz. Herkes zarar görür. Barışırsanız da herkes fayda görür ve katlanarak fayda görür.

Erbil'i çok severim. Hatta eşime de söyledim. Erbil'e gittiğimde benimle gelmemişti maalesef, belki bu defa da gelemez. Dün de burada partide konuşurken dedim ki, Erbil'e böyle uzaktan bakıldığında zannedersin ki gerilimli bir şehir veya bir değişik yer. Oysa bir gidin çarşısına kapalı pazarına. Bizim Konya'daki pazardan, İstanbul'daki pazarlardan farksız değil. Ben pazara bir gittim. Herkes, “Başbakanım, dışişleri bakanım, hoş geldiniz Ahmet Bey” diyor. Herkes Türkiye'yi takip ediyor. Herkes az buçuk Türkçe biliyor. Bizim Mardin'den hatta Konya’dan bir farkı yok ki. Dolayısıyla mutlaka o klasik eski pazara gitmek isterim. Sultan Muzafferiye Minaresi zaten bahsettiğim gibi Türkmen ve Kürdün özel bir nişanesidir ve tabi Erbil Kalesi. Erbil Kalesi hala tarihin en eski kalelerinden biri. Erbil Saat Kulesi. Hepsi birbirinden güzel. Maalesef, şöyle gidip birkaç gün sadece tatil niyetiyle gidip gezmek istedim. Hep resmi şeyler vesilesiyle alelacele oldu. Bir Ramazan'da gittim o zaman. Biraz etrafı gördüm.

“HAYATIMIN EN ZOR VE EN UZUN YEMEKLERİNİ RAHMETLİ TALABANİ İLE YEDİM”

Ben hayatımın en zor ama en uzun yemeklerini rahmetli Talabani ile yedim. O çok iyi yemek yerdi. Herkes bilir. Şuraya mendilini, peçeteyi şöyle takardı ve zorla yedirirdi misafirine de. Mesut Bey'den de çok güzel yemekler, ikramlar gördük. Tabii Erbil kebabını. Ama dolmasının, salatalık içinde dolma ilk Erbil’de yedim. Yani Erbil'e has kubbe çorbasını, Erbil'in geleneksel mutfağından birçok yemeği tattım. Zaten birbirine çok benzer. Biryani mesela. Bizim Siirt’le Erbil arasında aslında büyük bir fark yok ama Erbil’e bile has olan şeyler var. İşte bu dolmalar daha çeşitli. Mesela salatalık dolması pek bizde rastlanan bir şey değil. Gastronomisi de çok zengin bütün Ortadoğu gibi. Yemek yemeden de mutlu olurum. Onun için gideceğim, ben fikir yemeye gidiyorum. Fikir almaya, fikir vermeye, gönül almaya, gönül vermeye geliyorum elbette.