GÜLEN VE KÜRTLER - Roman gibi asimilasyon!
Araştırmacı - yazar Bilal Caban, Fetullah Gülen Hareketi’nin, en büyük darbeyi Kürt gençlerinin karakterine vurduğunu söyledi.
Caban, “Din, asimilasyon fabrikası olarak kullanıldı ve din adına en çok kullanılan Kürtler’di. Çünkü aidiyet duyguları zayıftı ve bunu cemaat keşfetti” dedi.
Yazar, Gülen’in evlerinde kalan Kürt gençlerinin karşılaştığı asimilasyonu konu edinen “Dîcle Diherike Dilê Min” (Dicle Kalbime Akıyor) romanına da imza attı.
Bilal Caban, Rûdaw’ın sorularını yanıtladı...
Neden “Dîcle Diherike Dilê min”?
Kürdistan coğrafyasına baktığımız zaman oldukça yüksek ve dağlık. Neredeyse tüm nehirleri dışarıya akıyor, insanları dışarıya göçediyor. Deyim yerindeyse bu coğrafyadan olan hiçbir şey buraya yar olmuyor. Burada onun aksine bir durum sözkonusu. Aslında başta “Dîcle Biherike Dilê Min” (Dicle Kalbime Aksın) olarak düşünmüştüm ama diğer ismi uygun buldum. Tabii burada kastım, Dicle, Fırat ve diğer nehirlerimiz dışarıya değil, kendi özüne, kalbimize aksındı.
Sizi bu kitabı yazmaya iten nedir, böyle bir fikir nasıl oluştu?
Ben insanlarla pek konuşmayı arzulamıyorum. Daha çok kalem ve kağıtla arkadaşımdır. His, düşünce ve hayal dünyamı yazıya dökmeyi seven bir insanım. Kendimi bu şekilde daha iyi ifade edebiliyorum. Eskiden beri yazarım ve daha çok şiirle ilgilenirim.
Kürt romancılığının geldiği noktayı nasıl görüyorsunuz ve Türkiye’de Kürtçe’nin gelişimi hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Günümüzde çok çeşitli alanlarda Kürtçe romanların yazıldığı ve denendiği görülüyor. Bir dilin hukuk, polisiye, bilim, edebiyat, şiir, sosyolojı, psikoloji vs alanlarda kullanılması bir dilin gelişimi ve yaşayabilmesi için büyük önem taşır.
Ulus - devletin oluşumuna kadar yani 1920’lere kadar belki de Kürtçe’nin sahip olduğu imkanlar birçok dilde yoktu. Yaklaşık bin yıldır Kürdistan’da bulunan medreseler sayesinde Kürtçe eğitim dili olarak verildi. Bu anlamda şu anki terminolojiyle söylemek gerekirse 1920’den sonraki Türkiye’ye kadar, bu gelişim ve ilerleme devam etmiştir.
Fakat daha sonra tek ırka dayalı ulus - devletin inşasıyla Kürtçe’nin gerilediğini, yasak ve asimilasyon politikaları neticesinde egemenlerin dili karşısında sönmeye yüz tuttuğunu görüyoruz. Yüzyıllık bir yasak, inkar ve asimilasyondan bahsediyoruz. Buna rağmen Kürtçe’nin hala ayakta durması ve varlığını koruması, tam da yukarıda bahsettiğimiz medrese geleneğinin Kürtçe’yi kullanması ve korumasındandır.
Tabii Kürtçe dilinin kaynağının derinlerde olması ve zengin bir dil olması dolayısıyla da yaşayışını devam ettiriyor.
Fakat bir dilin yaşaması, ilerlemesi ve gelişmesi için devlet politikası, ekonomisi olması lazım. O dilin yaşayacağı bir atmosferin olması lazım. Aksi taktirde o dil folklorik olarak kalır. Kürtçe’nin eskiye göre daha çok imkana sahip olduğunu söyleyebiliriz. Mesela Güney Kürdistan’da resmi dildir ama orada sadece 5-6 milyonluk bir nüfus var. Ama diğer parçalar hala buna sahip değil.
Bu dilin yaşaması için de bir devlet politikası olması lazım. Mesela Hindstan’da 27, Güney Afrika’da 11, İsviçre’te 4 ayrı kantonun dili var, Belçika’da 2 resmi dil var. Örnekleri çok. Mesela İsviçre’de 1976’dan beri Kürtçe eğitim sözkonusu. Kürt bir aile talep ettiğinde kendi dilinde eğitim görebiliyor. Orada görüştüğüm Kürt aileleri, bir sınıfta üç Kürt öğrenci varsa, devlet bunlara haftada 8 saat Kürtçe eğitim vermek zorunda olduğunu söylemişlerdi. Biz ise atalarımızın dilini konuşmak ve yaşatmak istiyoruz. Umarım Kürtçe de ilerde bu imkanlara sahip olur.
Romanla temel mesajınız nedir?
Tek bir kelimeyle özetleyecek olursak: “Asimilasyon”. Kitabı baştan itibaren asimilasyon üzerine yazdım. Bir Kürt öğrenci 6 yaşına kadar Kürtçe’yi evinde öğrenir ama okula başladıktan sonra o dilin yaşam alanından kopar. Kitapta bu ülkede tüm Kürtler’in asimilasyonun karanlık tüneline girdiğini anlatıyor. Kimi bu karanlıkta kayboluyor, kimi ise, farkına varıp kendini bu karanlık tünelden koparıyor.
Romanın kahramanı Dilbirîn kimi temsil ediyor?
Dilbirîn, tüm Kürt gençleridir. Kahramanımız o asimilasyon sürecini yaşayan, tüm Kürt gençlerinin şahsında vucüt bulan bir sembol isim.
Dilbirîn’in romanda geçen öğrencilik yaşantısında, Cemaat Evleri’nde kaldığı dönemlerde asimilasyonla nasıl çepeçevre sarıldığı da anlatılıyor. Kürt gençleri şahsında olan Dilbirîn’in bu evlerde asilimilasyona karşı verdiği mücadeleyi biraz bize anlatabilir misiniz?
Kürt gençleri, üniversite okumak için metropollerde ekonomik sıkıntı çektikleri ve barınma sorunu yaşadıkları için bu tarz yerlerde yaşamak zorunda kalıyorlar. Dilbirîn de böyle bir duruma gark olmuş insanlardan sadece biri.
Tabii daha önce Dilbirîn’in yaşadığı asimilasyonla, burada karşılaştığı arasında ciddi bir fark var. Burada içinde doğduğu ve yaşadığı toplumun en önemli hasassiyeti olan dini inancı, asimilasyon aracı olarak kullanıldığına şahit olur.
Peki kahramanımız bunu bildiği ve farkında olduğu halde bu sistemden neden uzaklaşmıyor/uzaklaşamıyor?
Doğduğu toplumun dine olan bağlılığından dolayı ilk başta din kılıfıyla yapılan asimilasyonu göremiyor. Daha sonra sırtını dine dayamış ama esasında dinin özüne uygun yaşamadıklarını farkediyor. Bu farkedişten sonra önüne iki yol çıkıyor; ya gidecek, ya kalacak. Çünkü onun gibi binlerce insan bu asimilasyon kıskancında. Dilbirîn bu asimilasyon tünelinden çıkmayıp, onun gibi oraya girmiş binlercesini buradan kurtarmak için mücadeleye koyuluyor.
Bundan hareketle bazı dini grupların farklılıklara karşı geliştirdikleri refleksi nasıl açıklayabilirsiniz?
Bu oluşumlar, yukarıda örnek olarak gösterdiğimiz ayetleri görmeyerek ya da görmek istemeyerek, öncü ya da liderlerinin onlara sunduğu yolla amel ediyorlar. Dolayısıyla hocalarının onlara sunduğu pencere kadar dini görebiliyorlar. Bu tip grupların dine verdikleri en büyük zarar bu. Fakir Kürt gençlerinin önemli kısmı bunlar tarafından daha sonra kullanılmak üzere yetiştirildi, yerleştirildi. Çünkü gençlere minnet duygusu yerleştiriliyor ve tesir altına alınıyor.
Osmanlı, Balkanlar’dan din üzerinden insan devşirip devlet hizmetine alıyordu. Cemaat bu taktiği Doğu’da Kürtler üzerinden uyguluyordu. Oradan getirdikleri öğrencileri İstanbul, Ankara, Samsun, Antalya ve Konya gibi yerlerde yurt ve evlerde yetiştirerek, yani asimilasyon fabrikasından geçirerek cemaatte hizmet ettiriyordu.
Sadece İstanbul'da 5 tane böyle yurt vardı ve senede her bir yurda 100 öğrenci getiriliyordu. Çünkü bunlar genelde imkanları kısıtlı insanlardı ve genelde böyle olunca mihnet duyguları yüksek olur ve onları her türlü hizmeti gördürürsünüz.
Bugün cemaatle ilgili her şey gündeme geliyor ama bu hiç gündem olmuyor. Din, asimilasyon fabrikası olarak kullanıldı ve din adına en çok kullanılan Kürtler’di. Çünkü aidiyet duyguları zayıftı ve bunu cemaat keşfetti. Alabildiğine Türk İslamcılığı şırıngaladı, aslında şırıngaladığı asimilasyondu.
Güney Kürdistan'dan getirdikleri öğrencileri asimile edemiyorlardı, çünkü onların bir aidiyet duyguları vardı.
Özetle, cemaat en büyük darbeyi Kürt gençlerinin karakterine vurdu.
PORTRE / Bilal CABAN
Araştırmacı-yazar Bilal Caban, Muş'un Malazgirt ilçesinin Gölağılı köyünde dünyaya geldi. Ortaokul ve lise eğitimini Balıkesir Gönen'de tamamladıktan sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nden mezun oldu. Ardından İstanbul Üniversitesi’nde gazetecilik ve coğrafya okudu.
Dûrbîn adlı Türkçe-Kürtçe dergiyi bir grup arkadaşıyla birlikte çıkarttı.
Yazar Kültür Üniversitesi'nde Hukuk okuyor. Siyaset bilimi alanında doktora yapıyor.
Asıl mesleği öğretmenlik olan Bilal Caban’ın “Sen ve Son” adlı bir de şiir kitabı da var.