Dr. Karabekir Akkoyunlu: Türkiye tarihinin en adaletsiz seçimine gidiyor

06-06-2018
Ayser ÇINAR
Etiketler Dr. Karabekir Akkoyunlu TürkiyeSeçimleri
A+ A-

Brezilya’daki São Paulo Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Enstitüsü’nde Misafir Araştırmacı olan Dr. Karabekir Akkoyunlu, Türkiye’deki 24 Haziran seçimlerinin “baskın ve adil olmayan” bir ortamda gerçekleştiğini söyledi.

 

Dr. Karabekir Akkoyunlu,  “Türkiye seçim kaybetmeye alışmamış ve yenilgiyle karşılaştığında süreci uzun vadeye yayabilen, iktidarını korumak için son derece ‘yaratıcı’ yollara başvurabilen bir siyasi otoriteyle yönetiliyor” değerlendirmesinde bulundu.

 

Akkoyunlu, “Türkiye, bu karanlık atmosferde tarihinin belki de en adaletsiz seçimine hazırlanıyor; adayların birinin devletin ve medyanın tüm imkanlarından faydalandığı, diğerinin ise kampanyasını tutuklu bulunduğu hapishaneden yürüttüğü utanç verici bir seçim” ifadelerini kullandı.  

 

“Kürt seçmenin oyu her zamanki gibi değerli” diyen Akkoyunlu, “HDP’nin barajı geçmesi Meclis’in kontrolü açısından, olası bir ikinci turda ise HDP seçmeninin Erdoğan’ın rakibini desteklemesi ise cumhurbaşkanlığı açısından muhalefet için kritik önem taşıyor” dedi.

 

Dr. Karabekir Akkoyunlu, 24 Haziran seçimleri ve gündeme ilişkin Rûdaw'ın sorularını yanıtladı...

 

Yurtdışında yaşayan bir akademisyen olarak Türkiye’deki siyasal durumu ve atmosferi nasıl değerlendiriyorsunuz?

 

Türkiye’deki siyasi ve toplumsal atmosferi iç karartıcı, demokrasi, hak ve özgürlüklerin durumunu ise müthiş kaygı verici buluyorum. Geçmişteki baskıcı darbe dönemlerinde bile demokratik değer ve kurumların bu derece yıprandığını görmemiştik. Bunu sadece kişisel gözlemlere değil, akademik verilere dayanarak ileri sürmek mümkün. Özellikle hukuk sisteminin hali içler acısı. Yıllarca askeri vesayetten çekmiş bir ülke olarak, bütün bunların seçimle gelmiş bir sivil iktidar döneminde yaşanıyor olması ayrıca ironik ve üzüntü verici.

 

İktidarın OHAL’i bir yönetim aygıtı olarak sürdürdüğü, devletin bütün kurumları üzerinde baskı kurduğu, anaakım medyayı tekeline aldığı, terörle mücadele adıyla toplumdaki muhalif sesleri bastırdığı, şiddete karışmamış milyonlarca vatandaşı kriminalize ettiği, mahkemelerin hukuk prensiplerini hiçe sayan siyasi kararlar aldığı ve tabii Meclis’teki üçüncü büyük partinin yönetici ve üyelerinin büyük kısmının iki yıla yakın süredir hapiste tutulduğu bir dönem bu ve şimdi Türkiye, bu karanlık atmosferde tarihinin belki de en adaletsiz seçimine hazırlanıyor; adayların birinin devletin ve medyanın tüm imkanlarından faydalandığı, diğerinin ise kampanyasını tutuklu bulunduğu hapishaneden yürüttüğü utanç verici bir seçim.

 

24 Haziran seçimlerine ilişkin öngörüleriniz nelerdir? Uluslararası medyada “AK Parti iktidarının 24 Haziran’da sona ereceği” yönünde çok fazla analiz yapılıyor. Siz buna katılıyor musunuz?

  

Yukarıda özetlemeye çalıştığım ortamda yapılacak “baskın” bir seçimin demokratik standartlara uygun ve adil olacağını söylemek mümkün değil. Bununla birlikte, sonuçların şimdiden öngörülebilir olduğunu, Erdoğan ve “cumhur ittifakının” mutlaka kazanacağını da söyleyemiyoruz.

 

Son yıllarda Türkiye’de sistem, uluslararası siyaset literatüründe “rekabetçi otoriterlik” olarak adlandırılan bir rejim tipine doğru evrildi. Rekabetçi otoriter rejimlerde iktidarlar demokratik değerleri düzenli olarak ihlal eder, seçime giden yolda muhalefetin önüne türlü anti-demokratik engeller koyar, hatta seçimlere direkt etki edebilecek önlemler alabilir (seçim kurumunu kontrol etmek, sandıkların yerini değiştirmek gibi).

 

Fakat seçim sonuçlarını ülke genelinde önceden belirleyecek çapta bir manipülasyona kalkışmaz veya kalkışamaz. Taraflar eşitsiz bir yarışın içinde de olsa seçimler belli bir rekabet içerir. Uygun toplumsal koşullar da oluşursa iyi organize olmuş bir muhalefetin zafer kazanma ihtimali belirebilir. Geçtiğimiz haftalarda Malezya’da 60 yıllık iktidarın yenilgiye uğradığı seçimler buna bir örnektir.

 

Türkiye’de de benzer şartların oluşmaya başladığını söylemek mümkün. İktidarda ve toplumda bariz bir yorgunluk göze çarpıyor. Popülist milliyetçi söylemler ve varoluşsal tehdit algıları, yönetişim, hukuk ve ekonomi temelli problemlerin üstünü örtmeye artık yetmiyor. İktidar koalisyonu, elindeki tüm kaynaklara rağmen, seçimin “hikayesini” şekillendirmekte zorlanıyor. Muhalefet temsilcileri ise tüm engellemelere rağmen eskiye oranla daha dinamik ve uyumlu bir görüntü sergiliyor.

 

Fakat bunların hiçbiri bizi 24 Haziran’da AKP iktidarının sona ereceği sonucuna çıkarmaz. Altını çizerek tekrarlıyorum ki, rekabetçi otoriter sistemlerde ivme her zaman iktidardan yanadır. Kaldı ki, 7 Haziran 2015 seçimlerinin ertesinde yaşananların da gösterdiği gibi, Türkiye seçim kaybetmeye alışmamış ve yenilgiyle karşılaştığında süreci uzun vadeye yayabilen, iktidarını korumak için son derece “yaratıcı” yollara başvurabilen bir siyasi otoriteyle yönetiliyor. Dolayısıyla muhalefetin yakaladığı olumlu ivmeyi teslim etmekle birlikte, seçim tahminleri konusunda ihtiyatlı olmaktan yanayım.

 

Türkiye’de yıllardır çözülemeyen Kürt sorunu bu seçimde de yine siyasilerin vaatleri arasında yer alıyor. Kürt sorunun çözümüne yönelik siyasilerin vaatlerini samimi buluyor musunuz?

 

2015 öncesinde Kürt sorununda en cesur hamleleri yapabilen AKP, artık bu konuda yeni bir çözüm önerisi sunamadığı gibi, gittikçe eski resmi söyleme saplanmış görünüyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Diyarbakır’da “Kürt sorunu artık yoktur. Terör sorunu vardır, onu da çözüyoruz” sözü, seçim öncesi Kandil’e yönelik operasyon hazırlığı, 1990’lardaki devlet politika ve söylemlerinin birer kopyası gibi.

 

MHP ve BBP ile milliyetçi sağda ittifak yapmış iktidar partisinin, Kürt seçmenden yüksek bir destek beklemesi saflık olur. Bu da muhalefete yeni bir hareket alanı açıyor. Ancak ister CHP, ister İYİ Parti, ister Saadet, bu partilerin kendi tabanındaki milliyetçi damarlar, açılan alanı doldurmalarını zorlaştırıyor. Bu üç partinin HDP’yi dışarıda bırakan bir “millet ittifakı” oluşturmuş olması bunun en açık örneği.

 

Bununla beraber, Kürt seçmenin oyu her zamanki gibi değerli. HDP’nin barajı geçmesi Meclis’in kontrolü açısından, olası bir ikinci turda ise HDP seçmeninin Erdoğan’ın rakibini desteklemesi ise cumhurbaşkanlığı açısından muhalefet için kritik önem taşıyor. Dolayısıyla, muhalefet liderlerinin özellikle de CHP’nin başkan adayı Muharrem İnce’nin, Kürtler ve HDP genelinde ve Selahattin Demirtaş özelinde bir takım “cesur” denebilecek girişimlerde bulunduğunu da görüyoruz.

 

İnce’nin dokunulmazlık oylamasında hayır oyu vermiş olması onu biraz daha samimi kılıyor olabilir. Bunun dışında Saadet Partisi de hak ve özgürlükler temelli bir “Kürt raporu” yayınladı geçtiğimiz günlerde. Öte yandan, HDP yöneticileri de diğer muhalefet partilerine yönelik uzlaşmacı bir dil kullanıyor.

 

Bunlar elbette temelde seçime yönelik stratejik pozisyonlar. HDP seçmeninin Kürt sorunun çözümünde “millet ittifakına” herhangi bir güven ve sempati duymasını sağlayacak adımlar değil. Fakat gelinen noktada, tek adam yönetiminin Türkiye’nin başlıca sorunu haline dönüştüğüne yönelik ortak bir görüş ve amaç birliği oluştuğunu söyleyebiliriz. Bu amaç birliği, önümüzdeki süreçte temel prensipler üzerinde asgari bir uzlaşmaya dönüştürülebilirse, farklı muhalefet kesimlerinde bazı kalıp ve algıların değişmesine de önayak olabilir.

 

Peki sizce Kürt sorunu, yani bu sorun nasıl çözülür?

 

Ben Kürt sorununun hala ve ancak demokratik devlet ve yurttaşlık, ademi merkeziyetçilik ve yerel yönetimlerin güçlendirilmesi prensipleri temelinde şekillenecek yeni bir anayasa yapımı süreciyle, seçilmiş temsilcilerin öncülüğünde, kamuya açık bir şekilde parlamentoda tartışılarak çözülebileceğini savunuyorum. Ayrıca bu sürecin sadece Kürt sorununu değil, Türkiye’nin demokrasi sorununu çözmeye yönelik bir çaba olması gerektiğine inanıyorum çünkü bu ikisini birbirinden ayırmak mümkün değil.

 

Gültan Kışanak’ın Gezi protestoları sırasında dediği gibi, “Türk’e demokrasi Kürd’e sopa olmaz; Kürd’e demokrasi Türk’e sopa olmaz”. Son yıllarda yaşananlar, çözümün ne kadar zor olduğunu tekrar hatırlattı ama tek çözüm yolunun bu olduğuna dair algımı değiştirmedi.

 

Bununla birlikte, geçtiğimiz yıllar meselenin artık bölgesel boyutta olduğunu ve çözüm için bölgesel şartların da uygun olması gerektiğini gösterdi. Suriye’nin, Irak’ın, İran’ın ve bölge Kürtlerinin geleceği, Türkiye’nin “Kürt sorunun” da birebir parçası. Var olan bölgesel güvensizlik ve rekabet hali, Türkiye içinde de otoriterliği pekiştiriyor ve gerçek bir çözüm ihtimalini azaltıyor.

 

Türkiye’nin elbette hemen bugün kendi içinde atabileceği, atması gereken adımlar var. Ancak kalıcı bir çözüm, hem Kürtlerin meşru hak ve özgürlük taleplerinin güvenceye alındığı, hem de Türkiye’nin rasyonel bazı varoluşsal kaygılarının bertaraf edildiği hassas bir dengenin sağlanmasına bağlı. Bunun için de bölgedeki taşların biraz yerine oturması gerekiyor. 

 

Türk tipi başkanlık sistemine uluslararası kamu oyu nasıl bakıyor?

  

Başkanlık sistemine yönelik bana göre en önemli değerlendirmeyi 16 Nisan 2017 anayasa referandumu öncesinde Venedik Komisyonu yapmıştı. Venedik Komisyonu, Avrupa Konseyi’nin bağımsız danışma organıdır ve en saygın anayasa uzmanlarından oluşur. Türkiye’nin demokratikleşme gayreti içinde olduğu yıllarda, siyasiler ve sivil toplum bu komisyonun değerlendirmelerini müthiş ciddiye alırdı, artık neredeyse haber bile olmuyor.

 

Komisyon, referandum öncesindeki açıkladığı görüşünde, “Türk tipi başkanlık” sisteminin “gerekli kuvvetler ayrılığı mekanizmasının ortadan kaldırılmasıyla, güçler ayrılığına dayanan demokratik başkanlık sistemine değil, otoriter bir başkanlık sistemine dönüşme riski” taşıdığını ifade etmişti.

 

Şunu da ekleyeyim. Bir süredir çalışmalarımı eşimin memleketi Brezilya’da yürütmekteyim. Latin Amerika’da hakim olan yönetim düzeni başkanlık sistemi. Burada bu sistemlerin işleyişini, avantaj ve problemlerini, sivil veya askeri otoriterliğe dönüşme potansiyelini, bu konuyla ilgili tarihsel ve güncel tartışmaları takip ederek anlamaya çalışıyorum.

 

Gördüğüm kadarıyla şunu söyleyebilirim: Türkiye’de kurulmakta olan başkanlık sistemi, başkana verilen yetkilerin genişliği açısından, Şili, Uruguay, Brezilya gibi nispeten demokratik ülkelere değil, Venezuela gibi otoriterliğe evrilen ülkelerdeki sisteme çok daha yakın.

 

Bildiğim kadarıyla doktora teziniz İran ile Türkiye’nin siyasi ve kurumsal dönüşümünü konu alıyordu. “Türkiye İranlaşıyor” söylemleri son dönemlerde sıkça dillendiriliyor. Her iki ülkenin siyasi tarihini bilen birisi olarak bu mümkün mü?

 

Ben doktora tezimde Türkiye ile İran’ı vesayet sistemleri üzerinden karşılaştırdım. Yani vurgusunu yapmak istediğim nokta, yıllardır “Türkiye İranlaşıyor mu” tartışmaları yapılırken, aslında askeri ve dini vesayet yapıları temelinde bu iki ülkenin zaten birbirine benzeyen – en azından karşılaştırılabilir – yönleri olduğuydu.

 

Türkiye’de son 10 senede askeri vesayet bildiğimiz anlamıyla sona erdi fakat tek adam liderliği ve çoğunlukçu popülizm temelinde yeni bir vesayet kurulmaya çalışılıyor. Sistem açısından baktığımızda, Türkiye’deki gelişmeler İran’dakinden çok farklı. Türkiye’deki değişimin İran’daki karşılığı, Ahmedinejad’ın velayet-i fıkıh düzenini içeriden yıkıp kendi kişilik kültü üzerinden popülist bir başkanlık sistemi kurması olurdu. Ahmedinejad aslında buna kalkıştı ancak başarısız oldu.

 

Öte yandan, kültürel ve toplumsal dönüşüm açısından baktığımızda, Erdoğan’ın İran İslam devriminde de görmüş olduğumuz bir “yeniden kuruluş” girişimi içinde olduğunu söyleyebiliriz. Devlet kurumlarının, eğitim sisteminin, akademinin ve toplumun, iktidarın dünya görüşü çerçevesinde topyekun yeniden tasarlanması çabasından bahsediyorum.

 

Tabii yeni bir “kuruluş miti” yaratmak sadece İran’da değil, bütün modern devrimlerde rastladığımız bir girişim. Ancak Erdoğan, böylesi bir girişimde başarıya ulaşmak için ne yeterli toplumsal rızaya, ne siyasi kudrete, ne de böyle bir devrimin fikirsel alt yapısını oluşturacak entelektüel desteğe sahip görünüyor.


PORTRE / Karabekir AKKOYUNLU

 

1983 İstanbul doğumlu olan Karabekir Akkoyunlu, liseyi Üsküdar Amerikan Lisesi’nde okudu. ABD’nin Brown Üniversitesi’nde Modern Doğu Avrupa ve Ortadoğu Tarihi ile uluslararası ilişkiler üzerine çift lisans yaptı. Cambridge Üniversitesi’nde yazdığı Türkiye ve Endonezya’daki sivil-asker ilişkilerini ele alan master tezi 2007 yılında basıldı. Londra’da siyasi risk danışmanlığı yaptı.

 

2009’da London School of Economics’te başladığı İran ve Türkiye’nin siyasi ve kurumsal dönüşümünü karşılaştırmalı olarak inceleyen doktora tezini 2014 yazında savundu. İsfahan Üniversitesi’nde Farsça eğitimi aldı. LSE’de Ortadoğu tarihi ve demokrasi teorileri üzerine dersler verdi.

 

Oxford Üniversitesi Güneydoğu Avrupa Araştırmaları merkezinde (SEESOX) Arap ayaklanmaları bağlamında Türkiye-Batı ilişkileri üzerine araştırma projesi yürüttü. Çeşitli uluslararası yayın organlarında düzenli makaleleri yayınlanan Akkoyunlu,  şu an Brezilya’daki São Paulo Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Enstitüsü’nde Misafir Araştırmacı olarak görev yapıyor.

 


 

Yorumlar

Misafir olarak yorum yazın ya da daha etkili bir deneyim için oturum açın

Yorum yazın

Gerekli
Gerekli