Özcan: Erdoğan yakın mesafelerden 'tazyik' ateşi altındadır

02-02-2020
Hemin Xoşnaw
Etiketler Ali Kemal Özcan Abdullah Öcalan PKK Selahattin Demirtaş
A+ A-

Dersim Munzur Üniversitesi Sosyoloji Bölüm Başkanı Doç. Dr. Ali Kemal Özcan, PKK lideri Abdullah Öcalan ile gerçekleştirdiği görüşmelerin ve başlattıkları girişimin “Facia Süreci” olarak adlandırdığı eski çözüm sürecini çağrıştıracak “yeni bir süreç” değil “başka bir dönem” olarak değerlendirmenin doğruya daha yakın olacağını söyledi.

Özcan, bu girşimin feyzini; “Öcalan’ın ve örgütünün iç dinamiklerine, sosyolojisine ve felsefesine, özellikle İmralı’daki ‘Ölüp Öldürme değil Yaşayıp Yaşatma’ çizgisine odakladıkları çeyrek yüzyıllık akademik ve ruhsal yoğunlaşmamızdan aldığını” ve bunu üzerine bina edilmiş bir top-yekûn çabaların külliyatı olduğunu belirtti.

Özcan, örgüt kadrolarının Öcalan’ı ruhsal ve fiziksel bütünlük içinde çalışmadıkları, dolayısıyla uygulayamadıklarını belirterek, “Fakat buraya esefle eklemeliyim ki; eğer avukatlar telefonuma cevap verip birlikte o bildiriyi okuyabilseydik, gelişmelerin seyri değişebilirdi, “Öcalan’ın örgütte etkisi yok” gerekçesi daha doğrusu yalanı, devletin bazı katlarında karşılık bulmazdı” dedi.

HDP eski  Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’a yönelik eleştirilerine de açıklık getiren Özcan, “Başkan Apo’nun heykeline geçmeden önce – ki bunun  da açıklamasını gün geçirmeden yapmalıdır; yani canlısı varken heykeline neden ilgi duyduğunu... – Öcalan’ın ilk üç temel savunmasını okumakla işe başlayabilir: Eğer en hin ve hâinane 1999 ‘uluslararası komplo’sunun 21’inci yüzyıla tekabül eden bu 21’inci yılındaki bir parlayan yıldızı olma hayali yoksa, bunu bir içerden yazılmışlar olarak ‘içerden’ okuyabilir. Okumakla kalmayıp şüphesiz, bir özet yorumunu, bir ‘öykü’ kadar değilse de bir broşür kadar yazabilir” diye konuştu.

Doç. Dr. Ali Kemal Özcan, Fırat’ın doğusuna yönelik (Rojava) operasyonuna ilişkin Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan ve MİT Başkanı Hakan Fidan’a gönderdiği mektubun ortak paragrafını da paylaştı.

Dersim Munzur Üniversitesi Sosyoloji Bölüm Başkanı Doç. Dr. Ali Kemal Özcan, süreç ve gelişmeler hakkında Rûdaw’ın sorularını yanıtladı.  

Al – Monitor'a yaptığınız değerlendirmede, yeni bir çözüm sürecinin başlaması ihtimalini ele alıyorsunuz. Bu ihtimalin bir altyapısı var mı, yani dayandığı bir bilgi zemini var mı? Yoksa sizin gözlemleriniz sonucunda ulaştığınız bir sonuç mu?

Söz konusu röportajda öyle bir süreçten, öyle bir sürecin ihtimalinden bahsetmiş değilim. Tersine bu mealdeki soruları duymazlıktan gelmeyi yeğledim, yeğlerim. Çünkü o “süreç” binyıllık Türk-Kürt ilişkilerini de kapsayacak bir temada –benzeri olmamış olan– Devlet’in anlamlı bir girişimiydi. Ancak sayısızca maalesef ile ifade etmek isterim ki; bir facia ile sonlandı. 1993 Özal dönemi girişiminde, Öcalan’ın Bekaa’daki konuşma ve röportajlarını derleyen kitabın adı, kendisinin ağzından söylenen “Bir Muhatap Arıyorum” idi. Tam 20 yıl sonra (2013); karşısına, bütün aşırı milliyetçi, sol-faşist tepki ve saldırılara rağmen, “Bir Muhatap” çıktı ve kendisini sivil siyasetin orta yerine konumlandırdı. Ama kendisi adına “Başkan Apo’nun heykelini yapacağız” ile Ova’da “sivil siyaset” yaptığını söyleyen anlayış, bu muhataba; tarihte benzeri görülmemiş bir biçim ve içerikte (28 Şubat’taki ünlü Dolmabahçe açıklamasından hemen sonra 17 Mart 2015’te) “HDP var oldukça seni başkan yaptırmayacağız!” diye tek cümlelik meclis grubu toplantısı ile karşılık verdi. Bu ve sonrasındaki gelişmelerin toplumda yarattığı hayal kırıklığı travmasından dolayı, içinde bulunduğumuz dönemin çabalarında, bu süreci andıracak, çağrıştıracak herhangi bir ifadeden kaçınmaya azami gayret içindeyim, içinde olacağım.

Dolayısıyla “ikinci çözüm süreci” veya “yeni bir çözüm süreci” türü söylemlerin, bizim girişimimizin önüne geçme maksadıyla gündemleştirilmek istendiği anlaşılmaktadır. Bizim girişimimiz; meseleyi Türkiye ile  çözme çizgisindeki felsefî, tarihî ve sosyolojik fikriyatın asıl kaynağı olan Öcalan’ın (araya kimseyi koyma ihtiyacı duymaksızın) vekâletsiz müdahilliği  merkezinde çözüme kavuşturma girişimidir. Etnik olarak sentezlenmiş Türklüğü ve Kürtlüğü siyasi olarak da sentezleyip bu sorunumuzu Türkiye’nin büyümesiyle sonuçlandırarak çözmek...

Her geçen gün Türkiye'de yasal yöntemlerle Kürtlere karşı uygulanan baskı mekanizması daha da ağırlaştırılıyor, hemen hemen her gün Kürt milletvekilleri, siyasetçiler ve akademisyenler hakkında yeni suç duyuruları ve tutuklamalar yaşanıyor. Böylesi bir ortamda yeni bir çözüm sürecinin gelişmesi mümkün olabilir mi?

Bu sorunun cevabı birinci sorunuza cevaben söylediklerimde mevcuttur. Öyle bir “sürecin” ne kendisi ne de “gelişmesi” söz konusudur. Bizim girişimimizi “Facia Süreci” diye adlandırmayı daha anlamlı bulduğumuz o süreci çağrıştıracak olan “yeni bir süreç” değil başka bir dönem olarak değerlendirmek doğruya daha yakın olur.

Medyada yayınlandığı kadarıyla iki defa İmralı'ya giderek Öcalan'la görüşmeler yaptınız. Bu görüşmelerde, Öcalan'ın hala çözüm süreci gibi bir süreci başlatmak konusunda AK Parti’ye güven duyduğu izlenimi edindiniz mi?

Sorun güven veya izlenim sorunu değildir. Mesele, bizim oraya gidişimizı sağlayan iradenin, devamında neler yaptığıdır. Sorun yüz yılın kırk yıldır kanayan yarasıdır. Birilerinin tavşana “kaç” tazıya “tut” dediği bir mecrada, yüz yıllık bu seyrine devam etmektedir. Biraz daha sabır ve metanetle yaklaşmayı gerektirir. Tavşan kaç tazı tut” makus talihimizi değiştirmek, sanıldığı kadar sığ bir süreç değildir; tüm boyutlarıyla öncelikle sosyolojik ve sosyo-psikolojik bir süreçtir.

18 Haziran'da TRT 6 ve AA'ya verdiğiniz demeçlerde Erdoğan'ın, çözüm süreci ve Kürt sorununu çözme konusunda hazır olduğu fakat Kürt tarafının buna hazır olmadığı gibi bir sonuç ortaya çıkıyordu. Şimdi de Erdoğan'ın çözüm süreci ve Kürt sorununu çözme konusunda hazır olduğunu ama Kürt tarafının buna hazır olmadığı konusunda aynı düşüncede misiniz?

Şu taraf “hazır” bu taraf “nazır” gibi çıkarımlar yanlıştır. Ne öyle bir gözlemim ne de öyle bir söylemim vardır. Röportajın bütününde veya parçalarında böyle şeyler demediğim yalındır, anlaşılırdır. Meselenin özü, yani can damarı, Öcalan’a dolaysız bir inisiyatifin sağlanması; felsefesinin ve bunu yaşayıp yaşatan yeni dönem dilinin, kendi liderliği arkasındaki sosyolojiye ve siyasetine nüfuz edebilmesine açmaktır.

Yine 20 Haziran'da TRT 6 ve AA'da yayınlanan röpartajlarınız ve iktidara yakın medya bu beyanatlarınızdan yola çıkarak, konuyu İmralı ile Kandil ve İmralı ile HDP arasında çelişki varmış gibi işledi, sizin bu konudaki görüşleriniz nelerdir?

Bu konudaki görüşlerim kitaplarımda genişçe işlenmiştir. Bu kitapların hepsi (bir İngilizcesi hariç) şu anda Öcalan’ın elindedir. Bizim bütün yazı ve röportajlarımızda dediğimizin ana fikri; örgüt ve Öcalan’ın karşıt-taraflaştırılması değil; uygulamadaki kadrolarının Önderlik’lerini ruhsal ve fiziksel bütünlük içinde çalışmadıkları, dolayısıyla uygulayamadıklarıdır.

Fakat buraya esefle eklemeliyim ki; eğer avukatlar telefonuma cevap verip birlikte o bildiriyi okuyabilseydik (ki sonrasındaki İmralı ziyaretinde, müvekkillerinin “telefona cevap vermeliydiniz” dediğini avukatlarından dinledim), gelişmelerin seyri değişebilirdi, “Öcalan’ın örgütte etkisi yok” gerekçesi daha doğrusu yalanı, devletin bazı katlarında karşılık bulmazdı. Ve dolayısıyla Doğu Fırat operasyonu olmayabilip, seyir başka bir güzergâhtan gelişebilecekti. Giriştiğimiz bu yeni dönem böyle bir “feci kaza” ile darbelenmezdi.

Hem insanlığın tarihinde hem Osmanlı tarihimizde böyle “ince ayrıntı” gibi görünen hadiselerle tarihin akışının yön değiştirdiği bilinmektedir. Quantum fiziğinden beslenen toplumsal gerçeklik analizleri, bundan dolayı sıkça tarihçileri kendilerini revize ederek güncellemelerine maruz bırakırken; Öcalan da İmralı yoğunlaşmalarında Newton fiziğinin kaba materyalizme götüren sığlıklarına karşı, Quantum’u referans alarak tarih ve sosyoloji okumalarına özenle dikkat çekmektedir. İmralı okumaları, Türk-Kürt ilişkilerindeki  bu tür ayrıntıların penceresinden “Dördüncü İttifak/Birlik” stratejisine ulaşmaktadır.

Şüphesiz her şeye rağmen, İmralı görüşmemizle başlayan bu yeni dönemde hiç bir şey eskisi gibi olmayacak, Öcalan’ın vekaletsiz müdahilliği önümüze gelecektir. Çünkü başkalarının elini-ayağını çekeceği bir Türk-Kürt birliğine gidecek başka bir yol görünmemektedir.

Açıklamalarınızda Kürt sorununu Erdoğan ve Öcalan dışında kimse çözemez dediniz. Peki bu durumun daha da genişlemesi ve Kandil'in tavrının da anlaşılması için Kandil'e bir ziyarette bulunma niyetiniz var mı?

Öcalan’ın vekaletsiz müdahilliği odağında gelişecek bir yeni dönemde “genişlemeye” ihtiyaç olmaz. Çünkü Öcalan gerçekliği; Dağ’ı, Ova’yı ve Avrupa’yı içinde barındıran bir felsefi, siyasi ve sosyolojik gerçekliktir. Bununla birlikte, Kandil ile 2005’ten itibaren bir çeşit diyalogum (bir sağırlar diyaloguna benzese de) var. Girişimlerimiz maalesef bunu aşan bir sonuç vermedi. 2005’te bir ay içerisinde iki görüşmem oldu. 2007 ve 2015’teki iki somut  girişimim de (biri Mahmur’da diğeri Londra’da) “yoğunluktan” yolda durduruldu. Yeni dönemde hem nicelik hem nitelik olarak gelişmesi beklenmelidir.

İmralı görüşmesini devletin yetkili organlarının izni ve onayı dahilinde yaptığınızı açıkladınız. Fakat beklenilen gelişmeyince ciddi bir linç kampanyası ile karşı karşıya kaldınız. Sizin İmralı'ya gitmenize onay ve destek veren irade size yeterince sahip çıkmıyor mu? Sizi yüzüstü bırakırlar endişesi yaşadınız mı hiç?

Burada da çıkarılan iki sonuç yanlıştır; birincisi “beklenilen gelişme” oldu. Öcalan’ın ve bizim beklentilerimiz doğrultusunda sonuçlandı. Avukatsız açıklamanın ters tepeceğini düşünüyorduk, öyle oldu. İkincisi, “linç kampanyası” ile karşı karşıya kaldığım doğru değildir. Aşırı sağ ve muhafazakâr kesimden kayda değer bir tepki bize gelmiş değildir. Şahsıma, Öcalan’a ve Erdoğan’a dizginsiz-dengesiz saldıranlar, Türkiye’deki sol faşistler ve Kürt ilkel milliyetçileri oldu. Bu da beklenir bir şeydi. Cürumları kadar yer yaktılar, o kadar.

Öte yandan, bizim İmralı’ya gitmemizi sağlayan iradenin bize sahip çıkmasına hacet yoktur, öyle bir korunma ihtiyacında değiliz. Bizim ihtiyacımız bu iradenin devamıdır, Türkiye’nin bölünmesiyle değil büyümesiyle  sonuçlandırılmasıdır. Öcalan’ın perspektifiyle ifade edersek, Dördüncü Türk-Kürt ittifakı ve birliğidir:  “Kürtlerin en ağırlıklı bölümü – yüzde yetmişlere varan kısmı – Türkiye’de olduğu gibi, diğer parçalar veya alanlardaki Kürtler ve birlikte yaşadıkları için Türkmenler de Misak-ı Milli gereği Türkiye’den sayılırlar.” (A. Öcalan, ...Çözüm Manifestosu I-II-III, [1999], s. 75)

Geçmişte  İmralı – Kandil ve hükümet arasında çözüm süreci görüşmelerinin irtibatını sağlayanlar (Sırrı Süreyya Önder gibi) süreç tersyüz olunca tutuklandılar. Sizin açınızdan da böylesi bir tehlike söz konusu mu?

Böyle bir karşılaştırma yanılgılı ve manipüle  edicidir. Yani girişimimizi kendi aslî mecrasından koparıp önyargılarla boğma amacına hizmet etmeye yöneliktir. Her şeyden önce sözünü ettiğiniz şahıs İmralı–Kandil ve hükümet arasındaki bir “irtibat unsuru” değildi. Yine aynı şahıs ve diğer bir kısım benzerleri, sürecin bir tarihsel facia ile sonlanmasında (hem Öcalan’ı hem Kandil’i manipüle etme temelinde) rol almış unsurlar oldular maalesef... Karşılaştırma yalın bir yanlıştır. Bizim iddiamız feyzini; Öcalan’ın ve örgütünün iç dinamiklerine, sosyolojisine ve felsefesine, özellikle İmralı’daki “Ölüp Öldürme değil Yaşayıp Yaşatma” çizgisine odakladığımız çeyrek yüzyıllık akademik ve ruhsal yoğunlaşmamızdan alır. Bunun üzerine bina edilmiş bir top-yekûn çabalar külliyatıdır.

Oğlunuz a HDP’nin Amerika Temsilcisi olarak görev yapıyor. Kendinizi siyasal ve ideolojik olarak onunla yakın görüyor musunuz? Yapılan görüşmeler ve basına yansıyan açıklamalar sonucunda oğlunuz HDP Washington Temsilcisi Giran Özcan’ı zor durumda bırakmış olabilir mi bu süreç?

Gıran benim “siyasal oğlum” değil, oğlumdur. Öte yandan, onun zor durumda kalacağı şeyler  yapmıyorum, yapmam. Tam tersine güç veriyorum ona. Biz Öcalan’ın zor durumda kalmamasını dikkatimizin odağına koyarız. Zira Kürtler ve birlikte yaşadığı diğer halklar için, Gıran’ın değil Öcalan’ın zor durumda bırakılmaması önemlidir, hayatidir. Öcalan zor durumda kaldığı zaman hem Gıran, hem Kürtler, hem Ortadoğu halkları, hem de Kandil zor durumda kalır.

“Ova örgütlenmesi”den kastınız HDP ve Demirtaş mı?  Demirtaş ve Öcalan arasında fikir ayrılığı mı var sizce? Açıklamalarınıza bakılırsa Demirtaş’a çok kızgınsınız. Bunun nedeni nedir?

Ova Örgütlenmesi’ni sadece HDP veya “şu falan-kes” şeklinde anlamak, konuya yabancı olmak demektir. Konuya ilgi duyanlarca, Rıza Altun’un bile (Osman-Botan-Kani ayrışması döneminde/2002-03) “Avrupa Ovası”nın kapanına nasıl sıkıştırıldığını anlatan “özeleştiri raporu”na ulaşılıp okunursa, “Ova Örgütlenmesi” ile neyi kastettiğimiz anlaşılır.

Öcalan ile Demirtaş arasında fikir ayrılığı yok. Daha doğrusu böyle bir şeyin olup olmadığını bilmiyoruz. Çünkü elimizde Öcalan’ın fikri var ama Demirtaş’ın yoktur. Öcalan’ın onbinlerce sayfa savunmaları ve çözümlemeleri var, Demirtaş’ın yoktur. Demirtaş’ın elimizde sadece Ezop Dili (söyledim ama söylemedim) ile yazılmış “hikaye”leri var. Bunlar da kamuoyuna “Eşler Tiyatrosu” türü “organize işler” biçiminde yansımaktadır. Ama hemen hergün “Başkan Apo’nun heykelini yapacağız” ve “Kürtler Öcalan’ı değil Demirtaş’ı dinledi” merkezinde yapılan kışkırtıcı, manipüle edici zırvalar ile ilgili, Selahattin Bey ve “Ovası”nın ağzını adeta bıçak açmamaktadır. Bu “anlayana sivrisinek saz” veriler okunmaya çalışılmalıdır.

Açıklamamda Demirtaş’a kızgın olduğumu ben çıkaramadım. Bizim dikkat çektiğimiz şey, Ova örgütlenmelerindeki “kripto” ilkel milliyetçi kişilik hâlleri ve bir-bütün Örgüt’teki “objektif ajan” formasyonlarıdır. Bakınız; bizim 20 Haziran vakamızı/girişimimizi “23 Haziran parantezine sıkıştırılamaz” diye yazan tek ulusal/uluslararası gazeteci Nagehan Alçı oldu (havuz, göl, deniz, okyanus ve “Yapı” [Ova] medyası dahil). Bizim o malum “korsan” basın toplantımızın ertesinde (22-23 Haziran tarihli hafta-sonu baskısı) Avrupa’daki Yeni Özgür Politika gazetesi Cemil Bayık’ın ağzından “İmamoğlu Kazanırsa yeni bir siyasal süreç başlar” umudunu manşete çıkardı. Yedi ayı geçti, böyle bir “siyasal süreç” emaresi görünmemektedir... Tersi emareler var. İçinden bu manşetin çıkarıldığı söz konusu Bayık röportajı günler öncesinden yapılan bir röportajdır. Hemen yanındaki bir-alt manşete ise "Öcalan: HDP kendi kararını verir" çıkarıldı. Bu da Öcalan’ın bizimle görüşmesinden önce söylediğidir. Ama o gün manşete çıkarılmışlardır. Bizim okuduğumuz metnin içinde böyle bir cümle yok. Öcalan "Seçim tartışmalarında Millet ve Cumhur ittifaklarına taraf ve payanda olmayın" der metinde. Kanaatimce; eğer bizim açıklamamızdan Bayık doğru haberdar edilseydi, bu manşetleri attırmazdı.

Tarih yapanlar/yazanlar —İnsanlık adına— hep iki “ayak” üzerinde yürümüşlerdir: Birincisi; Allah aşkı gibi doğru bilgiye aşkla sarılmış olmak, İkincisi; Üzerinde kefeniyle yola çıkmış olmak.

1999 “uluslararası komplo”su güncellenerek ‘soft power’ yöntemi ile Erdoğan-Öcalan şahsında Türkiye etrafında “sıvılaştırılmış” bulunmaktadır... Bu komployu boşa çıkarmak için yukarıdaki iki ayak şartının gereklerini yerine getirmekten başka yol yoktur... Şimdi bu komplonun 21’inci yılına yaklaşıyoruz. Her insan evladına çok şey düşüyor. Her kes elini vicdanına, izanına, terbiyesine, özellikle nefsinin terbiyesine elini atmalıdır. “Kendi acısını hisseden canlıdır, başkasının acısını hisseden insandır” der Tolstoy. Bu mealde Demirtaş’a da şu düşer. Başkan Apo’nun heykeline geçmeden önce – ki bunun  da açıklamasını gün geçirmeden yapmalıdır; yani canlısı varken heykeline neden ilgi duyduğunu... – Öcalan’ın ilk üç temel savunmasını okumakla işe başlayabilir: Eğer en hin ve hâinane 1999 “uluslararası komplo”sunun 21’inci yüzyıla tekabül eden bu 21’inci yılındaki bir parlayan yıldızı olma hayali yoksa, bunu bir içerden yazılmışlar olarak “içerden” okuyabilir. Okumakla kalmayıp şüphesiz, bir özet yorumunu, bir “öykü” kadar değilse de bir broşür kadar yazabilir. Yazmalıdır. Acil olarak da gün/saat geçirmeden; hemen her gün medyada yoğun olarak “Kürtler Öcalan’ı değil Demirtaş’ı dinledi” hezeyanının işlenmesine yönelik, bıçakla değil ve fakat vicdanı ve nefsinin terbiyesiyle ağzını açmalıdır. Açıklama yapmalıdır. Öcalan’ın kendisinin bu mealde bizimle diyalogda neler dediğini –rızasını henüz almadığımız için– yazmayacağız. Ancak İmralı kayıtlarına geçtiğine göre tarihimizin de kaydında yerini almıştır.

Benimle gelenlere kefil değilim elbette, İmralı’ya şahsım bunun için gitmiştir. İki gidişimizin toplam altı saatini, ne İstanbul seçimlerini ne de “Kanal İstanbul”u konuşmakla geçirdik...

Peki şimdi AK Parti hükümeti, CHP ve İyi Parti’nin destekleriyle “Doğu Fırat” operasyonunu yaptı ve Rasulayn (Sere Kaniye) ile Tel Abyad’a (Gire Spi) yerleşti. Bu durumda sizin çabalarınızın bir anlamı kaldı mı?

Maalesef bizim girişimimizin “şimdilik” bir kıymet-i harbiyesi kalmadı demek pek yanlış değil. Ancak aklın yolu birdir. Aklı selim elbette sonuçta –fazla uzamadan– galip gelecektir. Çünkü bu ülke, binyıllık bu ortak vatanımız, ona mazhar bin yıllık Türk-Kürt sosyolojisinin kadim kültürü, yüzyıllık “tavşan-tazı” makus talihine dur diyecek derinlikte ve genişliktedir. Bu binyıllık ferasetin sosyo-kültürel hazinesi, palyatif hesapların pençesindeki hezeyanlara gark olmuş insanlarımızı gafletten uyandıracaktır. O sıralarda Sayın Cumhurbaşkanımız ve Sayın Müsteşarımıza yazdığım birer sayfalık mektuplarımızdaki ortak paragraf şöyledir:

“Türkiye’nin Doğu Fırat operasyonunu yapmasında askeri olarak hiç sorun olmaz. Washington ve Moskova ‘aman yapmayın’ derken, Silahlı Kuvvetlerimizin oraya dalmasını sağlayıcı her ‘iteleme’yi  yapmaktan geri durmazlar. Çünkü askerî olarak ‘kazanıp’ sosyolojik ve siyasi –dolayısıyla tarihî– olarak kaybetme (yani Türk-Kürt bölünmesi) sürecinde geri-dönüşsüz bir ‘operasyon’un bu olacağını bilirler. Yani ‘Sefer olur zafer olmaz’ deyişinin tam da yerine oturduğu toplumsal gerçeklik buradadır: Kürtlerin gönlünü kaybederiz... Kürtlerin gönlünü kaybeden Türklüğün Anadolu’daki asıl beka tehlikesi o zaman kaderimizin odağına oturuverir. ‘Tarihi yaşamak’tan kastımız budur.”

Nitekim; BM Güvenlik Konseyi toplantısında ABD ve Rusya, Doğu Fırat operasyonu için Türkiye’yi kınama teklifini “ortakça” reddettiler. Ancak bu ortaklık ile eşgüdüm içinde Ankara’nın haddine/sınırına sıklıkla işaret ettikleri herkesin malumudur. NATO’nun diğer “abi” üyeleri Almanya, İngiltere ve Fransa Türkiye’ye silah satışını durdurdular. Afrin üç ay sürmüştür: Buralar yaklaşık sekiz Afrin’dir. Derin zafiyetlere gark olmuş bazı “analiz” erbaplarımızın bunu, iki süper gücün “söz konusu Türkiye olunca” bize arka çıkmak zorunda kaldıkları mealinde yorumlamaları hıyanet değilse gaflet ve delalettir.

Beka kaygısında sön sözü söyleyecek olan dinamik –artık– askeri değil sosyolojiktir. Bu operasyonun Türkiye açısından askeri bir riski olmamıştır. Ve fakat; sosyolojik dinamikler cephesinde, Türk-Kürt ilişkilerinin kültürel sentezi zemininde, binyıllık ortak kaderlerinin bütününü, Öcalan’ın ifadesi ile “bir vücudu testereyle ortadan ikiye bölme” yönünde hayatî bir risk taşıdığını feryat figan ile söylemekteyim.

Hükümetin bazı “kat”larının, bu operasyon ile milliyetçi-muhafazakâr dinamikleri aktive edip Millet İttifakı’nı sendeleterek Cumhur İttifakı’nın 50+1 hedefini “çantada keklik” etmeyi öngördüğü anlaşılıyor. Ancak; İstanbul seçimlerindeki avukatsız açıklamanın sonuçları, bunun tersinin “haberci depremi” olarak anlamak –teşbihteki hata payı ile – abartı olmaz. Anlayana sivrisinek saz... Evdeki bulgurdan olma sonucuna götürmesi kuvvetle muhtemeldir. Operasyonun “doğal kripto” unsurlarından  figan etmemiz,  zihnimizin ve ruhumuzun Türkiye’deki dip-dalga sosyo-kültürel dinamiği gönül gözüyle görmesindendir... 

Erdoğan yakın mesafelerden “tazyik” ateşi altındadır, buradan yanlışa kimi yerde “ikna” kimi yerde mahkum edilmektedir: Karizmatik liderlerin yanı başındaki “kralcılar”, onları yenilgilere götüren hepten demirbaş Brütüs’ler olmuşlardır. Bir benzeri; 2013-15 faciasında Öcalan’ın başına geldi.

Hep söylenir ve bilinir: “Herkesin bir hesabı varsa, Allah’ın da bir hesabı vardır.”  Ve eklenir: “Her şeyi gören/bilen ve kadir olan Allah’tır.” Bunu dogmatizm ve/ya “bilim” adına küçümseyenler hep hüsrana uğramış olanlardır.

Ölüp-öldürmesiz bu meselemizin hâlli (Türkiye’nin büyümesi zemininde), elimizin altındaki bir imkân ve şeraittir. Ölümün “kantar”ı  rakamları tartmaz. Giden can geri gelmez. Gideceklerin önüne geçmek biz insan evladının işidir. Allah tüm bunları da bilen, gören ve “tartan”dır...

Adeta “kör gözüm parmağına” diyerek gelmekte olan bu tehdidin önüne geçmek için her vatansever Türk ve Kürdün –en yaşamsal olanı da peygamberler kadar yaptığı işin kutsallığına inanan bilim ve siyaset insanlarının – ortaya çıkıp “en az namussuzlar kadar cesur olma”ya güç getirerek elini taşın altına koyması elzemdir. Vazgeçilmezdir.

 

(Eylül 2019– Ocak 2020 Munzur Üniversitesi / Dersim)

Yorumlar

Misafir olarak yorum yazın ya da daha etkili bir deneyim için oturum açın

Yorum yazın

Gerekli
Gerekli